Cuma, Temmuz 18, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 58

20 Haziran Mülteci Günü Basın Açıklaması: MÜLTECİLER TÜRKİYE’DE HALEN YETERLİ KORUMADAN MAHRUM

MÜLTECİLER TÜRKİYE’DE HALEN YETERLİ KORUMADAN MAHRUM

20 Haziran Mülteci Günü tüm dünyada ve Türkiye’de mülteci olgusunun ve mültecilere ilişkin sorunların hatırlanması ve bunların tartışılması adına önemli bir fırsat sunuyor. Ancak dünyada ve Türkiye’deki gelişmelere bakıldığında bu alana ilişin çok fazla iyimser olmamızı gerektirir gelişmelerin olmadığını görüyoruz.

Bugün dünyada 40 milyon kişi hareket halinde ve bunların 10 milyonu mülteci. Türkiye’de ise 15 bin civarında kayıtlı mülteci var.

Dünyanın sorunlu olan birçok bölgesindeki işgal ve iç savaşlar, insan hakları ihlallerindeki yoğun uygulamalarda hiçbir iyileşme olmadığı gibi sürekli yeni sorunlu alanlar açılmakta. Son olarak Kırgızistan’da baş gösteren olaylardan sonra, daha önce Özbekistan’dan Kırgızistan’a sığınmak zorunda kalan 100.000 civarındaki Özbek’in tekrar Özbekistan’a sığınmak üzere bu ülkeden kaçmaları ,gözleri yeniden Orta Asya’daki insan hakları ihlallerine ve mültecilerin sorunlarına çevirmemize  sebep oldu.

1951 Mülteci Sözleşmesine coğrafi sınırlama ile olsa dahi taraf olan Türkiye ise bir süredir bu alanda belki de tarihinin en önemli değişikliğini yapmak üzere bir hazırlık içinde bulunuyor. Bugüne dek mültecilerle ilgili herhangi bir yasası bulunmayan Türkiye, nihayet bir İltica Yasası hazırlığı ve İltica ve Göç Dairesi kuruluşu çalışmaları içine girdi. Bunlara bağlı olarak Yabancılar Yasası ile Yabancıların Seyahatleri Hakkındaki Kanunda da önemli değişiklikler öngörülüyor.

Son dönemlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Türkiye aleyhinde ard arda çıkan kararlar da, mülteci haklarının korunması için devletin harekete geçmekte daha fazla gecikmemesi gerektiğinin altını çiziyor.

İltica ve Göç Bürosu’nun çalışma vizyon ve perspektifinin umut vaad ettiğini düşünmekle birlikte, hazırlanan veya hazırlandığı düşünülen yasa taslaklarının halen bu alanda çalışan sivil toplum örgütleri ile paylaşılmamış olması, bu yasaların da –benzeri pek çok yasa hazırlık sürecinde görüldüğü gibi- sivil toplum ile istişare sürecinin bir sonucu olarak çıkarılmayacakları, konunun her zaman olduğu gibi güvenlik ve siyaset kriterleri baz alınarak düzenleneceği endişeleerimizi güçlendiriyor. Mülteci Yasası ve bağlı diğer düzenlemeler devlet güvenliği değil, insan güvenliği eksenli olmalıdır.

Dünya Mülteciler Günü’nü, Türkiye’de mülteci haklarının korunmasıyla ilgili kaygılarımızı bir kez daha dile getirmek için fırsat biliyor ve hükümete gerekli değişikliklerin vakit geçirmeden yapılması için çağrıda bulunuyoruz:

  1. Mart 2010’da yayınlanan genelgeyle ihtiyaç halindeki mültecilerden “ikamet harcı” alınmaması öngörülmüşse de, uygulamada bu insafsız tutum devam ediyor. Sığınma talebinde bulunmuş mültecilerden ikamet harcı alınması uygulaması yasal düzenlemeyle acilen kaldırılmalıdır.
  2. Aynı genelgede, “yakalanan” kişilerin iltica başvurularının değerlendirilmesi yönünde talimat olmasına rağmen, prosedüre erişim sorunları bazı illerde halen devam ediyor.
  3. Son AİHM kararlarında da ciddi ve sert bir şekilde eleştirilen ve eski adıyla “misafirhane”,  yeni adıyla “geri gönderme merkezleri”nin yasal bir dayanağı yoktur ve bu merkezlerde tutulanlar insan hakları ihlalleri riskiyle karşı karşıyadır. Bu kapatılma yerlerinin sivil toplum denetimine açılması için bir an önce İşkenceye Karşı Sözleşme Seçmeli Protokolü onaylamalıdır.
  4. Yunanistan, Almanya ve AB ile yürütülen Geri Kabul Anlaşmaları süreci kaygı vericidir. Avrupa ülkelerinde ve özellikle Yunanistan’da etkin ve adil bir iltica prosedürüne erişemeden, birçok potansiyel mültecinin istenmeyen birer eşya gibi Türkiye’ye gönderilmesi için vize muafiyeti karşılığı pazarlık konusu yapılması insan hakları açısından kabul edilemez. Hükümetin benzer anlaşmaları Doğu ve Güney komşu ülkelerle yapma girişimleri ise kaygılarımızı daha da arttırıyor. Bu konudaki sürecin şeffaf olarak yürütülmesini talep ediyoruz.
  5. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye Temsilciliği’nin mülteci statüsü belirleme işlemleri tahammül sınırlarını çok aşan bir zaman sürecinde devam ediyor ve statü almış mülteciler üçüncü ülkeye yerleştirilmek için uzun süre beklemek zorunda kalıyor. Bu sorunun çözümü için BMMYK ve mülteci kabul eden ülkeler gerekli tedbirleri acilen almalıdır.

Son olarak, Habur’da sınırdışı edilirken ölen mülteci ve yabancılar, Van’dan illegal olarak sınırdışı edilen Özbek mülteciler, Beyoğlu Emniyet binasında öldürülen Festus Okey ve 13 yıl önce İran sınırında kasten kurşuna dizilerek öldürüldüğü iddia edilen 40 mülteci vakalarında ya hiç ya da gerektiği gibi etkin soruşturma ve dava süreci işletilmediğini hatırlatmak istiyoruz. Bu olaylarla ilgili kovuşturma ve yargılama sürecinin şeffaf, etkin, adil ve ivedi yürütülmesini talep ediyoruz.

Mülteci Hakları Koordinasyonu

Ranjbar ve Diğerleri / Türkiye

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

RANJBAR VE DİĞERLERİ/Türkiye Davası
Başvuru no. 37040/07
Strazburg
13 Nisan 2010

İKİNCİ DAİRE

USUL

Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılan 37040/07 no’lu davanın nedeni Alireza Ranjbar, Pejman Piran, Abolfazl Ajorlu, Seyid Ali Alemzadeh ve Mostaba Naderani Vatanpur adlı beş İran vatandaşının (“başvuranlar”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (“AİHM”) 24 Ağustos 2007 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin (“AİHS”) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur.

Başvuranlar, AİHM önünde Ankara Barosu avukatlarından S. Efe ve Van Barosu avukatlarından V. R. Turgut tarafından temsil edilmiştir.

OLAYLAR

DAVA OLAYLARI

Başvuranlar sırasıyla 1972, 1982, 1985, 1978 ve 1983 doğumlu olup halen İsveç’te yaşamaktadır.

Başvuranlar İran’dan kaçarak 2005 ve 2006 yıllarında çeşitli tarihlerde Türkiye’ye yasadışı olarak girmiştir. 19 Nisan 2005 ile 3 Ekim 2006 tarihleri arasında Türkiye’deki Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) başvurmuşlar, BMMYK mülteci statülerini tanımış ve başvuranlara 24 Ağustos 2007 tarihinde mülteci belgesi vermiştir.

Başvuranlar Türk makamlarına sığınma başvurusu yaparak ikamet tezkeresi talep etmiştir. Kasım 2006’da, sığınma başvurularının değerlendirilmesi kapsamında Yabancılar Şubesi polisleri tarafından iki defa sorgulanmışlar, sorgu sırasında başvuranlar farklı yasadışı örgütlere mensup olduklarını ve İran’da rejim karşıtı faaliyetlere katıldıklarını belirtmiştir. Daha önce çeşitli defalar tutuklandıklarını, hapis ya da kırbaç cezası aldıklarını, İran’a dönmeleri halinde kötü muamele ya da ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalacaklarını ifade etmişlerdir.

Sığınma işlemleri sürerken başvuranların Van’da ikamet etmelerine ve şehir dışına özel izinle çıkmalarına izin verilmiştir. Bu bağlamda başvuranlardan Mostaba Naderani Vatanpur’a, çeşitli yeniden yerleştirme mülakatlarına katılmak üzere Ankara’ya seyahat etme izni verilmiştir.

Başvuranların sığınma başvurusu, ilgili kriterlere uymadıkları gerekçesiyle yetkili makamlarca reddedilmiştir. Dördüncü başvurana ilişkin olarak, mülakat formlarında yetkililerin başvuranın cevaplarını inandırıcı bulmadığı ve ülkesini ekonomik sıkıntı nedeniyle terk ettiği kanaatine varıldığı belirtilmiştir.

Başvuranlar yakalanmış ve 22 Ağustos 2007 tarihinde sınırdışı kararlarının tebliğ edilmesinden önce Van Emniyet Müdürlüğü’nde, belirlenmeyen bir süre tutulmuştur. Sınırdışı kararları başvuranlar ve bir tercümanın imzasını taşımaktadır. Başvuranlar aynı gün Irak’a sınırdışı edilmiştir.

Başvuranlar Irak’a vardıklarında Türkiye’de yaklaşık bir ay süre ile gözaltında tutulduklarını iddia etmiştir. Kuzey Irak’ta yaklaşık beş ay kaldıktan sonra 10 Şubat 2008 tarihinde İsveç’e yerleşmişlerdir.

HUKUK

  1. DAVANIN KAPSAMI
    1. Birinci ve beşinci başvuranlara ilişkin olarak

AİHM, başvuranların temsilcisinin birinci ve beşinci başvuranlara ulaşamadığını 1 Ekim 2009 tarihinde bildirdiğini kaydeder.

AİHM, bu şartlar altında sözkonusu başvuranların AİHS’nin 37/1 (a) maddesine göre başvurularını takip etmek istemedikleri şeklinde değerlendirilebileceği kanaatindedir. Ayrıca AİHS’nin 37/1 maddesine göre ve başvuranların İsveç’e yerleştikleri göz önünde bulundurulduğunda AİHM, davanın incelenmesine devam edilmesini gerektiren, AİHS ya da Protokollerinde tanımlı, insan haklarına saygıya ilişkin özel koşul tespit etmemiştir.

Yukarıda belirtilenler ışığında AİHM, birinci ve beşinci başvuranlara ilişkin başvuruyu kayıttan düşürmenin uygun olduğuna karar vermiştir. Dolayısıyla AİHM davanın incelemesini ikinci, üçüncü ve dördüncü başvuranlarla sınırlandıracaktır.

    1. Diğer başvuranlara ilişkin olarak

AİHM, somut davanın savunmacı Hükümete tebliğini takiben 2 Şubat 2009 tarihinde, özellikle Türkiye ve Irak’taki gözaltı koşulları ve usule ilişkin güvencelerin olmayışına ilişkin olarak AİHS’nin 3 ve 6. maddeleri ve 7 no’lu Protokolün 1. maddesine dayalı yeni şikâyetler yapıldığını gözlemler.

AİHM, AİHS’nin 3 ve 6. maddelerine dayalı olarak ortaya konulan yeni şikayetlerin başvuranların esas şikayetlerine ilave nitelikte olmadığını ve 24 Ağustos 2007 tarihinde AİHM’ye ilk şikâyetlerin yapılmasından altı aydan fazla süre geçtikten sonra meydana gelen olaylarla ilgili olduğunu değerlendirir. AİHM, görmekte olduğu bir davada bir şikâyetin ilk defa ortaya atılması durumunda altı aylık sürenin akışının sözkonusu şikâyet gerçek anlamda yapılana kadar kesintiye uğramadığını hatırlatır (bkz. Sarl Aborcas ve Borowik – Fransa, no. 59423/00; Loyen – Fransa, no. 46022/99). Bu nedenle AİHM, sözkonusu şikayetleri AİHS’nin 35. maddesinin 1 ve 4. paragrafları uyarınca reddeder (bkz. Hazırcı vd., no. 57171/00).

AİHM ayrıca Türkiye’nin 7 no’lu Protokolü imzalamamış olduğunu gözlemler. Dolayısıyla şikâyetlerin bu kısmı AİHS hükümlerine göre kişi bakımından aykırı olup AİHS’nin 35. maddesinin 3 ve 4. paragrafları uyarınca reddedilmelidir.

  1. AİHS’NİN 2. VE 3. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuranlar ilk olarak AİHS’nin 2 ve 3. maddelerine dayanarak İran’a sınırdışı edilmelerinin kötü muamele ve hatta ölüm tehlikesine yol açacağını öne sürmüştür. Irak’a sınırdışı edilmeleri ve İsveç’e yerleşmelerinin ardından başvuranlar aynı şikayetleri sürdürmüşler ve Irak makamlarının kendilerini İran’a sınırdışı edeceği korkusuyla yaşadıklarını ileri sürmüştür.

Hükümet başvuranların iç hukuk yollarını tüketmediğini ve hiçbir zaman İran’a sınırdışı edilmediklerini, dolayısıyla mağdur statüsünde olmadıklarını savunmuştur. Başvuranlar, non-refulman ilkesine saygı gösterilerek Irak’a sınırdışı edilmiştir.

AİHM, başvuranların şu anda İsveç’e yerleşmiş olduklarını kaydeder. Başvuranlar Irak’a 22 Ağustos 2007 tarihinde, yani olayın AİHM’ye intikalinden iki gün önce sınırdışı edilmiştir. Başka bir deyişle, başvuranların sınırdışı edilmesi sırasında yürürlükte olan bir geçici tedbir bulunmamaktaydı. Dolayısıyla Hükümetin 34. madde uyarınca sorumluluğu oluşmamıştır.

Başvuranların bu başlık altındaki şikâyetlerinin İran’a sınırdışı edilme ihtimaline dayanması (ki bu gerçekleşmemiştir) ve şu anda İsveç’te yaşıyor olmaları ışığında AİHM, başvuranların, AİHS’nin 2 ve 3. maddelerine dayalı şikâyetleri dikkate alındığında 34. madde uyarınca mağduriyet iddiasında bulunamayacaklarına karar vermiştir (bkz. mutatis mutandis, Mohammedi – Türkiye, no. 3373/06; Ayashi – Türkiye, no. 3083/07).

Dolayısıyla başvurunun bu kısmı açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle AİHS’nin 35. maddesinin 3 ve 4. paragrafları uyarınca reddedilmelidir.

  1. AİHS’NİN 5 MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuranlar gözaltında bulundukları süre içerisinde genel olarak AİHS’nin 5. maddesinin sağladığı korumadan faydalanmalarına izin verilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Özellikle 6 günden fazla süre gözaltında tutulmaları ve AİHS’nin 5. maddesinin 1 ve 4. paragraflarına aykırı olarak gözaltında tutulmalarına itiraz etme imkanı verilmemesinden şikayetçi olmuştur.

Dava olaylarının hangi hukuk sınıflandırmasına gireceği konusuna hakim olan AİHM (bkz. Castravet – Moldova, no. 23393/05), sözkonusu şikâyetlerin AİHS’nin 5. maddesinin 1 ve 4. paragrafları altında incelenmesi gerektiğini tespit etmiştir.

Başvurunun tebligatı yapılırken savunmacı Hükümete, başvuranlara özgürlüklerinin kısıtlanmasının nedenlerinin bildirilmesiyle ilgili olarak AİHS’nin 5/2 maddesine uyulup uyulmadığına ilişkin bir soru daha yöneltilmiştir.

    1. Tarafların görüşleri

Hükümet şikâyetlere itiraz etmiş ve başvuranların yakalanmadığını ya da tutuklanmadığını, ancak AİHS’nin 5/1 (f) maddesine uygun olarak sınırdışı edilmeden önce, idari bir tedbir olarak tutulduklarını savunmuştur. Başvuranlar Türkiye’de kaldıkları sırada İran yönetimi aleyhinde faaliyetler yürütmüşler ve Türkiye’de kalmaları yetkili makamlarca ulusal güvenliğe aykırı olması nedeniyle uygun bulunmamıştır. Özgürlüklerinden mahrum bırakılmalarının yasal dayanağı Yabancıların Türkiye’de İkamet ve Seyahati hakkında Kanun’un 19 ve 23. maddeleri ve 5682 sayılı Pasaport Kanunu’nun 8. maddesidir. AİHS’nin 5/2 maddesine dayalı şikâyete ilişkin olarak, sınırdışı kararları 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 32. maddesine uygun olarak çıkarılmış ve bir tercüman aracılığıyla başvuranlara tebliğ edilmiştir. AİHS’nin 5/4 maddesine dayalı şikâyete ilişkin olarak Hükümet başvuranların sınırdışı kararlarına ilgili makamlar nezdinde itirazda bulunabileceklerini, bunu yapmamaları halinde ise idare mahkemelerinde dava açma hakkına sahip olduklarını ifade etmiştir. Başvuranlar iç hukuktaki usulü bilmelerine rağmen başvurmamışlardır.

Hükümet AİHM’nin, yetkili makamları başvuranlar hakkında sınırdışı kararı almaya iten ulusal güvenlik gerekçeleri, başvuranların özgürlüğünden mahrum bırakılma süresi ve sınırdışı etme şekline ilişkin özel sorularına dair herhangi bir görüş sunmamıştır.

Başvuranlar 22 Ağustos 2007 tarihinde sınırdışı edilmeden önce 6 gün süreyle kanunsuz olarak gözaltında tutulduklarını savunmuştur. Gözaltına alındıkları tarih, zaman ve yer, gözaltına alma gerekçesi ve yakalamayı yapan görevlinin adının kaydedildiği bir resmi kaydın yetkililerce tutulmadığını öne sürmüşlerdir. Ek olarak bu süre zarfında avukatları ile görüşmelerine izin verilmemiş, ne kendileri ne avukatlarına gözaltına alınma nedenleri hakkında resmi bir yazı tebliğ edilmiştir.

    1. AİHM’nin değerlendirmesi
  1. 5/1, 5/2 ve 5/4 maddelerinin kabuledilebilirliği

AİHS’nin 35. maddesinin 3. paragrafı çerçevesinde sözkonusu şikâyetlerin dayanaktan yoksun olmadığını kaydeden AİHM, şikâyetlerin başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru taşımadığını tespit eder. Dolayısıyla şikâyetler kabuledilebilir niteliktedir.

  1. Esas
  1. 5/1. madde

AİHM, Hükümetin başvuranların Van Emniyet Müdürlüğü’nde tutulduğunu reddetmediğini gözlemler. Hükümete göre, başvuranlar sınırdışı etme amacıyla, idari bir tedbir olarak tutulmuş ve dolayısıyla hakim önüne çıkarılmalarına gerek görülmemiştir.

AİHM, idari ya da her ne amaçla olursa olsun ve süresine bakılmaksızın, başvuranların sözkonusu şartlar altında Van Emniyet Müdürlüğü’nde tutulmalarının sınırdışı etme amacıyla “özgürlükten mahrum bırakma” olduğu kanaatindedir.

AİHM, AİHS’nin 5/1 maddesinin şahısların yasal olarak özgürlüklerinden mahrum bırakılabileceği şartları sınırlarken bu şartlara ilişkin olarak, bunların bireysel özgürlüğün en temel güvencelerine istisna teşkil etmesi göz önünde bulundurularak dar bir kapsamda yorumlanması gerektiğini vurguladığına işaret eder (bkz. Quinn – Fransa, A Serisi no. 311). AİHS’nin 5/1. maddesi, özgürlükten mahrum bırakmanın “yasayla öngörülen bir usule uygun” olması gerektiğini belirterek ilk olarak herhangi bir yakalama ya da tutuklamanın iç hukukta yasal bir dayanağı olmasını zorunlu kılar (bkz. Amuur – Fransa, Karar Raporları 1996-III). AİHS burada esasen iç hukuku kastetmekte ve kurallarının uygulanması gereğini tespit etmekte, aynı zamanda bireyi özgürlüğünden mahrum bırakan tüm tedbirlerin 5. maddenin bireyin keyfilikten korunması amacına uygun olmasını zorunlu tutmaktadır (bkz. Ashingdane – İngiltere, A Serisi no. 93). Burada tehlikede olan sadece “özgürlük hakkı” değil aynı zamanda bireyin “güvenlik hakkı”dır.

“Yasaya uygunluk” ve “keyfiliğin olmaması” 5/1 (f) maddesi dahil olmak üzere AİHS’nin 5. maddesinin tamamının ortak gerekleridir. Bu bağlamda gözaltına alınan/tutuklanan şahısların tarih, saat, yer bilgileri, gözaltı/tutuklamanın gerekçesi ve uygulanan şahısların isimlerinin kayıt altına alınması gibi keyfiliğe karşı özel güvenceler, bireyin gözaltına alınması/tutuklanmasının 5/1 maddesi ile uyumlu olması için zorunludur.

Dolayısıyla başvuranların özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarının AİHS’nin 5/1 (f) maddesinde belirtilen istisnalar kapsamında olup olmadığı sorusunu incelemeye geçmeden önce AİHM ilk olarak “yasaya uygunluk” ve “keyfiliğin olmaması” gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini tespit etmelidir.

AİHM somut davada savunmacı Hükümetin belirttiği yasal hükümlerin yasal seyahat belgesi bulunmayan ya da sınırdışı edilemeyen yabancıların İçişleri Bakanlığı’nın belirlediği yerlerde kalmalarını zorunlu tuttuğunu kaydeder. Sözkonusu hükümler sınırdışı işlemleri kapsamında özgürlükten mahrum bırakmaya değinmemektedir. Belli yabancı gruplarının Türkiye’de ikametlerinden bahsetmekte ancak gözaltına almaktan bahsetmemektedir. Ayrıca sınırdışı etme amacıyla gözaltı kararı alınması ve gözaltı süresinin uzatılmasına ilişkin koşullara ilişkin ayrıntı vermemekte ve gözaltı için süre sınırı getirmemektedir.

AİHM, süresi dikkate alınmaksızın başvuranların özgürlüğünden yoksun bırakılmasının davanın özel koşulları itibariyle yeterli yasal dayanağı olmadığını kaydeder (bkz. Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda anılan).

AİHM ayrıca başvuranların sınırdışı işlemlerine ilişkin dosyanın gönderilmesinin ve gözaltı dönemleri, özgürlükten yoksun bırakıldıkları toplam süre ve sınırdışı etme şekline ilişkin ayrıntılı bilgi sağlamasının Hükümetten talep edildiğini kaydeder. Ancak AİHM, cevap olarak gönderilen belgeler arasında başvuranların gözaltına alınması olayının tarih, zaman ve yerini gösteren kayıt bulunmadığını gözlemler. Başvuranların nerede ve tam olarak kim tarafından yakalandıkları ve sınırdışı edilmeden önce gerçekte ne kadar süre ile özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları net değildir. Başvuranların ne zaman ve nasıl sınırdışı edildiği bilgisi dava dosyasında da bulunmamaktadır. Başka bir deyişle başvuranların halen Türk yetkililerin kontrolü altındayken özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarının sona ermesi hakkında bilgi bulunmamaktadır.

Yukarıdakiler ışığında AİHM, başvuranların maruz kaldığı özgürlükten yoksun bırakmanın, keyfiliğe karşı yeterli güvencelerle sınırlandırılmış, kesin tanımlı bir yasal dayanağı bulunmadığını tespit etmiştir (bkz. Nasrulloyev – Rusya, no. 656/06; Chadal – İngiltere, Raporlar 1996-V; Saadi – İngiltere [BD], no. 13229/03). Dolayısıyla ulusal sistem başvuranları keyfi olarak gözaltına almadan koruyamamıştır ve sonuç olarak gözaltına alma AİHS’nin 5. maddesinin amaçları doğrultusunda “yasaya uygun” olarak kabul edilemez.

AİHM, AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

  1. 5/2 ve 5/4. Maddeler

AİHM, kayıt tutulmaması ve dolayısıyla sınırdışı etmeden önce gözaltında tutmanın tam süresinin belirlenememesinden kaynaklanan yukarıdaki ihlal tespitlerini dikkate alarak AİHS’nin 5/2 ve 5/4 maddelerine ilişkin ayrı bir sorun oluşmadığına karar vermiştir.

  1. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI
    1. Tazminat

İkinci, üçüncü ve dördüncü başvuranlar temelde Irak’taki iaşe ve ibate, giyecek ve telefon gibi masraflarını karşılamak üzere 24,300 Euro maddi tazminat talep etmiştir. Ayrıca sınırdışı edildikten sonra Türkiye’de kiraladıkları daire için ek olarak iki ay süre daha kira ödemek zorunda kaldıklarını ve Türkiye’de kalan eşyalarını paraya ihtiyaçları olduğu için acilen düşük bir fiyattan satmak zorunda kaldıklarını iddia etmişlerdir. Irak’ta kaldıkları süre içerisinde çalışamadıklarını, bu nedenle muhtemel gelir kaybına uğradıklarını savunmuşlardır. Başvuranlar ayrıca Irak’a sınırdışı edilmeselerdi o dönemde A.B.D.’ye yerleşeceklerini ve belli bir miktarda gelire sahip olacaklarını iddia etmiştir.

Başvuranlar 100,000 Euro manevi tazminat talebinde bulunmuştur.

Hükümet, aşırı olduğunu savunarak taleplere karşı çıkmıştır.

AİHM, tespit edilen ihlal ile talep edilen maddi tazminat arasında illiyet bağı kuramamaktadır; bu nedenle talebi reddeder. Ancak başvuranların sadece ihlal tespitiyle yeterince tazmin edilemeyecek manevi zararlara uğramış olması gerektiğini kabul eder. Hakkaniyete uygun bir değerlendirmeyle ikinci, üçüncü ve dördüncü başvuranların her birine 9,000 Euro manevi tazminat ödenmesini uygun bulmaktadır.

    1. Yargılama masraf ve giderleri

İkinci, üçüncü ve dördüncü başvuranlar AİHM önündeki yargılamada tahakkuk eden avukatlık ücretleri, telefon konuşmaları, faks ve taksi gibi masraflara ilişkin olarak 4,100 Euro talep etmiştir. Taleplerini Ankara Barosu’nun ücret çizelgesine dayandırmışlardır.

Hükümet talebe itiraz etmiş ve sadece tahakkuk etmiş masrafların geri ödenebileceğini belirtmiştir.

AİHM, sözkonusu taleplere AİHM İç Tüzüğü’nün 60. maddesinin gerektirdiği şekilde belgelerle desteklenmemiş olması nedeniyle bu başlık altında ödeme yapılmamasına karar vermiştir (bkz. Gök ve Güler – Türkiye, no. 74307/01).

    1. Gecikme faizi

AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi faizlerine uyguladığı orana üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın uygun olduğuna karar vermiştir.

BU GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,

  1. Birinci ve beşinci başvuranlara ilişkin olarak başvurunun kayıttan düşürülmesine;
  1. Diğer başvuranların sınırdışı edilmeden önce özgürlüklerinden yoksun bırakılmalarının kanunsuz oluşu, gözaltına alınma nedenlerinin kendilerine tebliğ edilmemesi ve gözaltında tutulmaya karşı yargı yolunun etkisizliğine ilişkin olarak AİHS’nin 5. maddesinin 1, 2 ve 4. paragraflarına dayalı şikâyetlerinin kabuledilebilir olduğuna;
  1. Başvuruların kalan kısmının kabuledilemez olduğuna;
  1. AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiğine;
  1. AİHS’nin 5/2 ve 5/4 maddelerine ilişkin bir sorunun ortaya çıkmadığına;
  1. (a) Savunmacı devletin ikinci, üçüncü ve dördüncü başvuranların her birine, AİHS’nin 44/2 maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde:(i) 9,000 (dokuz bin) Euro manevi tazminat;(ii) bu miktarlara uygulanabilecek her tür vergiyi ödemesine;

(b) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten ödemenin yapılmasına kadar geçen süre için Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredilere uyguladığı faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın gecikme faizi olarak uygulanmasına;

  1. Adil tatmine ilişkin diğer taleplerin reddine

KARAR VERMİŞTİR.

İşbu karar İngilizce olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğü’nün 77. maddesinin 2. ve 3. paragrafları uyarınca 13 Nisan 2010 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

__________

Başvurucu Ranjbar ve Diğerleri
Davalı Ülke Türkiye
Başvuru No 37040/07
Karar Tarihi 13.04.2010
Kaynak http://www.inhak-bb.adalet.gov.tr/aihm/karar/ranjbarvedigerleri28.03.2011.doc

Charahili / Türkiye

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

CHARAHILI/Türkiye Davası
Başvuru No: 46605/07
Strazburg
13 Nisan 2010
İKİNCİ DAİRE

USUL

Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılan 46605/07 no’lu davanın nedeni, Tunus vatandaşı Malek Charahili’nin (“başvuran”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne, 25 Ekim 2007 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşme’nin (“AİHS”) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur.

Başvuran, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (“AİHM”) önünde, İstanbul Barosu avukatlarından A. Yılmaz tarafından temsil edilmiştir.

OLAYLAR

DAVANIN KOŞULLARI

Başvuran, 1986 doğumludur ve halen Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde tutulmaktadır.

Başvuranın Türkiye’ye gelişi ve başvuran aleyhindeki cezai yargılama

Başvuran, 2003 yılında ülkesini terk ederek Libya yoluyla Suriye’ye ulaşmış ve orada din eğitimi almıştır. Başvuran, Suriye’ye geldikten altı ay sonra, Suriye Hükümeti’nin Kuzey Afrika ülkelerine mensup vatandaşları gözaltına alma ve sınırdışı etme politikası uyarınca iki ay süre ile gözaltında tutulmuştur. Başvuran, serbest bırakıldıktan sonra 2005 yılının Mart ayında Suriye’den ayrılmış ve İstanbul’a gelmiştir. Daha sonra Hatay’a giderek çalışmaya başlamıştır. Başvuran, kimlik belgelerinin çalınması sebebiyle sahte pasaport edinmiştir.

Başvuran, 15 Ağustos 2006 tarihinde, El Kaide terör örgütü üyesi olduğu şüphesiyle Hatay Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi ekipleri tarafından yakalanmıştır. Başvuranın bir başka kişiyle paylaştığı evinde yapılan arama sonucunda bomba yapımında kullanılan maddeler bulunmuştur. Başvuran, polise verdiği ifadede El Kaide üyesi olmadığını ancak ülkesinde yasa dışı örgüt kabul edilen Ennahda üyesi olduğunu belirtmiştir.

Başvuran, 17 Ağustos 2006 tarihinde Adana Cumhuriyet Savcısı önünde ifade vermiş ve daha sonra Adana Sulh Ceza Mahkemesi tarafından tutuklanmıştır.

Başvuran, 18 Ağustos 2006 tarihinde, tutuklama kararına itiraz etmiş, ancak itirazı aynı gün reddedilmiştir.

14 Eylül 2006 tarihinde, Adana Cumhuriyet Savcısı, Türk Ceza Kanunu’nun 314. maddesi ile 3713 no’lu Kanun’un 5. maddesi uyarınca, başvuranın El Kaide terör örgütü üyesi olmak suçundan cezalandırılması istemiyle Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nde kamu davası açmıştır. Cumhuriyet Savcısı, iddianamesinde, diğer hususlar meyanında, Ennahda üyesi olması nedeniyle Tunus’ta başvuran hakkında yakalama emri çıkarıldığını ve başvuranın bu gerekçeyle 2003 yılında ülkesini terk ettiğini kaydetmiştir.

Adana Ağır Ceza Mahkemesi, 25 Eylül 2006 tarihinde, başvuran aleyhinde hazırlanan iddianameyi kabul etmiş ve davanın esasına ilişkin ilk duruşmanın 9 Kasım 2006 tarihinde yapılmasına karar vermiştir.

Başvuran, 9 Kasım 2006 tarihinde, Adana Ağır Ceza Mahkemesi önünde ifade vermiştir. Başvuran, diğer hususlar meyanında, El Kaide ile hiçbir ilgisinin bulunmadığını ve evinde bulunan maddelerin kendisine değil ev arkadaşına ait olduğunu belirtmiştir.

25 Ocak 2007 tarihinde, başvuranın temsilcisi, ilk derece mahkemesinden başvuranın tutukluluğunun devam etmesini talep etmiştir. Başvuranın temsilcisi, bu bağlamda, başvuranın Türk yetkililer ve BMMYK nezdinde kendisine mülteci statüsü tanınması talebinde bulunduğunu ve serbest bırakılırsa Tunus’a sınır dışı edilebileceğini belirtmiştir. Başvuranın kendisi de başvurusu sonuçlanıncaya dek tutukluğunun devam etmesini talep etmiştir. Aynı gün, ağır ceza mahkemesi, suçun niteliği ile başvuranın talebini göz önünde bulundurarak, başvuranın tutukluluğunun devamına karar vermiştir.

Adana Ağır Ceza Mahkemesi, 12 Nisan 2007 tarihinde başvuranın tutuksuz yargılanmasına karar vermiştir.

19 Şubat 2008 tarihinde, Adana Ağır Ceza Mahkemesi, başvuranın beraatına karar vermiştir.

Temyiz davası halen Yargıtay önünde derdesttir.

İdari kovuşturma

Başvuran, 19 Ocak 2007 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na başvurarak sığınma talebinde bulunmuştur.

16 Nisan 2007 tarihinde, İçişleri Bakanlığı sığınma talebini reddetmiştir. 24 Nisan 2007 tarihinde Adalet Bakanlığı tarafından Adana Cumhuriyet Savcılığı’na gönderilen belgeye göre, geçici sığınma talebi, başvuranın Türkiye’de bulunmasının kamu düzenini ve asayişi tehdit ettiği hususu ve isnat edilen suçlar göz önünde bulundurularak reddedilmiştir. Başvuranın talebinde samimi olmadığı ve Tunus’a sınır dışı edilmemek için geçici sığınma sisteminden faydalanmak istediği değerlendirmesi yapılmıştır.

25 Nisan 2007 tarihinde, Bakanlığın kararı başvurana tebliğ edilmiştir. Gönderilen yazıda, başvuranın iki gün içerisinde söz konusu karara karşı Bakanlığa itirazda bulunabileceği belirtilmiştir.

Belirtilmeyen bir tarihte, başvuran, 16 Nisan 2007 tarihli karara itiraz etmiştir. 18 Mayıs 2007 tarihinde, itirazının Bakanlık tarafından reddedildiği başvurana tebliğ edilmiştir. 25 Nisan ve 17 Mayıs tarihli kararlar, Arapça bilen bir polis memuru tarafından tebliğ edilmiştir.

3 Mayıs 2007 tarihinde, BMMYK tarafından başvurana mülteci statüsü tanınmıştır.

16 Ekim 2007 tarihinde, aleyhinde sınır dışı kararı alındığı başvurana tebliğ edilmiştir.

17 Ekim 2007 tarihinde, başvuran, Adana Emniyet Müdürlüğü’ne dilekçe yazmıştır. Başvuran, geçici sığınma talebinin 18 Mayıs 2007 tarihinde reddedildiğini ve kısa bir süre içerisinde Tunus’a sınırdışı edileceğini öğrendiğini ileri sürmüştür. Başvuran, avukatının idare mahkemeleri nezdinde sınırdışı kararına itiraz edeceği gerekçesiyle, söz konusu kararın yürütmesinin durdurulmasını talep etmiştir.

Aynı gün, başvuranın avukatı Danıştay’da dava açmıştır. Başvuranın avukatı, sığınma talebinin reddine hükmeden karar ile sınırdışı kararının iptalini talep etmiştir.

Başvuranın temsilcisi, 26 Ekim 2007 tarihinde, Adana Emniyet Müdürlüğü’ne bir dilekçe yazarak, Danıştay’da açtığı davayı bildirmiş ve başvuranın sınır dışı edilmemesini talep etmiştir.

Danıştay, 26 Ekim 2007 tarihinde, yetkisizlik kararı vererek dilekçeyi Ankara İdare Mahkemesi’ne göndermiştir.

14 Şubat 2008 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, İçişleri Bakanlığı’ndan başvuranın davasına ilişkin bütün belgelerin birer kopyasını talep etmiştir.

20 Mart 2008 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, başvuranla ilgili belgeleri edindikten sonra, başvuranın 2577 No.lu İdari Yargılama Usulü Kanunu’nda öngörülen altı günlük süre şartına uymadığını ileri sürerek başvuruyu reddetmiştir. İlk derece mahkemesi, Bakanlığın geçici sığınma talebinin reddedilmesi ve başvuranın sınır dışı edilmesi yönündeki kararının 18 Mayıs 2007 tarihinde başvurana tebliğ edildiğini ve başvuranın en geç 17 Temmuz 2007 tarihi itibariyle sözkonusu karara itiraz etmesi gerektiğini kaydetmiştir. Mahkeme, başvuranın Adana Emniyet Müdürlüğü’ne yazdığı 17 Ekim 2007 tarihli dilekçe ve AİHM’ye yaptığı başvurunun altı günlük sürenin işlemesine engel teşkil etmediğini kaydetmiştir.

Başvuranın temsilcisi, 20 Haziran 2008 tarihinde, 20 Mart 2008 tarihli kararı temyiz etmiştir. Başvuranın temsilcisi, dilekçesinde, başvuranın itirazını reddeden Bakanlık kararının kendisine tebliğ edilmediğini ve 25 Nisan 2007 tarihli belgeyi ceza davası dosyasından tesadüfen bulduğunu kaydetmiştir.

3 Temmuz 2008 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi Başkanı, başvuranın temsilcisine mahkeme ücretinin ödenmediğini ve on beş gün içerisinde posta yoluyla 161.80 YTL ödemesi gerektiğini bildirmiştir. Başvuranın temsilcisi, söz konusu miktarın ödenmemesi halinde başvuranın temyiz hakkından feragat etmiş sayılacağı konusunda uyarılmıştır.

11 Ağustos 2008 tarihinde, başvuranın temsilcisi, posta havalesi yoluyla 162 YTL’lik miktarı ödemiştir.

24 Ekim 2008 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, başvuranın temsilcisinin yapılan uyarıya rağmen mahkeme ücretini ödemediği gerekçesiyle başvuranın temyiz hakkından feragat ettiğine karar vermiştir.

12 Ocak 2009 tarihinde, başvuranın temsilcisi, mahkeme ücretini ödediğini iddia ederek 24 Ekim 2008 tarihli karara itiraz etmiş ve dilekçesini desteklemek üzere posta havalesinin bir kopyasını ibraz etmiştir.

2 Şubat 2009 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, 12 Şubat 2009 tarihinde açtığı temyiz davasıyla ilgili olarak, başvurana, temsilcisinin mahkeme ücretini ödemediğini bildirmiştir.

4 Mart 2009 tarihinde, başvuranın avukatı, 175 YTL tutarındaki mahkeme ücretini posta havalesi yoluyla ödemiştir.

Başvuranın Fatih Polis Karakolu’nda tutulması

Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nin başvuranın tutuksuz yargılanmasına ilişkin 12 Nisan 2007 tarihli kararının ardından, başvuran serbest bırakılmamış ve Adana Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’ne götürülmüştür.

12 Nisan 2007 tarihinde, başvuran, Adana’da bulunan Fatih Polis Karakolu’na gönderilmiştir.

12 Aralık 2007 tarihinde, başvuranın temsilcisi, Emniyet Genel Müdürlüğü’nden başvuranın serbest bırakılmasını talep etmiştir. Başvuranın temsilcisi, başvuranın küçük bir hücrede tutulduğunu ve AİHM’nin, 26 Ekim 2007 tarihinde, yeni bir talimat verilinceye kadar başvuranın Tunus’a sınır dışı edilmemesi gerektiğini Türk Hükümeti’ne bildirdiğini kaydetmiştir.

Başvuranın temsilcisi, talebine herhangi bir karşılık alamamıştır.

12 Mart 2008 tarihinde, başvuranın temsilcisi, İçişleri Bakanı, Adana Valisi, Adana Emniyet Müdürü ve Adana Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi Müdürü hakkında Adana Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulunmuştur. Başvuranın temsilcisi, söz konusu şahısların kanuna aykırı bir şekilde başvuranı özgürlüğünden mahrum bıraktıklarını ve başvuranın on aylık süre boyunca küçük bir hücrede alıkonmasının kötü muamele oluşturduğunu iddia ederek ilgili kişiler hakkında soruşturma başlatılmasını talep etmiştir. Başvuranın temsilcisi, normal şartlarda Türkiye’deki sığınmacılara geçici ikamet izni verilmesi nedeniyle başvuranın alıkonması için herhangi bir yasal dayanağın bulunmadığını kaydetmiştir. Başvuranın temsilcisi, ayrıca, hücredeki havalandırmanın yetersiz olduğunu ileri sürmüştür. Başvuran dışarıdan tamamen soyutlanmış ve başvuranın açık hava egzersizi yapmasına izin verilmemiştir. Ayrıca, başvuran doktora erişim hakkından da mahrum bırakılmıştır. Başvuranın dişi ağrıdığında diş hekimi tarafından muayenesine izin verilmemiş ve başvuran polis memurlarının kendisine verdiği ilacı kullanmak zorunda kalmıştır.

16 Nisan 2008 tarihinde, Adana Cumhuriyet Savcısı, başvuranın sınır dışı amacıyla polis tarafından alıkonmasında İçişleri Bakanı’nın herhangi bir suçu olmadığını belirterek İçişleri Bakanı aleyhinde ceza kovuşturması yapılmamasına hükmetmiştir.

23 Eylül 2008 tarihinde, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı, başvuranın avukatının Adana Valisi aleyhinde kovuşturma başlatılması yönündeki talebinin uygulanmamasına hükmetmiştir.

Aynı gün, başvuranın temsilcisi, müvekkilinin Fatih Polis Karakolu’ndan serbest bırakılması talebiyle Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı Yabancılar, Hudutlar ve İltica Dairesi’ne, Adana Emniyet Müdürlüğü’ne ve TBMM İnsan Hakları Komisyonu’na dilekçe yazmıştır.

Bu arada, başvuran, 1 Ekim 2007 ile 3 Kasım 2008 tarihleri arasında, Adana Devlet Hastanesi’nde yedi kez muayene olmuş ve tedavi görmüştür. Başvuran, göz doktoru, diş hekimi ve solunum sorunlarıyla ilgili olarak bir pratisyen hekim tarafından muayene edilmiştir.

Başvuran, 7 Kasım 2008 tarihinde, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ne gönderilmiştir.

12 Ocak 2009 tarihinde, TBMM İnsan Hakları Komisyonu Başkanı, başvuranın temsilcisine, başvuranın sınır dışı süreci tamamlanıncaya kadar alıkonacağını ve Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ne gönderildiğini bildirmiştir.

Tunus’ta başvuran hakkında açılan ceza davası

Belirtilmeyen bir tarihte, Tunus’ta, yasadışı bir örgüte üye olmak, örgüte yardım ve yataklık etmek ve mali destek sağlamak suçlarından başvuran ve diğer on iki kişi hakkında ceza davası açılmıştır. Başvuran tarafından Arapçadan Türkçeye çevrilen bir belgeye göre, 12 Ocak 2008 tarihinde, Tunus’ta bulunan bir ceza mahkemesi, başvuranı yasadışı bir örgüte üye olmak suçundan mahkum etmiş ve beş yıl hapis cezasına çarptırmıştır.

HUKUK

SINIR DIŞI İŞLEMLERİYLE İLGİLİ OLARAK AİHS’NİN 2. VE 3. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran, Tunus’a iade edilmesi halinde ölüm veya kötü muamele görme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı iddiasıyla AİHS’nin 2 ve 3. maddelerinin ihlal edildiği konusunda şikayetçi olmuştur.

AİHM, başvuranın şikayetinin yalnızca AİHS’nin 3. maddesi bağlamında incelenmesinin uygun olacağı kanaatindedir (Abdolkhani ve Karimnia, no. 30471/08; N.A./ İngiltere, no. 25904/07; Said / Hollanda, 2345/02).

Kabuledilebilirlik

AİHS’nin 35/3 maddesi uyarınca başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olmadığını kaydeden AİHM, ayrıca başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru bulunmadığını tespit eder. Bu nedenle şikayet kabuledilebilir niteliktedir.

Esas

Hükümet, başvuranın geçici sığınma talebinin yetkili makamlar tarafından incelenerek reddedildiğini ifade etmiştir. Hükümet, bu bağlamda, başvuranın yasadışı yollardan Türkiye’ye giriş yaptığını ve birkaç yıl boyunca sığınma talebinde bulunmadığını kaydetmiştir. Hükümet, ayrıca, başvuranın Ennahda ve El Kaide terör örgütlerine üye olmakla suçlandığını belirtmiştir. Hükümet, İçişleri Bakanlığı’nın, AİHS’nin 3. maddesinde öngörülen şartları, Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi hükümlerini ve BMMYK’nin başvurana mülteci statüsünün tanınması yönündeki kararını göz önünde bulundurarak başvuranın talebini değerlendirdiğini ileri sürmüştür. Hükümet, başvuranın Tunus’a iadesinin herhangi bir tehlike yaratmayacağı sonucuna varmıştır.

Başvuran, Tunus’ta, silahlı bir örgüt olmayan Ennahda’ya üye olmak suçundan gıyabında mahkum edilerek hapis cezasına çarptırıldığını belirtmiştir. Başvuran, uluslararası sivil toplum örgütleri tarafından hazırlanan raporlarda, terör şüphelilerinin işkence ve kötü muameleye maruz bırakıldıklarının belirtildiğini ileri sürmüştür.

AİHM, başvuranın Ennahda üyesi olduğunu iddia ettiğini ve Tunus’ta terör örgütüne üye olmak suçundan mahkum edildiğini ve beş yıl hapis cezasına çarptırıldığını gösteren bir belge sunduğunu gözlemlemektedir. AİHM, ayrıca, Hükümet’in söz konusu iddiaların doğruluğuna itiraz etmediğini gözlemlemektedir. Ayrıca, başvuran Türkiye’de El Kaide üyesi olmakla suçlandığında, Adana Cumhuriyet Savcısı, Ennahda üyesi olduğu şüphesiyle Tunus’ta başvuran hakkında yakalama emri çıkartıldığını kaydetmiştir. Dolayısıyla, AİHM, başvuranın Tunus’taki Ennahda terör örgütüne üye olduğuna dair herhangi bir şüphe bulunmadığı sonucuna varır.

Bu bağlamda, AİHM, yukarıda bahsi geçen Saadi – İtalya (no. 37201/06)kararında, Uluslararası Af Örgütü ile İnsan Hakları İzleme Örgütü raporlarında Tunus’ta rahatsız edici bir durumun mevcut olduğunun belirtildiğini gözlemlemiştir. AİHM, söz konusu raporlarda, terörle suçlanan kişilere işkence edildiği ve kötü muamelede bulunulduğuna dair çok sayıda vaka bulunduğundan bahsedildiğini kaydetmiştir (Saadi). AİHM, bu davada, Saadi kararında yapmış olduğu tespitlerden ayrılmasını gerektirecek herhangi bir gerekçe bulunmadığı kanaatindedir.

Ayrıca, Hükümet, iddia edildiği üzere, geçici sığınma talebiyle ilgili olarak başvuranla görüşüldüğünü veya ulusal makamların söz konusu talebi AİHS’nin 3. maddesinin gerekleri uyarınca incelediğini gösteren herhangi bir belge sunmamıştır. Ayrıca, sınır dışı kararının 17 Ekim 2007 tarihinde başvurana tebliğ edilmesine rağmen Ankara İdare Mahkemesi’nin başvuruyu zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddetmesi nedeniyle, başvuranın davası adli incelemeye tabi tutulmamıştır. AİHM, İçişleri Bakanlığı’nın Ankara İdare Mahkemesi önündeki dava dosyasına konmak üzere söz konusu belgeyi ibraz edip etmediği ya da sınır dışı emrinin başvuru yapıldıktan sonra başvurana tebliğ edildiği hususunun Ankara İdare Mahkemesi tarafından dikkate alınıp alınmadığı konusunu netliğe kavuşturamamıştır. Ayrıca, mahkeme ücretlerinin başvuranın avukatı tarafından ödenmiş olmasına rağmen, ödenmediği öne sürülerek avukatın temyiz talepleri reddedilmiştir. Özetle, idari makamlar başvuranla görüşme yapmamakla kalmamış, ayrıca, başvuranın Tunus’ta risk altında bulunduğu iddiasının esası adli makamlar tarafından incelenmemiştir.

Başvuranın geçici sığınma talebinin incelenmesine ilişkin tek belge, Adalet Bakanlığı’nın Adana Savcılığı’na gönderdiği 24 Nisan 2007 tarihli yazıdır. Yazıda başvuranın geçici sığınma talebinin, terör bağlantılı suçlarla itham edilmiş olması ve kamu düzeni ve güvenliğine bir tehdit oluşturduğu gerekçesiyle idari makamlarca reddedildiği belirtilmiştir. AİHM bu bağlamda AİHS’nin 3. maddesinin kesin niteliğini hatırlatır: bir devletin 3. madde bağlamında sorumluluğu bulunup bulunmadığının tespiti amacıyla kötü muameleye uğrama tehlikesi ile sınırdışı etmek için ortaya konulan gerekçelerin ağırlığının karşılaştırılması, sözkonusu muamele başka bir devlet tarafından yapılmış olsa dahi mümkün değildir. İlgili şahsın tutumu, ne kadar istenmeyen ve tehlikeli bir tutum olsa da dikkate alınamaz (bkz. Chahal – İngiltere, Karar raporları 1996-V; Saadi, yukarıda anılan;Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda anılan).

AİHM ayrıca başvuranın Tunus’a sınırdışı edilmesi halinde maruz kalacağını iddia ettiği tehlikelere ilişkin olarak BMMYK’nın vardığı sonuçlara yeterince önem vermelidir (bkz. Jabari – Türkiye, no. 40035/98; N.A. – İngiltere, yukarıda anılan; Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda anılan). Bu bağlamda AİHM, BMMYK’nın, Türk yetkililerin aksine başvuranla görüşerek korkularının inanılırlığını ve ülkesindeki şartlara ilişkin beyanının doğruluğunu değerlendirdiğini gözlemler. BMMYK, bu görüşmenin sonucunda başvuranın ülkesinde kötü muamele tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu tespit etmiştir.

AİHM, bu şartlar altında, tarafların sunduğu delillerin, kendi isteğiyle edindiği delillerle birlikte, başvuranın Tunus’a sınırdışı edilmesi halinde AİHS’nin 3. maddesine aykırı bir muameleye maruz kalma tehlikesi bulunduğuna karar vermesi için yeterli olduğunu tespit etmiştir. AİHM bu bağlamda aynı zamanda Hükümetin, başvuranın ülkesinde karşılaşabileceği tehlikelere ilişkin iddialarını şüpheye düşürecek herhangi bir savunma ya da belge ortaya koyamadığını kaydeder (bkz. Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda anılan).

Sonuç olarak AİHM, başvuranın Tunus’a geri gönderilmesi halinde AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edileceğine karar vermiştir.

AİHS’NİN 5/1 MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran AİHS’nin 5. maddesine dayanarak, Adana Ağır Ceza Mahkemesi’nin tutuksuz yargılama ve beraat kararına rağmen yasal dayanağı olmadan uygulanan gözaltının kanunsuz olduğunu öne sürmüştür.

Kabuledilebilirlik

AİHM, başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru taşımadığını tespit eder. Bu nedenle başvurunun bu kısmı kabuledilebilir niteliktedir.

Esas

Hükümet, gözaltı işleminin 5683 sayılı Kanun’un 23. maddesi ve 5682 sayılı Kanun’un 4. maddesine dayandığını ve başvuranın AİHS’nin 5/1 (f) maddesine uygun olarak sınırdışı işlemleri sonuçlanana kadar tutulduğunu ifade etmiştir.

Başvuran gözaltının iç hukukta yasal dayanağı olmadığını ifade etmiştir.

AİHM, aynı mağduriyeti Abdolkhani ve Karimnia (yukarıda anılan) davasında incelediğini hatırlatır. Sözkonusu davada sınırdışı etmek amacıyla gözaltına alma ve gözaltı süresinin uzatılması prosedürünü düzenleyen açık yasal hükümler bulunmaması nedeniyle başvuranların özgürlüklerinden mahrum edilmesinin AİHS’nin 5. maddesine göre “hukuki” olmadığını tespit etmiştir.

AİHM somut davayı incelemiş ve yukarıda anılan Abdolkhani ve Karimnia kararındaki tespitlerinden ayrılmasını gerektirecek özel koşul tespit etmemiştir.

Dolayısıyla AİHS’nin 5/1 maddesi ihlal edilmiştir.

BAŞVURANIN GÖZALTINDA TUTULMASI İLE BAĞLANTILI OLARAK AİHS’NİN 3. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran AİHS’nin 3. maddesine dayanarak, Fatih Polis Karakolunda yaklaşık 20 ay süre ile kötü koşullarda tutulduğunu ve bu süre içerisinde kendisine yeterli tıbbi yardım sağlanmadığını öne sürmüştür.

Tıbbi yardım

Hükümet, başvurana sağlığıyla ilgili olarak yeterli tıbbi destek sağlandığını ifade etmiştir. Hükümet, iddiası ile ilgili olarak başvuranın doktorlarca muayene edildiğini gösteren birtakım belgeler sunmuştur.

AİHM, başvuranın, Fatih Polis Karakolunda tutulmakta iken, 1 Ekim 2007 ile 3 Kasım 2008 tarihleri arasında birtakım tıbbi muayenelere tabi tutulduğunu gözlemler. Başvuran, özellikle solunum sorunları nedeniyle bir pratisyen hekim tarafından muayene edilmiştir. Ayrıca bir göz doktoru ve bir diş hekimi tarafından muayene edilmiştir. Her muayeneden sonra kendisine ilaç yazılmış ya da tedavi kararı verilmiştir.

Yetkililerin başvuranın yeterince ayrıntılı doktor muayenesinden geçmesini sağlamış ve başvurana uygun tedavi imkanı sağlanmış olması nedeniyle AİHM başvuranın yeterli tıbbi yardım aldığına karar vermiştir. Dolayısıyla başvurunun bu kısmı açıkça dayanaktan yoksun olması nedeniyle AİHS’nin 35. maddesinin 3 ve 4. paragrafları uyarınca reddedilmelidir.

Gözaltı koşulları

Kabuledilebilirlik

AİHM, başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olmadığını ve başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru taşımadığını tespit eder. Bu nedenle başvurunun bu kısmı kabuledilebilir niteliktedir.

Esas

Hükümet başvuranın, iddia edildiği gibi Fatih Polis Karakolunda gözaltında tutulmadığını ancak karakolun bodrum katında bulunan misafirhanede tutulduğunu ifade etmiştir. Bodrum katta kapısı hiçbir zaman kilitli tutulmayan 6 oda ve yabancıların televizyon izleyebilecekleri bir ortak alan bulunmaktaydı. 24 saat sıcak su ve bir ankesörlü telefon vardı. Odalar klimalıydı ve merkezde tutulanlar dışarı çıkıp karakol avlusunda futbol oynayabiliyorlardı. Hükümet ayrıca başvuranın tutulduğu odanın 20.58 m2 alana sahip olduğunu kaydetmiştir.

Başvuran Fatih Polis Karakolunda 19 ay 26 gün tutulduğunu, kaldığı odanın kirli olduğunu ve bodrum katta olması nedeniyle ciddi havasızlık sorunu olduğunu, odanın 12 m2 genişliğe sahip olduğunu ve 10 kişinin kalacağı şekilde düzenlendiğini, ancak bazen aynı anda 25 kişinin odada tutulduğunu, dolayısıyla bir yatağın 2-3 kişi tarafından paylaşıldığını ifade etmiştir. Başvuran, karakolun avlusuna sadece iki defa çıkma imkanı bulduğunu iddia etmiştir.

AİHM, AİHS’nin 3. maddesine göre devletin gözaltında/tutuklu bulunan şahısların insanlık onuruna saygıyla uyumlu şekilde tutulmasını ve tedbirin infaz şeklinin tutulu şahsı, gözaltı/tutukluluğun yapısında var olan, önlenemez sıkıntı düzeyini aşan yoğunlukta stres ve ıstıraba tabi tutulmamasını ve şahsın sağlık ve esenliğinin yeterince korunmasını sağlamaya zorunlu olduğunu hatırlatır. Gözaltı/tutukluluk koşulları değerlendirilirken sözkonusu koşulların kümülatif etkileri ve gözaltı/tutukluluğun süresi göz önünde bulundurulmalıdır (bkz. Dougoz – Yunanistan, no. 40907/98; Kalashnikov – Rusya, no. 47095/99).

Somut davada AİHM öncelikle başvuranın Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barındırma Merkezi’ne naklinden önce, 12 Nisan 2007 – 7 Kasım 2008 tarihleri arasında, yani neredeyse 20 ay süre ile bir Polis Karakolunun bodrum katında tutulduğunu gözlemler. AİHM ayrıca Hükümetin Fatih Polis Karakolunun bodrum katının sıradan bir polis nezarethanesi olmayıp yabancı uyruklu şahısların tutulması için düzenlenmiş bir “misafirhane” olduğunu iddia ettiğini gözlemler. Ancak savunmacı Hükümet oradaki yaşam koşullarına ilişkin ifadelerini desteklemek üzere belgeye dayalı deliller sunmamış, böylelikle karakolun bodrum katının binanın geri kalanından farklı olduğu iddiasını kanıtlayamamıştır. Bu nedenle AİHM başvuranın, şahısların CMK’nın ilgili hükümleri uyarınca en fazla dört gün gözaltında tutulabilmesi için düzenlenmiş sıradan bir polis nezarethanesinde yaklaşık 20 ay tutulduğunu kabul etmektedir.

AİHM bu bağlamda Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin (AİÖK), gözaltında bulundurulan göçmenlerin sıradan polis karakollarında bir süre geçirmek durumunda kalabilmelerine karşın, bu tür yerlerdeki koşulların genellikle uzun gözaltı süreleri için uygun olmaması nedeniyle buralarda tutuldukları sürenin mutlak asgari düzeyde tutulması gerektiğini vurguladığını kaydeder. AİHM, Fatih Polis Karakolundaki gözaltı şartlarına ilişkin iddialarının doğruluğunu teyit edememekle birlikte, başvuranın karakolun bodrum katında tutulduğu kesindir. Dolayısıyla, özellikle karakolda tutulduğu aşırı uzun süre dikkate alındığında AİHM, karakolun bodrum katındaki gözaltı koşullarının AİHS’nin 3. maddesine aykırı olarak aşağılayıcı bir muamele teşkil ettiği kanaatindedir.

Buna göre, başvuranın gözaltı koşulları nedeniyle AİHS’nin 3. maddesi ihlal edilmiştir.

AİHS’NİN DİĞER MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran AİHS’nin 5. maddesine dayalı olarak, 15 Ağustos 2006 tarihinde gözaltına alındığında bir tercüman tahsis edilmediğini öne sürmüştür. Ayrıca AİHS’nin 6. maddesine dayalı olarak, hakkında yürütülen işlemler boyunca tercüman imkanı sağlanmadığını ileri sürmüştür. 6 ve 13. maddelere dayalı olarak, hakkında yürütülen ceza ve Danıştay’da görülen idari kovuşturmalarının makul bir süre içerisinde tamamlanmadığını; 8. maddeye dayalı olarak, gözaltına alınması ve sınırdışı etme amacıyla gözaltında tutulmasının özel ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkına haksız bir müdahale oluşturduğunu öne sürmüş, son olarak hakkında çıkarılan sınırdışı kararına ilişkin yargılamanın 7 no’lu Protokolün 1. maddesine aykırı olduğunu iddia etmiştir.

Dava olayları, tarafların ifadeleri ve AİHS’nin 3 ve 5/1 maddelerinin ihlal edildiği tespiti dikkate alındığında AİHM, somut davada ortaya atılan temel hukuki sorunun incelenmiş olduğu kanaatindedir. Dolayısıyla başvuranın AİHS’ye dayalı kalan şikâyetleri ile ilgili ayrı bir hüküm verilmesinin gerekli olmadığına karar vermiştir (bkz. örneğin, Kamil Uzun – Türkiye, no. 37410/97; Çelik – Türkiye no. 1), no. 39324/02; Juhnke – Türkiye, no. 52515/99; Getiren – Türkiye, no. 10301/03; Mehmet Eren – Türkiye, no. 32347/02).

AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

AİHS’nin 41. maddesine göre:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve Protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

Tazminat

Başvuran 64,000 Euro manevi, gözaltında bulunduğu sürede uğradığı gelir kaybına karşılık olarak ise 16,625 Euro maddi tazminat ödenmesini talep etmiştir.

Hükümet taleplere karşı çıkmıştır.

AİHM, tespit edilen ihlal ile talep edilen maddi tazminat arasında illiyet bağı kuramamaktadır; bu nedenle talebi reddeder. Ancak başvuranın, sadece ihlal tespitiyle yeterince tazmin edilemeyecek manevi zararlara uğramış olması gerektiğini kabul eder. İhlallerin ağırlığını dikkate alarak ve hakkaniyete uygun bir değerlendirmeyle başvurana bu başlık altında 26,000 Euro ödenmesini uygun bulmaktadır.

AİHM ayrıca, davanın özel koşullarını, AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlali tespitini ve ihlalin sona erdirilmesi acil ihtiyacını dikkate alarak savunmacı devletin başvuranın tahliyesini mümkün olan en kısa zamanda sağlaması gerektiği kanaatindedir (bkz. Assanidze – Gürcistan [BD], no. 71503/01).

Yargılama masraf ve giderleri

Başvuran ayrıca ulusal mahkemeler ve AİHM önünde tahakkuk eden masraf ve giderler için 10,829 Euro talep etmiş, talebini desteklemek üzere ulusal mahkemelere ödediği harç makbuzları, telefon faturaları, bir adet İstanbul – Adana uçak bileti fotokopisi ve kendisini ulusal mahkemeler önünde temsil eden avukata ödediği miktarı gösteren bir fatura ibraz etmiştir. Ek olarak avukatının dava üzerinde toplam 21 gün 9 saat çalıştığını ifade etmiş ve AİHM’ye talebini destekleyici bir zaman çizelgesi ibraz etmiştir.

Hükümet, sadece gerçekten tahakkuk etmiş masrafların geri ödenebileceğini belirterek talebe itiraz etmiştir.

AİHM’nin içtihadına göre bir başvuran, ancak masrafların gerçekten ve gerektiği için yapıldığı ve miktarın makul olduğu kanıtlanmış ise bunları geri almaya hak kazanmaktadır. Sözkonusu davada elindeki bilgileri ve yukarıdaki ölçütleri göz önünde bulundurarak, Avrupa Konseyi’nden alınan 850 Euro’luk adli yardım miktarı çıkarılmak üzere, tüm masraf ve harcamalara karşılık olarak 3,500 Euro ödenmesini uygun bulmaktadır.

Gecikme faizi

AİHM, gecikme faizi olarak Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi faizlerine uyguladığı orana üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın uygun olduğuna karar vermiştir.

BU GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,

  • AİHS’nin 2 ve 3. maddelerine dayalı şikâyetler (sınırdışı işlemleri ve başvuranın gözaltında tutulmasına ilişkin olarak) ile 5/1 maddesine dayalı şikâyetin kabuledilebilir; tıbbi yardım sağlanmadığı iddiasına ilişkin, AİHS’nin 3. maddesine dayalı şikâyetin ise kabuledilemez olduğuna;
  • Başvuranın Tunus’a sınırdışı edilmesinin AİHS’nin 3. maddesine aykırı olacağına;
  • AİHS’nin 2. maddesine dayalı ayrı bir sorun bulunmadığına;
  • Başvuranın Fatih Polis Karakolu ve Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde tutulması nedeniyle AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiğine;
  • Başvuranın Fatih Polis Karakolunda tutulması nedeniyle AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edildiğine;
  • Başvuranın AİHS’nin 5, 6, 8 ve 13. maddeleri ile 7 no’lu Protokolün 1. maddesine dayalı diğer şikâyetlerinin ayrıca incelenmesine gerek bulunmadığına;
  • (a) Savunmacı devletin başvuranın en kısa zamanda tahliye edilmesini sağlaması gerektiğine;
    (b) Savunmacı devletin başvurana, AİHS’nin 44/2 maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihinde geçerli olan kur üzerinden Türk Lirasına çevrilmek üzere:(i) 26,000 (yirmi altı bin) Euro manevi tazminat;(ii) Adli yardım olarak verilen 850 (sekiz yüz elli) Euro çıkarılmak üzere, 3,500 (üç bin beş yüz) Euro yargılama masraf ve giderleri;(iii) bu miktarlara uygulanabilecek her tür vergiyi ödemesine;
    (c) Sözkonusu sürenin bittiği tarihten ödemenin yapılmasına kadar geçen süre için Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredilere uyguladığı faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın gecikme faizi olarak uygulanmasına;
  • Adil tatmine ilişkin diğer taleplerin reddine

KARAR VERMİŞTİR.

İşbu karar İngilizce olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğü’nün 77. maddesinin 2. ve 3. paragrafları uyarınca 13 Nisan 2010 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

__________

Başvurucu

Charahili

Davalı Ülke

Türkiye

Başvuru No

46605/07

Karar Tarihi

13 Nisan 2010

Kaynak

www.inhak-bb.adalet.gov.tr/aihm/karar/charahili18.03.2011.doc

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Göç, Mülteciler ve Nüfus Komitesi Raporu: “Geri kabul düzenlemeleri: düzensiz göçmenlerin geri gönderilmesine yönelik bir mekanizma” (16 Mart 2010)

Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi Göç, Mülteciler ve Nüfus Komitesi Raporu

“Geri kabul düzenlemeleri: düzensiz göçmenlerin geri gönderilmesine yönelik bir mekanizma”

16 Mart 2010

Raportör: Ms Tineke STRIK, Hollanda, Sosyalist Grup

Özet

Geri kabul anlaşmaları, bir ülkenin kendi yurttaşlarını geri kabul yükümlülüklerini ortaya koyar ve tanımlar. Kimi geri kabul anlaşmaları ayrıca taraf devletlerin kendi topraklarından geçen üçüncü ülke yurttaşlarını geri kabul yükümlülüğü taşıyacakları koşulları da belirler. Geri kabul anlaşmalarını savunanlar bu anlaşmaların insan hakları açısından yansız olduklarını, sadece düzensiz göçmenlerin yerlerine gönderilmeleri için bir araç olarak işlev gördüklerini ileri sürerler. Daha kuşkucu bakanlar ise, geri kabul anlaşmalarının düzensiz göçmenlerin insan hakları ve uluslararası korunma ihtiyacı olanların da ülkelerine geri gönderilmeme hakkı açısından tehdit oluşturma riski barındırdığını iddia ederler.

Kaygıların ana nedeni, üçüncü ülke yurttaşlarının geri kabulüyle ilgilidir. Kendi kaynak ülkeleri olmayan bir ülkeye iade edilen düzensiz göçmenler, özellikle sosyal haklar bakımından sürdürülemez bir duruma düşme riskiyle karşı karşıya kalabilirler. Ayrıca, üçüncü ülkeye gönderilenlerin, geçtikleri ülkelerin herhangi birinde sığınma başvurusu imkânı bulamadan kendi çıkış ülkelerine geri gönderilmeleri gibi bir risk de söz konusudur. Avrupa Birliği geri kabul anlaşmaları 2007 yılından bu yana yalnızca bu gruba uygulandığından, bugüne dek üçüncü ülke yurttaşlarının geri kabulüyle ilgili pek az deneyim edinilmiştir. Geçiş ülkelerine dönüşlerin sayısında artış beklenebileceğinden, bu gelişime yakından bakılması önem kazanmaktadır. Geri kabul anlaşmalarının uygulanmasına ilişkin istatistik bilgi bulunmamaktadır.

Parlamenter Meclisi üye devletlerle Avrupa Birliği’nin yalnızca insan haklarına saygılı ve işleyen bir sığınmacı sistemine sahip ülkelerle görüşülüp uygulanmasını tavsiye etmektedir. Burada geri kabul anlaşmalarının insan hakları açısından uygun hukuksal güvenceler içermesinin sağlanması öngörülmektedir. Üye devletlerden ayrıca geri kabul anlaşmalarının uygulanmasına ilişkin istatistik toplamaları ve bir de bunların kullanımına ilişkin bir izleme mekanizması oluşturma konusunu düşünmeleri istenmektedir.

Belgeyi pdf formatında bilgisayarınıza indirmek için tıklayınız. (Türkçe)

Belgenin orijinalini pdf formatında bilgisayarınıza indirmek için tıklayınız. (İngilizce)

2009’da Mülteciler ve Mülteci Hakları

Av. Taner Kılıç

2009, Türkiye’de önemli insan hakları tartışmaları, içeride ve dışarıda politik açılımlar, yerel seçimler, AB üyelik müzakere süreci ve bu kapsamda yapılanların yoğun olarak konuşulduğu bir yıl oldu. Özellikle son aylarda Kürt sorunu ve ordunun devlet yönetimindeki rolü üzerine yürütülen tartışmalar yeniden dikkatleri bu alandaki problem konularına çekti. Bu sorunlar gerçekten çok önemli ve bulunacak çözüm mekanizmaları şüphesiz ülke olarak geleceğimiz adına da hepimiz için hayati değerde olacak. Ancak Türkiye’deki sorunlar sadece bunlar değil ve Türkiye’de sadece TC vatandaşlarının sorunları bulunmamakta. Vatandaşlık bağına bağlı olmaksızın Türkiye’de önemli sayıda insan mülteci, sığınmacı ve göçmen olarak bir dizi sorunlar yaşamaya devam etmekte. Bu sorun alanlarının bir kısmı hayati önem taşımakta.

2009 yılında Türkiye’de bu alanda tam olarak kaç kişiden bahsettiğimize dair elimizde kesin rakamlar yok. Zira yıl içinde İçişleri Bakanlığı’na Bilgi Edinme Hakkı Yasası kapsamında yaptığımız başvurulara olumlu bir cevap alamadık. Aldığımız olumsuz cevaplara ilişkin yaptığımız itiraz başvuruları da henüz sonuçlanmadı. Bu nedenle İçişleri Bakanlığı’na kayıtlı sığınmacı ve mülteci nüfusu ile sınırdışı edilen veya edilmek üzere bekletilen tüm yabancı kişilerin sayısı hakkında net bir şey söyleyebilmek mümkün değil. Ancak sanırız 2009 yılı sonunda Türkiye için 19 bin civarı bir sığınmacı ve mülteci nüfustan bahsedebiliriz. Sırasıyla Irak, İran, Afganistan ve Somali, Türkiye’ye sığınmış olan sığınmacıların kaçmış oldukları belli başlı ülkeler. Buna karşılık İnsan Hakları Araştırmaları Derneği’nin (İHAD) basında çıkan haberlerden yola çıkarak yaptığı araştırmaya göre ocak-kasım ayları dahil olmak üzere 2009 yılında bir şekilde “illegal hareket halinde yakalanan” ve iltica prosedürüne sokulmadan sınırdışı edilen insan sayısı 19 bin 618. Bu sayının ne kadarının mülteci korumasından yararlandırılması gerekirken böyle yapılmayıp ülkesine sınırdışı edildiği, orada da başlarına ne geldiği ise -takdir edersiniz ki- belli değil.
2009 yılını global olarak değerlendirerek iyi veya kötü diyebilmek çok zor. Kuşkusuz bu alanda da yaşamın diğer alanlarında olduğu gibi hem iyi hem kötü gelişmeler oldu. Belki bunlardan önemli gördüğümüz bir kısmına tek tek göz atmaya çalışmak daha fikir verici olacaktır:

Mahmur’dan dönüş

Av. Taner KILIÇ
Mültecilerle Dayanışma Derneği Başkanı
ktaner@gmx.net

Uzun yıllardır konuşulan Mahmur mülteci kampı bu kez Türkiye’de çok önemli bir politik açılımın önemli bir paragrafı olarak gündeme geldi. Mültecilerin kendi ülkelerine dönmeleri için elbette o ülkede olumlu anlamda ciddi bir değişiklik olması, en azından bu değişikliğin ciddi adımlarının görülmesi ve bu değişme iradesinin o ülkeden kaçan mülteciler için inandırıcı bulunması gerekir. Aksi takdirde can güvenliklerinin tehdit altında bulunduğu iddiasıyla ülkeden kaçanlar niçin geri dönsünler? Bu nedenle bugün hükümet ve bu açılımda rol oynayan aktörlerin Mahmur hakkında önemli bir tartışma yürütmesi gayet normal. Muhtemelen Mahmur konusu başarıyla sonuçlandırılmış olursa açılım sürecinde de çok önemli bir köşe dönülmüş olacak.

Şüphesiz 12.000 civarı nüfusuyla Mahmur (ve kamuoyunda pek anılmasalar da Duhok’taki 5 ayrı yerleşim merkezindeki yaklaşık 5.000 Türkiye kökenli Kürt mülteci) sadece Türkiye açısından değil, dünya iltica tarihi açısından da küçümsenemeyecek sayıda bir mülteci kitlesini ifade ediyor. Çok dillendirilmese de yakın geçmişimizdeki Türkiye şartlarından “zulüm tehdidi” altında olduğunu söyleyerek kaçan bu nüfus aslında yalnız değil: Birleşmiş Milletler (BM) verilerine göre, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra sadece 1995 yılına kadar 350.000 civarı Türkiye vatandaşı Avrupa ülkelerine sığındı. 1980-1999 yılları arasında ise Avrupa da dahil olmak üzere tüm ülkelere kaçan insan sayımız 579.510 oldu. Bugün ise geri dönenler ve bulundukları ülkelerin vatandaşlığına geçenler hariç olmak üzere 221.000 Türkiye vatandaşı başka ülkelerde halen “mülteci” statüsünde yaşıyorlar. Bu sayı ile bugün dünyada mülteci üreten ülkeler sıralamasında 9. sıradayız. Takdir edersiniz ki bu rakamlar göğüs kabartacak türden değil. Bu nedenle Ermenistan, Suriye, Irak ve Yunanistan gibi konularda “açılım” çabası içinde görülen hükümetin aynı zamanda kendi vatandaşlarından başka ülkelerde mülteci durumunda bulunan kişilerin sayısını azaltmaya çalışması gayet doğal olarak algılanmalıdır. Kuşkusuz başka ülkelerde “mülteci” statüsünde bulunan kişilerin “gönüllü” geri dönüşleri aynı zamanda menşe ülkede bir şeylerin olumlu çizgide değiştiğinin önemli ve “güvenilir” birer politik göstergesi olacaktır.

Ancak Mahmur’dan dönüşler kesinlikle sadece bir politik tartışma konusu olarak değerlendirilmemelidir. Konunun asıl olarak mülteci hukuku ve dolayısıyla insan hakları hukuku boyutu vardır ve bu aşamada bu alana da eğilmekte bir zorunluluk bulunmaktadır. Mülteci koruması ve hukukunun nihai hedefi kişinin kendini zulüm tehdidi altında görerek kaçtığı “menşe” ülkesine güvenli, gönüllü ve onurlu bir şekilde geri dönmesinin sağlanmasıdır. Ancak bunun sağlıklı olarak yapılabilmesi için de sürecin mülteci hukukuna uygun oluşturulması; yasal ve sosyo-politik zeminin hazırlanması, geri dönüş mekanizmalarının geliştirilmesi ve tüm bu sürecin şeffaf olarak en baştan yıllar sonrasına kadar “izlenebilmesi” gerekmektedir.

Biz mülteci hakları savunucusu insan hakları aktivistleri olarak konunun politik bir tarafı olmadığımız için Mahmur’daki mültecilere “dönsünler” veya “dönmesinler” diyebilme lüksünü kendimizde görmüyoruz. Bu, netice itibariyle mültecilerin kendi hayatları hakkında hür iradeleri ile vermeleri gereken en önemli karardır. Ancak eğer döneceklerse bunun uluslararası mülteci mevzuatı ve teamülü açısından bir yolu-yordamı olduğu ve buna riayet edilmesinin gerektiği konusunda ikazda bulunmak adına sesimizi yükseltmek sorumluluğu hissediyoruz. Aksi takdirde iyi niyetlerle yola çıkılmış bile olsa sürecin sağlıklı işletilemeyeceğini ve belki halihazırdaki durumdan daha kötü sorunların ortaya çıkabileceğinden endişe ediyoruz.

Konu hakkında medyada çıkan birçok haberden ve hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalardan öğrendiğimize göre Mahmur’dan geri dönüşler hakkında uzun süredir Türkiye, Irak (merkezi hükümeti) ve ABD arasında üçlü görüşmeler sürmektedir. Ancak görüşme masasında mülteciler, mülteciler adına temsilciler, bağımsız STK’lar veya en önemlisi 60 yıla varan birçok coğrafyadan deneyimi ile Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) bulunmamaktadır. Mültecilerin bundan sonraki yaşam ve hayatları hakkında tabi ki sadece menşe ülke ve sığınılan ülkenin temsilcilerinin kafa kafaya vererek bir pazarlık süreci yürütmesine itibar edemeyiz. Bu son derece tehlikeli ve uluslararası mülteci korumasının tamamını sarsabilecek ve her zaman için olumsuz polemiğe açık bir durum oluşturabilir. Oysa 2004 yılında başlayan Mahmur hakkındaki görüşmelerde masada Türkiye ve Irak yanı sıra BMMYK da vardı ve aslında bir sonuca ulaşılmıştı. Ancak o tarihte görüşmeler sonunda varılan sonuç hiçbir zaman uygulanmaya konmadı. Bu kez –nedenini anlayamadığımız bir şekilde- BMMYK sürecin içine dahil edilmeden bir sonuç alınmaya çalışılıyor. Öğrenebildiğimiz kadarıyla görüşmelere Irak merkezi hükümeti adına katılan bir bakan görüşme konuları hakkında Mahmur’daki kampın yönetiminde söz sahibi olan Mülteci Komitesine bilgilendirme yapıyor. Ancak bu bilgilendirmenin ne kadar doğru, şeffaf ve geri bilgilendirmenin ne kadar düzenli ve sağlıklı yapılabildiği belli değil. Süreç, sivil toplum ve BMMYK’ne yönelik şeffaf işletilmediğinden bunu tespit edebilmemiz neredeyse imkansız. Özellikle Mahmur’un Irak merkezi yönetimi ile Kürt Federe Bölgesi arasında ciddi bir aidiyet tartışması konusu olduğunu bilmemiz bu konudaki kaygılarımızı arttırıyor. Basında çıkan haberlerden kamptaki mültecilere süreç hakkında tatmin edici bir bilgilendirme yapıldığına dair bir kaynak öğrenemiyoruz. Keza, mültecilerin de Türkiye’de son zamanlardaki gelişmeler ve dönmek isteyen kişilere vaad edilen teminatlar hakkında bilgi sahibi olduklarına dair hemen hiçbir açıklama ve yorum gelmiyor.

Esasen Mahmur’dan gönüllü, güvenli ve onurlu geri dönüşleri programlamaya çalışan bu müzakere sürecinin kamuoyuna açık, sivil toplum ve hele BMMYK ile işbirliği içinde götürülmesi bir “zorunluluk” olarak karşımızda durmakta. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu kadar çok sayıda TC vatandaşı kitlesel bir mülteci grubunun Türkiye’ye kabulü benzeri tarihimizde başka bir tecrübemiz yok. Onca hazırlık sürecine rağmen –sadece 26 mültecinin Mahmur’dan dönüşünde olduğu gibi- olası pek çok problem ciddi krizlere neden olabilir. Oysa BMMYK’nın kuruluşundan itibaren yaklaşık 60 yıldır bu konuda geliştirdiği kılavuz ilkeleri ve her coğrafya ve topluluktan birikmiş ciddi bir tecrübesi var: BMMYK örneğin Vietnam, Kamboçya, eski Yugoslavya ve Afganistan’a geri dönüşlerde lider kuruluş sorumluluğunu büyük bir başarıyla yürüttü. Geri dönüşleri sağlıklı ve başarılı bir şekilde uygulamak isteyen bir hükümetin apolitik ve alanında uzman bu BM organından yararlanması gerekmektedir. Bu durum, şeffaf bir işleyiş nedeniyle yurt içinde ve dışında hem Ankara’nın elini güçlendirmekte hem de mültecilerin haklarının güvence altına alınmasının mekanizmalarını oluşturmak adına mültecilere güvence vermektedir. Gönüllü geri dönüşler hakkında BMMYK ile işbirliği konusu kanaatimizce 14 Aralık 1950 tarihli BM Genel Kurul kararı ve 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesine göre hukuki bir zorunluluktur. Türkiye de BM’in kurucu üyesi, 1951 Sözleşmesinin hazırlayıcı ve yürütme komitesi üyesi olarak taraf bir ülke olmasından dolayı bu düzenlemelere uygun hareket etme sorumluluğu içindedir.

Türkiye’nin tüm bu düzenlemeler, BM’nin kılavuz ilkeler ve BMMYK’nin yıllara dayanan tecrübesine sırtını dönerek bu açılımı kendi başına gerçekleştirmeye ve başarmaya çalışması en basit değerlendirmeyle çok “tehlikelidir”; tüm bu süreç Türkiye hükümetinin ciddi olarak aleyhine sonuçlanabilir. Mülteciler ise böylesi şeffaf olmayan bir süreçten geçerek dönerlerse onları tam olarak neyin beklediği kesinkes belli olmayacaktır. Sürecin sivil toplum ve BMMYK gözetiminde işlemesi ise tüm taraflara güvence vererek rahatlatacak ve kazandıracaktır. Aksi halde ise büyük bir fiyasko ve düş kırıklığı ortaya çıkabilir. Bu ise sanırız olaya samimi ve insan hakları perspektifinden yaklaşan hiç kimsenin istemediği bir durum olacaktır.

Yaşamın Kıyısında Türkiye’de Mülteci Olmak

Av. Abdulhalim Yılmaz
İstanbul Barosu

Mülteciler (bir başka adlandırma ile sığınmacılar), daha güvenli bir yaşam için, belki de sadece hayatta kalabilmek için, zorunlu olarak kendi ülkelerini terk ettiklerinde, belirsiz ve güvensiz bir yaşama da adım atmış olurlar. Zulüm görmemek, hapse girmemek, işkenceye maruz kalmamak için bıçak kemiğe dayandığında kendi ülkesini terk eden mülteciler, kimi zaman güvenli bir yaşama kavuşsa da, bir kısmı sınırlarda, denizlerde veya başka yerde trajik bir biçimde yaşamları son bulabilmektedir.

Dünya üzerinde en çok mülteci barındıran ülkeler gelişmiş, sanayileşmiş Batı ülkeleri değildir. Pakistan, İran, Suriye gibi ülkeler, her biri milyonu aşkın mülteciye ev sahipliği yapmaktadır.  Bu ülkelere kıyas edildiğinde Türkiye’deki mülteci sayısı çok düşüktür (yaklaşık yirmi bin kişi).

Türkiye için genellikle doğu  – batı arasında coğrafi köprü niteliği nedeniyle mülteciler için bir geçiş ülkesi olarak değerlendirilir. Ancak, kültürel olarak yakınlık hisseden (nispeten az sayıda olsa da) bazı mülteciler için güvenli bir ülke olarak görüldüğü gibi, Türkiye içinde yaşanan sorunlardan dolayı -12 Eylül darbesi, Kürt sorunu gibi – birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı da başka ülkelere mülteci olarak sığınmak zorunda kalmıştır.

Ülkemizde güvenli bir yaşam bulabileceği umuduyla gelen veya güvenli üçüncü bir ülkeye gitmek için Türkiye’de bulunan mülteciler çok ciddi ve ağır koşullarda yaşamlarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar. Bunları genel olarak sosyal ve hukuksal sorunlar olarak ikiye ayırmak mümkündür.

SOSYAL SORUNLAR

Mülteciler için temel ihtiyaç  yaşamını devam ettirebilmektir. Bu da başını sokabileceği bir ev (veya barınak) ile hayatta kalabilmek için karnını doyurabilmektir.  Türkiye’de genel olarak mülteciler, İç Anadolu ve civarındaki illerden birisine gönderilerek zorunlu ikamete tabi tutulmakta ve çalışma izni verilmemektedir. Bu durumda da ancak birilerinin (vicdan veya merhamet sahibi insanların, kurumların veya uzak bir memleketteki yakınının) sınırlı yardımı ile yaşamını devam ettirebilmektedir.  Aksi halde geçimi için kaçak olarak bir işte çalışmak veya Türkiye’yi kaçak yollardan terk etmek (sığındığı ülkeden kaçmak durumunda kalmak) zorunda kalabilirler. Maalesef, bir çok mülteci, bu duruma adeta itilmektedir. Her iki halde de kişi, kanuni olarak zor durumda kalmakta ve kendisi için tehlikeli bir işe girişmiş olmaktadır. Türkiye’de mültecilere yardım eden kurumlar çok azdır ve yaptıkları yardımlar da oldukça sınırlıdır.

HUKUKSAL SORUNLAR

Diğer yandan asıl sorun, mültecilere yönelik hukuki korumanın çok yetersiz olmasıdır. Öyle ki, Türkiye’de hukuki korumanın yetersizliği, birçok mülteci için “zulümden kaçarken geldiği ülkede başka bir zulme maruz kalmak” biçiminde ifade edilebilir.

Türkiye, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olsa da, coğrafi sınırlama ile Sözleşmeye taraf olduğu için, sadece Avrupa ülkelerinde meydana gelen olaylar nedeniyle mülteci olan kişileri mülteci saymaktadır. Ancak, uygulamaya gelince bunlar da mülteci sayılmamaktadır, Avrupa’dan geldikleri halde savaştan kaçan, çoğunluğu kadın ve çocuk olan Çeçen Mültecilere Türkiye’de mülteci statüsü tanınmamakta ve yaklaşık on yıldır İstanbul’un birkaç farklı noktasında en kötü yaşam koşullarına mahkum edilmektedirler.

Asya ve Afrika ülkelerinden gelen ve Türkiye’nin mülteci saymadığı kişiler ise “geçici sığınmacı” olarak muamele görmekte, iltica işlemleri Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) tarafından işlemleri yapılmakta ve dosyaları olumlu olarak neticelenmesi halinde, yıllarca süren bir dizi işlem ve ezaya dönüşen yaşamdan sonra -şanslı olanlar-  başka bir ülkeye yerleştirilebilmektedir.

Hukuki açıdan mülteciler, genel olarak, normal bir yabancıya göre daha avantajlı bir konumdadırlar. Ancak, Türkiye’de hem Mülteci Sözleşmesinin coğrafi çekince ile imzalanmış olmasından hem de uygulama bakımından, bu avantajlar söz konusu değildir. Avantajlar bir yana, örneğin, eğitim, sağlık ve iş bulma gibi insani haklardan yararlanamamaktadırlar. Bu da yetmezmiş gibi Türkiye’de yaşadıkları süre içinde, 6 aylık veya 1 yıllık periyotlar halinde, mülteciler için çok yüksek meblağlar tutan ikamet harçlarını ödemek zorunda bırakılmaktadırlar.

Diğer yandan, sorunlu yabancıların ve mültecilerin tutulduğu “yabancılar misafirhanesi” olarak adlandırılan “gözaltı merkezleri” Emniyet Müdürlükleri içinde yer almakta; bu “misafirhane”lerde sıkça kötü muamele, uzun süreli tutulma, işkence, gıda-sağlık-temizlik sorunları vs. ile karşılaşılmaktadır. Adı misafirhane de olsa,  gerçekte, süresiz – sınırsız – yargı denetimsiz gözaltı uygulaması (kanunsuz nezarethane özelliği) ile bir çeşit hapishanedirler.bu tutulma yerlerinin  hapishaneden farkı, Adalet Bakanlığı değil de İçişleri Bakanlığı tarafından idare edilmesi, idari kararlarla işlerin yürütülmesi ve özgürlüğü kısıtlananlar için yargısal denetim bulunmamasıdır. Nitekim, 2 İranlı Mültecinin yapmış olduğu başvuru üzerine, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) 23 Eylül 2009 günü açıkladığı karar, bu durumu  ortaya koydu (Abdolkhani and Karimnia v. Turkey application no: 30471/08).

Şüphesiz mülteciler için en önemli şey, her şeyden de önce, zulüm nedeniyle kaçmış olduğu kendi ülkesine zorla geri gönderilmemektir. Açlığa, hastalığa, kimsesizliğe katlanılır, ancak kendi ülkesindeki zulüm çarkının dişlilerine geri gönderilmeye katlanmak mümkün değildir. Üstelik bu uluslar arası hukukun temel bir kuralıdır (Non-refoulement). Ancak Türkiye’de bu kuralın ihlali sık sık karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, İranlı ve ya Iraklı çok sayıda mülteci, zorla sınıra götürülmüş ve zulmünden kaçtığı kendi devletinin yetkililerine teslim edilmiştir. Öyle ki, 1999 yılında Demirel – Ecevit döneminde, mülteci olan iki Özbek muhalif için, , AİHM’in “göndermeyin” diye verdiği tedbir kararı bile hiçe sayılmış ve bu iki mülteci Kerimov’a gönderilmiştir (Mamatkulov ve Askarov v. Türkiye Başvuru No: 46827/99 ve 46951/99).  Gönderilen iki mültecinin de akıbetinin ne olduğu ise hala tam olarak bilinmemektedir.

2008 yılı Eylül ayında, Van ilindeki yaklaşık 25 Özbek mülteci, adeta kandırılarak, “Hepiniz Emniyete gelin, çocuklarınıza kırtasiye malzemesi dağıtacağız.” sözü üzerine toplanan çoğu çocuk ve kadın Özbek mülteciler, arabaya bindirilerek, gece yarısında ve dağ başında, İran’a zorla sınır dışı edilmişlerdir. Bir Çeçen mülteci ise havaalanında pasaportunu yırtarak Rusya’ya gönderilmekten son anda kurtulmuştur.

SONUÇ OLARAK

Tüm bu söylediklerimizin, İspanya’da Engizisyondan kaçan Yahudilere kucak açan ve  son yüz elli yılda (özellikle Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in başlarında ağırlıklı olmak üzere) yoğun bir biçimde göç alan, zulümden kaçana sığınak olan Anadolu topraklarında “misafirperverlik” anlayışı ile taban tabana zıt olaylar olduğu aşikar… Bugün devletin, resmi kurumların, mülteciyi ezen ve zulmeden uygulamalarında bir değişiklik olmadığı sürece, tarihsel örneklerle övünülmesinin hiçbir anlamı da maalesef yoktur.

Bugün ülkemizin mülteci politikasını, mümkün olan en az sayıda mülteci ile muhatap olmak, bu az sayıdaki mültecileri de yıldırmak veya zorlamak suretiyle  kendi ülkesine veya başka ülkeye gitmesini sağlayarak onlardan kurtulmak şeklinde özetlemek mümkündür. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne dava açan ve mahkeme kararı ile sınırdışı işlemleri durdurulan birçok mülteciyi ise adeta “hasım” kabul edilerek, dava sonuna kadar özgürlüğünden yoksun bırakmakta ve üçüncü bir ülkeye yerleşme işlemleri için gerekli çıkış izni ve kolaylıklar gösterilmemekte, tersine engeller çıkarılmaktadır.

Çözüm, mülteciyi insan yerine koyup insan gibi davranmak,  bu insanların zulümden kaçtığını dikkate alarak onlara hassasiyetle yaklaşmaktır. Bu da, bir yandan yetkililerin insani bir sorumlulukla (vicdan ve merhametle) muamele etmeleri, bunun için gerekli tedbir ve kolaylıkları sağlamaları, bu konuda sivil toplum kuruluşlarını teşvik etmek ve önünü açmaları ile;  diğer yandan ilgili mevzuatı ve özellikle uluslar arası hukuku uygulamaları, mültecilerin temel insani haklarını kullanmalarına imkan sağlanması ile mümkün olabilecektir.

Kaynak: Birgün

Reza Mohamadi ve Arach Ahmadian / Türkiye

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı

REZA MOHAMADI VE ARACH AHMADIAN/Türkiye[1]

Başvuru No. 1163/08 ve 1170/08

Strazburg

1 Eylül 2009

İKİNCİ DAİRE

OLAYLAR

Başvuranlar Reza Mohamadi ve Arach Ahmadian, 1974 doğumlu İran vatandaşlarıdır. AİHM’ye başvuru yaptıkları tarihte Şırnak’taki Silopi polis karakolunda tutuklu bulunmaktaydılar. Şu an nerede oldukları bilinmemektedir. Türk Hükümeti’ni (“Hükümet”), kendi Vekili temsil etmiştir.

Dava olayları, taraflarca sunulduğu şekliyle, aşağıda kaydedildiği gibi özetlenebilir.

Başvuranlar, İran Halkın Mücahitleri Örgütü’nün (İHMÖ) eski üyeleridir ve Türkiye’ye gelmeden önce Amerikan güçlerinin Irak’ta kurdukları bir kampta yaşamışlardır. Başvuranlara Irak’ta bulundukları süre içerisinde, 5 Mayıs 2006’da, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği yetkisi altında mülteci statüsü verilmiştir.

7 Ocak 2008’de başvuranlar, yanlarında beş kişiyle birlikte yasadışı yollardan Türkiye’ye giriş yapmışlardır. Güvenlik güçlerince yakalanmışlardır.

8 Ocak 2008’de başvuranların eski temsilcisi mevcut başvurularda bulunmuş, yasadışı yollardan Türkiye’ye giriş yapan diğer şahıslar hususunda dört dava açmış (başvuru numaraları 1157/08, 1165/08, 1174/08 ve 1175/08) ve AİHM’den başvuranların İran’a ya da Irak’a sınır dışı edilmelerinin durdurulmasını talep etmiştir.

10 Ocak 2008’de davaya bakan Daire Başkanı, tarafların yararı ve AİHM önündeki yargılamanın selâmeti açısından, Türk Hükümeti’ne AİHM İç Tüzüğü’nün 39. maddesi uyarınca, başvuranların 23 Ocak 2008 tarihine kadar İran’a sınır dışı edilmemeleri gerektiğini bildirmeye karar vermiştir.

23 Ocak 2008’de Daire Başkanı, AİHM başvuruları sonuca bağlayana kadar, 39. maddenin uygulanmasına devam edilmesine karar vermiştir.

30 Ocak 2008’de başvuranlar ve diğer beş kişi, Silopi polis karakolundan salıverilmiş ve Silopi’de polis denetimi altında bulunan bir otelde kalmalarına izin verilmiştir. 30 Ocak ve 16 Şubat 2008 tarihleri arasında her gün Silopi polis karakoluna rapor vermişlerdir. 16 Şubat 2008’de ortadan kaybolmuşlardır. Ulusal makamlar tarafından, başvuranlar ve diğer beş kişi hususunda arama emri çıkartılmıştır. Sözkonusu kişilerden bir kısmı daha sonra AİHM’ye, hala Fransa, İsviçre ve Hollanda’da yaşamakta olduklarını bildirmişlerdir ancak başvuranların nerede oldukları bilinmemektedir.

1 Temmuz 2008’de başvuranların yasal temsilcisi AİHM’ye başvuranlardan haber alamadığını ve bundan böyle kendilerini AİHM önünde temsil etmek istemediğini bildirmiştir.

Bugüne kadar başvuranlar AİHM ile irtibat kurmamıştır.

ŞİKAYETLER

Başvuranlar, AİHS’nin 2. ve 3. maddelerine dayanarak İran’a ya da Irak’a gönderilmelerinin, eski İHMÖ üyesi olmaları nedeniyle kendilerini gerçek bir ölüm ya da kötü muamele riski ile karşı karşıya bırakacağından şikayetçi olmuşlardır. Başvuranlar ayrıca AİHS’nin 13. maddesi uyarınca sığınma talebinde bulunmaktan ve sınır dışı edilmeye itiraz etmekten alıkonulduklarını iddia etmişlerdir.

Başvuranlar, AİHS’nin 5. maddesinin 2. ve 4. paragrafları uyarınca, tutuklanma nedenlerinin kendilerine bildirilmediğini ve bu nedenle, tutuklanmalarının kanuna uygunluğuna itiraz edemediklerini kaydetmişlerdir.

HUKUK

AİHM, ortak olay geçmişlerini göz önüne alarak başvuruları birleştirmenin uygun olduğu sonucuna varmıştır.

AİHM ayrıca başvuranların, Silopi polis karakolundan salıverilmeleri ardından AİHM ile irtibat kurmadıklarını kaydeder. Başvuranlar eski yasal temsilcilerine, kendi adlarına mevcut davaya bakmaya devam etme yetkisini de vermemişlerdir. Ayrıca, başvuranların şu an nerede oldukları bilinmemektedir.

AİHM, bu koşullar altında, başvuranların AİHS’nin 37. maddesinin 1. paragrafının (a) bendi uyarınca bundan böyle başvurularına devam etmek istemediklerinin kabul edilebileceği kanaatindedir. Ayrıca, 37. maddenin 1. paragrafı in fine uyarınca, AİHS’de ve ek Protokolleri’nde tanımlanan ve davanın incelenmesine devam edilmesini gerekli kılan insan haklarına saygı hususunda özel koşullar tespit etmemiştir. Yukarıda kaydedilenler ışığında, davanın kayıttan düşürülmesi ve AİHM İç Tüzüğü’nün 39. maddesinin uygulanmasına devam edilmemesi uygundur.

Bu gerekçelere dayalı olarak, AİHM oybirliğiyle

Başvuruları birleştirmeye;

Başvuruların kayıttan düşürülmelerine karar vermiştir.


  1. Dışişleri Bakanlığı Çok Taraflı Siyasî İşler Genel Müdürlüğü tarafından Türkçe’ye çevrilmiş olup, gayrıresmî tercümedir

__________

Başvurucu Reza Mohamadi ve Arach Ahmadian
Davalı Ülke Türkiye
Başvuru No 1163/08 ve 1170/08
Karar Tarihi 1 Eylül 2009
Kaynak Adalet Bakanlığı

20 Haziran 2009 Dünya Mülteciler Günü Ortak Basın Açıklaması: “Avrupa’nın kapısında görmezden gelinen hayatlar”

Birleşmiş Milletler (BM) tarafından kabul edilen “20 Haziran Dünya Mülteciler Günü”nde, dünyada ve Türkiye’de mülteciler görmezden gelinmeye devam ediyor.

Son bir yıl içinde, dünyada gelişen olaylar nedeniyle, mülteci ve yerinden edilmiş insan sayısı 42 milyon kişiye ulaşmıştır. 16 milyon mülteci, 26 milyon ülke içinde yerinden edilmiş insan, bugün evlerinden ya da yurtlarından kaçarak, güvenliklerini sağlamak için yollara düşmüştür. Artık 42 milyon kişi için insan onuruna yakışır ve insan hakları standartlarına uygun çok daha ciddi koruma mekanizmalarının harekete geçirilmesi için alarm zillerinin çalma vaktidir.

Son dönemde, özellikle Afganistan, Pakistan, Irak, Somali, Sudan ve Sri Lanka’da yaşanan yoğun insan hakları ihlalleri sebebiyle binlerce insan,
başta komşu ülkeler olmak üzere, dünyanın dört bir yanına kaçmak zorunda kalmıştır. Bu kişilerden Türkiye’ye sığınanların sayısı ise Nisan
2009 sonu itibariyle, geçen yılın aynı dönemine göre, %47 oranında artmıştır. Bugün itibariyle BMMYK Türkiye Temsilciliği’ne kayıtlı mülteci ve
sığınmacıların toplam sayısı 19.000’e yaklaşmıştır. Ülkemizde sığınma talebinde bulunanların büyük bölümü komşularımız Irak (10.000 kişi) ve
İran (5.800 kişi) uyrukludur.

Türkiye’deki 19.000 civarındaki mülteci ve sığınmacıya karşılık, Suriye’de 1.100.000, İran’da ise 980.000 mülteci ve sığınmacı vardır. Buna karşılık, Türkiye’de hem mevzuattan hem de uygulamalardan kaynaklanan birçok sorun, sığınmacılara yönelik ”insan onuruna yakışır” bir koruma sağlanmasını engellemektedir. Koruma koşulları bu alanda yapılan birçok toplantı ve projeye rağmen iyileştiril(e)memiştir.

Türkiye açık bir şekilde uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmemekte ve sığınmacı ve mültecilerin haklarını ihlal etmektedir. Geçtiğimiz yıl içerisinde arka arkaya yayınlanan uluslararası raporlar bu durumu gözler önüne sermekte ve Türkiye “mülteciler için en kötü ülkelerden birisi” ilan edilmektedir .

Bu insanlık dramına daha fazla seyirci kalınmamalı ve Türkiye insanlık adına üzerine düşen yükümlülükleri vakit geçirmeden yerine getirmelidir.

Biz, aşağıda imzası bulunan sivil toplum kuruluşları olarak;

  • Sığınmacıların iltica prosedürüne erişimleri önünündeki engellerin kaldırılmasını
  • “Misafirhane” olarak adlandırılan gözetim yerlerinin acilen STK’ların erişimine açılmasını;
  • Sığınmacı ve mültecilerin Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık sigortası Kanunu kapsamında güvence altına alınmasını;
  • Sığınmacı ve mültecilere yönelik ikamet harcı uygulamasının kaldırılmasını;
  • Ve bu alanda önemli bilgi ve deneyim sahibi olan, sığınmacı ve mültecilere etkin destek sunan sivil toplum kuruluşlarının “akreditasyon uygulaması” adı altında İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü (EGM) ve BMMYK ortaklığında yürütülen toplantılara alınmama uygulamasına son verilmesini

talep ediyoruz.

Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd)
İnsan Hakları Derneği (İHD)
İnsan Hakları Araştırmaları Derneği (İHAD)
İnsan Hakları Gündemi Derneği (İHGD)
İnsan Hakları ve Mazlumlarla Dayanışma Derneği (Mazlum Der)
Mültecilerle Dayanışma Derneği (Mülteci Der)
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi (Amnesty International)

“Hepimiz aynı kayıktayız”

Av. Taner KILIÇ
Mültecilerle Dayanışma Derneği

Bir süre önce Akdeniz’de Libya ile İtalya arasındaki alanda yine yeni bir trajedi yaşandı. Libya açıklarında batan iki tekneden yüzlerce kişinin öldüğü tahmin ediliyor. Sonraki günlerde bir Türk gemisinin Akdeniz’de kurtardığı onlarca Afrikalının hangi ülkeye teslim edileceği yine sorun oldu. Bu olaylar tekrar dünya kamuoyunun dikkatini Akdeniz’deki bu “ölümcül yolculuklara” çekti. Ortada öyle ciddi ve dramatik bir tablo var ki, bir zaman unutulur gibi olsalar da yeni bir dramla konu hemen tekrar gündemimize giriyor: Fortress Europe isimli bir araştırma merkezinin tüm Akdeniz havzasındaki basından derleyerek hazırladığı rakamlara göre 1994 yılından 1998 yılı sonuna kadar Akdeniz’de 9.801 insan, AB sınırlarında 13.761 kişi yaşamını yitirdi. Aynı dönemde Ege Denizinde kaybolan ve hayatlarından umut kesilen insanların sayısı ise 1.066.

Geçtiğimiz günlerde Tahsin İŞBİLEN’in yönetmenliğini yaptığı “Asya Minör Yeniden” isimli film TRT’nin belgesel film yarışmasında ikincilik ödülünü aldı. Bu belgesel film İkinci Dünya Savaşı yıllarında faşist orduların Yunanistan anakarası ve adaları işgali üzerine Anadoluya kaçan Yunanlıların ve onların Anadoluda karşılanışlarının hikayesini anlatıyordu. Çok değil, o tarihlerden ancak yirmi yıl kadar önce “denize dökülen” Yunan Ordusu ve sonrasında “mübadele” ile gönderilen Rumlardan bir kısmı Anadoluya geri dönmüştü. Bu şekilde kaçan ve sayıları 60.000 den fazla olduğu tahmin edilen Yunanlılar adalarda çok ciddi bir şekilde baş gösteren açlıktan kurtulmak, Mısır’da kurulan sürgün hükümetine veya ana karadaki direniş hareketine katılabilmek için küçük teknelerle, kayıklarla ve hatta birbirine bağlanmış bidonlarla Türkiye’nin Ege kıyılarına çıktılar. Yirmi yıl kadar önceki savaşın acısı Anadolu’da henüz çok taze olmasına rağmen “hemen hemen hiç” kötü muameleye maruz kalmadılar. Savaşın taraflarından biri olmasa da savaşın neden olduğu sıkıntılardan bazıları Türkiye’de de kendini göstermekteydi. Anadolu’da da ciddi bir gıda sıkıntısı yaşanıyor ve mesela ekmek karne ile dağıtılıyordu. Buna rağmen Ege’nin diğer yakasından gelen bu beklenmeyen misafirler ile yiyecekler paylaşıldı. İşte tüm bunlar bu filmde o tarihte tüm bu süreci yaşamış olan Kostas Demerci’nin dilinden çok güzel bir şekilde anlatılmış.

Bu tarihten önceki “mübadelede” ise asırlarca aynı topraklarda yan yana yaşamış ama sonradan sınırların ayrılması ile Yunanistan içinde kalmış Müslümanlar ile Türkiye içinde kalmış Hristiyanların yer değiştirmesinin hazin hikayelerini biliyoruz. Öyle ki, nerede bir Yunanlı ile tanışsanız illa ki Anadolu’dan gelmiş bir akrabası var, bugün Ege’de yaşayan birçok kişinin akrabalarının Yunanistan karası veya adalarından gelmiş olduğu gibi. Birgün geri dönebilmek ümidiyle mallarını güvendikleri bir Müslüman veya Yahudiye emanet edip İzmir’den Pire’ye geçen Rebetlerin meydana getirdiği ve Costas Ferris’in ölümsüz eseri sinemayla dünyaya seslenen Rembetiko müziği hep o birlikte yaşanmış günlerin kültürü üzerinden gelişti. 12 Eylül askeri darbesi ve sonrasında ise Ege’de göç yolları rotası Anadolu’dan Yunanistan istikametine doğru olarak değişti. Darbenin neden olduğu insan hakları ihlalleri o kadar yoğundu ki sonraki süreç içinde onbinlerce insan Yunanistan adaları üzerinden Avrupa’ya iltica başvurularında bulunmak zorunda kaldı.

Son yıllarda ise Ege Denizi ve iki yakasındaki iki ülke özellikle kendi ülke vatandaşı olmayan Asya, Afrika ve hatta Uzak Doğu ülkelerinden gelen kişilerin göç ve iltica yolculuklarına sahne oluyor. Somali ve Sudan’da yaşanan iç savaşlardan tutun, Afganistan ve Irak işgallerinden, İran ve Suriye’deki rejimlerden, Sri Lanka’daki Tamil Bölgesinden kaçan onbinlerce insan güvenli bir yer arayışında bu coğrafyada hareket halinde. Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesine koymuş olduğu coğrafi sınırlama gereği Asya ve Afrika ülkesinden gelenleri mülteci prosedürüne sokmaması, var olan sığınmacı prosedürüne erişimin zor, eriştikten sonra da sürecin işleyişinin çok sancılı olmasından ötürü bu hareket halinde olan nüfusun büyük çoğunluğu Türkiye’ye başvuru yapmamakta. Önemli sayıda göçmen ve mülteci kendilerini Avrupa’ya götürme konusunda anlaşılmış ve buna göre paraları verilmiş olmasına rağmen Avrupa karasularına giremediklerinden kendilerini Ege’nin kıyılarına veya İstanbul’a bırakılmış bulabiliyorlar.

Türkiye’yi transit ülke olarak kullanan bu asıl ana akım nüfus Yunan adalarına doğru ölümü göze alan çok riskli yolculuklara çıkmakta, bu uğurda kendilerini insan kaçakçılarının insafına terk etmektedirler. Bu ölümcül yolculuğun sonucunda derme çatma tekne veya lastik botları kullanan kişiler ya deniz kazalarında ölmekte, ya bir ülkenin kolluk kuvvetlerince yakalanmaktadırlar. Hareketin doğudan batıya doğru olduğu göz önüne alınırsa; Türkiye, insan kaçakçılığı ile etkin mücadele etmediği suçlamasıyla eleştirilere maruz kalmamak için, Yunanistan ise ülkeye daha fazla “istenmeyen yabancı” sokmamak için sınırlarda çok ciddi fiziki tedbirler almış durumda. Öyle ki, Yunanistan sınırını artık sadece Yunan askerler korumamakta, “Frontex” denilen bir Avrupa gücü bu sınırların aynı zamanda “Kale Avrupa”nın sınırları olması nedeniyle fiilen korumaktadırlar. Kale Avrupa’nın etrafına sürekli ördüğü “hukuki duvarlar” ise büyük bir hızla inşa edilmeye devam etmekte.

Tüm bu karmaşa içinde hava ve deniz şartlarından ötürü ölmemiş ve bir şekilde Ege’yi geçerek Yunan karasularında lastik botlar içinde “yakalanmış” göçmen ve/ya mülteciler hukuki olmayan şekillerde ve çoğu zaman hayati bir risk oluşturarak uluslararası sulara veya Türk karasularına sınırdışı edilebiliyorlar. Türk tarafında ise yakalandıklarında onları çoğu zaman hiç de iyi olmayan şartlarda ve oldukça uzun süreli “misafirhanelerde” misafirperverlik geleneklerimize hiç de uygun olmayan sınırdışı edilme süreci bekliyor. Öyle ki, her iki ülkedeki bu gözetim altı şartları insan olan herkesin yüreğini sızlatıyor. Türk tarafında yakalandıktan sonra iltica prosedürüne erişiminin önünde çok büyük önyargı dağları var, bunu gerçekleştirebilmek oldukça zor. Yunanistan tarafında ise iltica başvurusunu kayda geçirebilmek yine oldukça güç olduğu gibi, iltica başvurusu alınanların kabul edilme oranı binlik kesirler içinde ifade ediliyor. Yani Yunanistan’da prosedüre girmiş olup da mülteci olarak kabul edilme ihtimali sıfıra yakın. Bu nedenle Anayasa gereği belli bir süre içinde sınırdışı edilemeyen göçmen ve mülteciler serbest bırakıldıklarından itibaren daha batı veya kuzey bir ülkeye gidebilmek için beklemeye ve uygun bir fırsat kollamaya başlıyorlar. Bu bekleme süreci de yine parası olmayan bu insanlar için çok gayri insani koşullarda gerçekleşiyor.

İşte tam da bu iç karartıcı tabloda her iki ülkedeki hukuki ve idari kötü işleyişe, bundan da önemlisi bu kötü gidişe genel kamuoyunun sessiz kalışına duyulan ciddi bir rahatsızlık söz konusu. Bu olumsuz tablodan rahatsız olan ve bunu kabul edilemez bulan her iki ülkedeki değişik mesleklere sahip bir grup göçmen ve mülteci hakları savunucusu Ağustos 2008’de bir araya geldi ve bu alandaki yoğun ihlallere dikkat çekmek, buradaki dram hakkındaki farkındalığı arttırmak üzere bir “grup” oluşturmaya karar verdi. Grup kendini her iki dilde aynı anlama gelen kayık / kayiki ismini verdi. İşte bu grubun Ağustos 2008 tarihinden itibaren beraberce oluşturmaya çalıştığı bir kampanya hazırlığı vardı ve kampanya nihayet 28 Şubat 2008 tarihinde “hepimiz aynı kayıktayız” sloganı ve İzmir, Atina, Sakız adası ve Midilli adasında eşzamanlı etkinlikler ile başladı. Grup içinde bulunan Bilgi Üniversitesinden Ethem Özgüven’in başında olduğu bir grubun özenli ve harika çalışması ile kampanyanın görselliği hazırlandı. Akdeniz etrafında konuşulan 8 ayrı dilde birçok kartpostallar hazırlandı ve bunlar basıldı. 7 ayrı dilde ise 45 sn lik tanıtım filmleri hazırlandı. Tüm bunları kampanya için oluşturulan www.kayiki.net adresinden görebilmek mümkün. Kampanya kapsamında her iki ülkede önümüzdeki süreçte birçok etkinlik düzenlenecek.

Evet, her iki ülkenin gündemi bugünlerde farklı konulara yoğunlaşmış ise de yukarıda anlatılan ve aslında güncelliğini hiç yitirmeyen bu insanlık açısından karamsar tabloda insana dair bir yüze, insani bir duyarlılığa, insandan yana bir duruşa ihtiyaç duyduğumuz çok açık. Umarız kayik/i hareketi ve kampanyası bize umduğumuz bu ideale kavuşma sürecinde önemli fırsatlar bağışlayacaktır. Bu zor idealde lehine çalıştığımız “insan” ve muhatabımız da “insan” olduğuna göre ortada aslında başarılamayacak bir durum yok. Her iki ülke halkının hem misafir eden hem de misafir edilen olarak çok ciddi bir göç ve iltica tarihi ve dolayısıyla deneyimi var. Günümüz Ege’sindeki dramı kavrama ve bu dramla dayanışma gösterme konusunda her iki ülke halkının üstüne düşen insani duyarlılığı göstereceğine inanıyoruz. Çünkü kampanyanın her yerde tekrarladığı bilgi çok basit ve çok açık, insan olan kim bu çağrıya karşı kayıtsız kalabilir ki:

Kendi ülkelerindeki hak ihlallerinden, savaşlardan, açlıktan ve zulümden kaçan insanlar çok tehlikeli ve sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarlar. Onlar güvenli olduğunu varsaydıkları coğrafyaya giden bu acılı yolda ülkelerini, bütün ekonomik birikimlerini ve sevdiklerini arkada bırakırlar. Belleklerini, onurlarını ve haklarını değil. Göç ve iltica suç değildir. Hepimiz aynı kayıktayız.

MÜLTECİ HAKLARI GÜNDEMİ