2001 yılından bu yana her yıl 20 Haziran’da mültecilerin yaşadığı sorunları, hak ihlallerini görünür kılmak ve temel bir hak olan sığınma hakkının gerçekleşmesi ve korunmasına yönelik duyarlılık sağlamak amacıyla çeşitli etkinlikler düzenleniyor. Ve her yıl ortak evimiz olan dünyada çatışmalar, zulüm, yoksulluk, siyasi düşünceler veya toplumsal cinsiyet temelli şiddet nedeniyle yerinden edilen insan sayısı artıyor. İnsanların hayatlarını ve özgürlüklerini tehdit eden, göçe yönelten başlıca nedenlerden olan savaş, çatışmalar, açlık ve yoksulluk artarken insanca yaşama yönelik politikalar zayıflamaktadır. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) 2019 Küresel Eğilimler[1] raporuna göre 2019 yılı sonu itibarıyla 79,5 milyon insan yerlerinden edildi ve daha önce toplamda bu kadar yüksek bir sayı görülmemişti. Zorla yerinden edilme olayları artık dünyadaki insanların %1’inden fazlasını etkilerken, gönüllü, güvenli ve insan onuruna yakışır şartlarda evlerine dönebilenlerin sayısı ise bu rakamların çok gerisinde. Yakın zamanda mültecilerin insan haklarına uygun kalıcı çözüme ulaşabilmelerine dair umutların da giderek azaldığını ortaya koyan rapor çatışma, zulüm nedeniyle yerinden edilen milyonlarca mültecinin temel insan haklarına erişebilmesi ve korunabilmesi için tüm ülkelere daha fazla sorumluluk üstlenmesi çağrısında bulunuyor. Bu çağrıyı aslında uzun yıllardır hak savunucuları olarak dile getiriyor ve insan hakları değerlerinden uzaklaşan politikaların yerinden edilme durumlarını arttırdığının altını çiziyoruz.
En fazla mülteci nüfusuna sahip ülkelerden biri olan Türkiye’de ise yaklaşık 4 milyon Suriyeli mültecinin yanı sıra Afganistan, Irak, İran, Somali başta olmak üzere birçok ülkeden yaklaşık 330.000 kadar mülteci-sığınmacı bulunmaktadır[2]..Türkiye’nin Mültecilerin Hukuki Statüsü’ne ilişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle sadece Avrupa Konseyi ülkelerinin vatandaşları mülteci olarak tanımlanmakta, diğer ülkelerden gelen insanlara mülteci statüsüne başvuru imkanı tanınmamaktadır. Bu açıdan Suriye’den gelen insanlar mülteci statüsüne göre belirsiz ve güvencesiz olan Geçici Koruma; diğer Avrupa-dışı ülkelerden gelenler ise, Uluslararası Koruma kapsamında ama yine “geçici” ve “belirsiz” olan bir koruma sistemine tabidirler. Bu tanımlamalar mülteciler dışındaki insanları her an ülkelerine “geri gönderme” tehdidiyle karşı karşıya bırakmakta, başta barınma, çalışma ve eğitim hakkı olmak üzere hak kayıplarını beraberinde getirmektedir. Ne var ki sözleşmenin 1. maddesi A2. fıkrasında mülteci, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs…”[1] olarak tanımlanmaktadır. Bu tarif doğrultusunda Türkiye’nin zorla yerinden edilen bu grupları uluslararası sözleşmeler gereği mülteci olarak kabul etme sorumluluğu bulunmaktadır. Bir başka ifadeyle zorla yerinden edilenlere nerede olursa olsun insan onuruna yakışır ve insan hakları ilkelerine uygun bir yaşam güvencesi sağlanmalıdır. Zira zorla yerinden edilenler, mülteciler; yaşamları korunması gereken, sosyal ve diğer tüm hakları kesintisiz sağlanması gereken kırılgan gruplardır. Tam da bu nedenle sığınma hakkına erişim bir “misafirlik” söylemiyle karşılanabilecek ya da ülkelerin ekonomik çıkarlarına, dış politikalarına malzeme edilebilecek, devletlerin takdirine, keyfi uygulamalarına bırakabilecek bir durum değildir. Sorumlu tüm taraflar mültecilerin insan onuruna yakışır yaşam olanaklarına sahip olması için çaba sarf etmek zorundadır.
Ancak Türkiye’nin geçici statüler üzerine kurulu sığınma sistemi ve mültecilere yönelik kalıcı çözümlerden uzak politikaları nedeniyle mülteciler birçok hak ihlaliyle karşılaşmaktadırlar. Çalışma hakkı, eğitim hakkı, sağlığa erişim hakkı, kültürel ve sosyal hakları, seyahat hakları yok sayılarak ayrımcılığa uğramaktadırlar. Bu politik söylemler nedeniyle mülteciler ırkçı ve nefret söylem-eylemlerine maruz kalmakta, bu söylem ve eylemler basın yayın yoluyla geniş kesimlere yayılmakta, çeşitli toplumsal sorunların sorumlusu olarak gösterilmektedirler. Temel ihtiyaçları karşılanmadığından, haklarına erişemediklerinden mülteciler pek çok sorunla baş ederek hayatta kalmaya çalışmaktadır.
28 Şubat 2020 tarihinde Türk hükümet yetkilileri tarafından yapılan “mültecilerin Avrupa’ya geçişlerine müdahale edilmeyeceği” yönlü açıklamaların çeşitli haber ajanslarında duyurulmasının ardından çok sayıda mülteci ve göçmenin Avrupa sınır kapılarına ulaşmaya çalışmaları da bu kalıcı çözümden uzak politikalar bağlamında değerlendirilmelidir. Bir başka ifadeyle binlerce mülteci/göçmenin yeni bir yaşam kurma umuduyla çıktıkları bu yolculuğun arka planında geçicilik ve belirsizlik üzerine kurulan statülerin ortaya çıkardığı yaşam koşullarının ağırlığı, yoksulluk, maruz kaldıkları yabancı düşmanlığı, geri gönderme yasağını ihlal eden uygulamalar yer almaktadır. Ayrıca mültecilerin pek çoğu, Avrupa’nın sınırlarını tamamen kapatması ve Türkiye ile yapılan Geri Kabul Anlaşması gereğince düzensiz yollardan Avrupa’ya geçenlerin de iade ediliyor olması nedeniyle Türkiye’de yerleşmeye “mecbur” bırakılmıştır. Unutulmamalıdır ki insanları kaçışa yönelten başlıca neden, her zaman olduğu gibi, hayatlarının ve özgürlüklerinin ciddi bir tehdit altında olmasıdır. Özellikle kitlesel göç, eğer bir doğal felaketin sonucu değilse, insan eliyle yaratılmış bir felaketin sonucu olarak yaşanır. Ancak 2015 yılında olduğu gibi, 28 Şubat 2020’ de de Avrupa’yı pazarlığa ikna etmek için, hükümetin yönlendirmesi ile sınır kapılarına giden mülteciler, güvensiz yollardan geçişe teşvik edilmiş, yaşam hakları başta olmak üzere temel insan hakları görmezden gelinmiş ve mültecilerin umutları yok sayılmıştır. Avrupa devletlerinin mültecilere sınırlarını açması konusunda bir mutabakat olmaksızın mültecilerin sınırlara ve riskli geçiş noktalarına yönlendirilmeleri, hiçbir insani ihtiyaçlarının giderilmeyerek risklere ve ihlallere açık bırakılmaları, yaşanan ölümler de dikkate alındığında büyük bir suçtur. Bu açıdan hem mültecilerin manipüle edilerek sınırlara yönlendirilmesi hem de sonrasında sınırda mültecilere yönelik hak ihlalleri, devletlerin temel insan hakları sözleşmelerinden ve uluslararası hukuktan doğan yükümlülüklerini gerçekleştirmediğini ortaya koymaktadır.
Marmara Bölgesi şubelerimiz tarafından hazırlanan “Marmara Bölgesi SINIRDAKİ MÜLTECİLER Raporumuzda[3] yer alan mülteci anlatıları yaşananları özetler niteliktedir:
Rapor kapsamında görüşülen mültecilerin çoğu; savaştan kaçarak Türkiye’ye sığındıklarını ancak, bulundukları illerde yoksulluk çektiklerini, çalışma izni verilmediğini, iş bulamadıklarını, iş bulsalar dahi maaşlarını alamadıklarını, yaşam alanlarında kötü muameleye ve ayrımcılığa maruz kaldıklarını, kimliklerinin verilmediğini, sağlık hizmetlerinden, eğitim hizmetlerinden yararlanamadıklarını, her an savaş bölgesine sınır dışı edilme korkusu yaşadıklarını bu nedenle Avrupa’ya gitmek istediklerini, televizyondan hükümetin sınır kapılarını açtığını duyunca da hemen en yakın sınır kapısına geldiklerini belirtmişlerdir. Kendilerini güvende hissedecekleri bir yaşam umuduyla Avrupa’ya geçmek isteyen mülteciler, hükümet yetkililerinin açıklamalarına güvenerek sınır bölgesine geldiklerini belirtmişlerdir.
Tüm dünyada ve Türkiye’de COVID-19 virüs salgınının baş göstermesi üzerine sınırdaki bekleyiş sona erdirilmiştir. Ancak küresel bir salgın yokken dahi sağlık hizmetlerine ve düzgün el yıkama ve hijyen olanakları gibi önleyici hizmetlere erişimde büyük engellerle karşılaşan mülteci, göçmen veya bulundukları ülkede yerlerinden edilmiş kişiler salgın hastalık durumunda çok daha büyük bir risk altındadır. Türkiye’nin Covid-19 salgınını yönetme süreci; halihazırda ülkedeki en kırılgan, haklara erişimde ciddi sorunlar yaşayan, bir dizi hakkı sistematik olarak ihlal edilen mülteciler açısından da ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bu açıdan öncelikle sağlık hakkına erişimin önündeki her türlü engel ortadan kaldırılmalıdır.
Mülteciliğin bir sonuç olduğu unutulmamalıdır. İnsani yaşama koşullarının oluşturulması ve mültecilerin her türlü hak ihlali, emek sömürüsü, istismara karşı korunması devletin görevlerindendir. Ayrıca mülteci nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan kadınların ve LBGTİ+’ların toplumsal cinsiyet temelli şiddet biçimlerinden de kaçarak Türkiye’ye sığındıkları gerçeğinden hareketle İstanbul Sözleşmesi’nin ilgili maddelerinin işletilmesi bir zorunluluk olduğunu hatırlatmak isteriz.
Özellikle Türkiye’de mülteci olmak ayrımcılıkla, belirsizlikle bir şiddet sarmalı içinde şekilleniyor olsa da gündelik hayatları birer mücadele alanı olan mültecilerin pasif özneler değil politik ve hak sahibi özneler oldukları kabul edilmelidir. Bu perspektiften hareketle dünyadaki mülteci/sığınmacı/göçmen sayılarını en aza indirecek ve dünya barışının korunmasını sağlayacak olan insan hakları değerlerinin her zamankinden daha fazla korunması ve güçlendirilmesi gerekmektedir.
Mültecilerin yaşam mücadelesini, cesaretini ve haklarını hatırlatan 20 Haziran Dünya Mülteciler günü vesilesiyle, insan onuruna uygun yaşama hakkının her bireyin hakkı olduğunu vurgulayarak Türkiye dahil olmak üzere tüm devletleri temel insan hakları sözleşmelerinden ve uluslararası hukuktan doğan sorumluluklarını yerine getirerek kalıcı çözümler üretmeye çağırıyoruz.
İnsan Hakları Derneği
[1] https://www.unhcr.org/5ee200e37/
[2] https://www.unhcr.org/tr/unhcr-turkiye-istatistikleri
[3] https://www.ihd.org.tr/marmara-bolgesi-sinirdaki-multeciler-raporu-29-subat-1-mart-2020/