2011 sonrası Suriye’de başlayan çatışma ve savaş ortamının sonucu binlerce insan -IŞİD ve benzeri grupların saldırıları da dahil olmak üzere- nasıl biteceği belli olmayan bir kaos ortamına sürüklendiler. Ölüm, şiddet, yağma, tecavüz, açlık ve sefaletten kaçan bu insanların kendi ülkelerinde ve sınırda yaşadıkları trajediler hâlâ hafızamızda tazedir. Türkiye’nin uzun süre uyguladığı “Açık Kapı” stratejisi burada anılmalıdır. Ancak sınırlı ve ayrımcı bir şekilde hayata geçirilen bu uygulama tek başına mültecilerin yaşadıklarına çare olmaktan ve toplumsal uzlaşmaya dayalı kalıcı çözümler geliştirmekten uzak kalmıştır. Suriye’de yaşanan savaş nedeni ile Türkiye’ye göç eden milyonlarca Suriyeli, geçici koruma statüsü ile Türkiye’de yaşamaya başladı. İçişleri Bakanlığı’nın son açıklamasına göre Türkiye’de toplam mülteci sayısı 4,9 milyon. Bunun 3 milyon 634 bini geçici koruma kapsamında, 337 bini uluslararası koruma kapsamında bulunmaktadır. Türkiye’de 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlama nedeniyle hukuki anlamda mülteci statüsü alabilmiş yalnızca 28 kişi bulunuyor. Ne var ki sözleşmenin 1. maddesi A2. fıkrasında mülteci, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs…”[1] olarak tanımlanmaktadır. Bu tarif doğrultusunda Türkiye’de bulunan herkesi mülteci olarak kabul etme sorumluluğu bulunuyor. Bu bakımdan mülteci sözcüğünü bu geniş anlamıyla kullanıyoruz.
Türkiye, Avrupa Birliği ile 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan “Geri Kabul Antlaşması” ile Türkiye üzerinden AB’ye düzensiz yollardan geçiş yapan ya da Türkiye üzerinden AB’ye ulaştıktan sonra bilahare düzensiz duruma düşen göçmenleri “geri kabul etmekle” yükümlü oldu. Anlaşma, Türkiye’nin güvenli üçüncü ülke olduğu varsayımına dayanmaktaydı. O dönemde hükümet, “geri kabul antlaşmasıyla” ilgili müzakereyi Türkiye vatandaşları için “vize muafiyeti” talebiyle ilişkilendirmişti ve kamuoyu desteğini sağlamaya çalışmıştı. İmzalanan “Geri Kabul Antlaşması”, kağıt üzerindeki amaçları bakımından esas olarak Türkiye’den AB’ye düzensiz göç hareketlerinin önlenmesi ve yönetilmesine dair bir işbirliği çerçevesidir. Ancak, bu antlaşma çerçevesindeki uygulamalara muhatap olacak göçmen ve mültecilerin uluslararası hukuk, AB standartları ve Türkiye’nin ulusal mevzuatlarından kaynaklanan haklarının korunması noktasında ciddi endişeler taşıdığımızı açıklamıştık. Hem AB hem de Türkiye tarafları bakımından bu endişeleri karşılayacak etkili tedbirler alınmadan antlaşmanın yürürlük kazanmasını onaylamadığımızı belirtmiştik. Bugün gelinen noktada endişelerimizin ne kadar yerinde olduğunu görmenin üzüntüsünü yaşıyoruz.
“Geri Kabul Anlaşması” da dahil olmak üzere AB ve dünyanın diğer ülkeleri mültecileri ülkelerine kabul etmeyerek bu insanlık trajedisi doğrudan ortak olmaktadırlar. “Türkiye’de kalsın, biz maddi olarak destek olalım” mantığı ile yönetilmeye çalışılan göç ve iltica alanı, yeni mağduriyetler doğurmaya devam ediyor. Güvenli olmayan deniz ya da kara yolcuklarında hayatlar risk altına giriyor ve insan ticareti yapan simsarların ellerinde yaşamlar yok oluyor. Kamplarda yokluk, işkence, hakaret altında yaşamlarını devam ettiriyorlar. Kentlerde ırkçılığın yeni odakları haline getiriliyorlar.
Mültecileri güvencesiz ve belirsizlik içinde bırakan yasal düzenlemeler ile hükümetin siyasi tutumundaki belirsizlikler neticesinde Türkiye’nin mültecilere yönelik izlediği politikalar, toplumsal uzlaşmaya dayalı kalıcı çözümler geliştirmekten uzak ve kısa vadeli olmuştur. Bu politikaların bir sonucu olarak son birkaç haftadır özellikle Suriyeli mülteciler üzerindeki baskıların arttığına, yaşam alanlarına kısıtlamalar getirildiğine tanıklık ediyoruz. Ayrıca birçok Suriyeli mültecinin sınır dışı edildiği, bazılarına gönüllü geri dönüş belgelerinin rızaları dışında imzalatıldığına dair haber ve bilgiler mevcut.
İstanbul Valiliği’nin İstanbul ilinde kaydı olmayan (diğer illere kayıtlı) Suriyeli mültecileri, kayıtlı bulundukları illere geri dönmeleri için 20 Ağustos 2019 tarihine kadar süre verdiğini ve belirtilen süre sonunda geri dönmediği tespit edilenlerin, İçişleri Bakanlığı’nın talimatı doğrultusunda kayıtlı oldukları illere sevk edileceğini duyurduğu 22 Temmuz 2019 tarihli “Düzensiz Göçle Mücadele” açıklaması bu haberleri doğrular niteliktedir. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu da konuyla ilgili yaptığı konuşmada “Türkiye bu işi kararlılıkla yürütmezse Avrupa’daki hiçbir hükümet altı ay dayanamaz. İsterlerse deneyelim” demiştir. Devletin mültecileri iç ve dış politika için araçsallaştıran bu yaklaşımı mültecilerin yaşam ve barınma haklarının ihlal edilmesine zemin sunmaktadır. Ayrıca bu açıklamalar mültecilerin güvencesizliğini pekiştirmekte, temel hak ve özgürlüklerinin göz ardı edildiğini göstermektedir. İçişleri Bakanı’nın katılmış olduğu bir televizyon programında kaçak göçe karşı operasyonların devam edeceğine ilişkin açıklaması da mültecilerin sınır dışı edildiğini ve bu sürecin zorla sınır dışı edilmeler ile sonuçlanmasının olası olduğunu göstermektedir. Ayrıca yine İçişleri Bakanı’nın “Afrika’dan gelmiş 10 liraya saat satıyor, müsade etmeyeceğiz” dediği için sanki ekonomik sorunlardan mülteciler sorumluymuş gibi bir algı yaratılması kabul edilemez. İnsanların yaşamlarını sürdürebilmeleri için çalışma hakkı ellerinden alınamaz. Gereken tedbir, mültecilerin çalışma hakkının tanınması, güvenli ve emeklerinin karşılığını alabilecekleri ortamın yaratılmasıdır.
Bulundukları iller dışına çıkmaları yasak olan, birçok kısıtlılık içinde yaşamak zorunda kalan mültecilerin sorunları ortada durmaktadır. Çalışma izninin alınmasına yönelik bürokratik zorluklar ve izne sadece işveren tarafından başvuru yapılabiliyor olması, mültecilerin yıllardır kayıtsız ucuz işgücü olarak çalışmasını beraberinde getirmektedir. Pratikte bu haktan faydalanamayan mülteciler, kendilerine çalışma alanları açmaya çalışmaktadırlar. İnşaatlarda, merdiven altı imalathanelerde, tarım sektöründe, küçük ölçekli sanayide kayıt dışı ve güvencesiz olarak çalışıyorlar. Eğitim hakkına çok sınırlı erişebiliyorlar, sağlıklı barınma imkanlarına sahip değiller, tedavi olanakları insan onuruna yakışır düzeyde değil ve çoğu bu kısıtlı imkanlara nasıl ulaşacağını dahi bilemiyor. Birçok alanda ırkçı ve ayrımcı uygulamalara maruz kaldıklarından sosyalleşemiyorlar. Kız çocukları erken yaşta evliliklere zorlanıyor ve istismara karşı savunmasız hale geliyorlar Çocuk işçilik ise en önemli sorunlardan bir diğeri.
Unutulmamalı ki İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 14. maddesine göre “herkesin zulüm altında başka ülkelere sığınma ve sığınma olanaklarından yararlanma” hakkı bulunmaktadır. İnsan yaşamı ve doğuştan gelen hakları Türkiye’nin de taraf olduğu sözleşmelerle garanti altına alınmıştır. Mülteciler ve sığınmacılar açısından en temel koruma, Türkiye’nin 1961’de taraf olduğu Birleşmiş Milletler Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi’dir. Sözleşmenin 33. maddesi ile düzenlenen “Geri Göndermeme” ilkesi hayati önemi haizdir: “Hiçbir taraf devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak ülkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade etmeyecektir.” Bu ilke, Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu’nda “Geri Gönderme Yasağı” (YUKK madde 4) başlığında şu ifadelerle tanımlanmıştır: “Kanun kapsamındaki hiç kimse, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye tabi tutulacağı veya ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatının veya hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez”. Bu ilke doğrultusunda ülkesindeki tehlikenin ortadan kalktığı ispatlanmadan, mültecilerin geri gönderilmemesi gerekmektedir. Bu açıdan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, uluslararası koruma kadar kapsamlı olmayan ve temel insan haklarına erişimi kalıcı bir şekilde garanti altına almayan geçici koruma kapsamında değerlendirdiği Suriyeli mülteciler ve diğer uyruklara mensup mülteciler açısından en temel yükümlülüğü geri gönderme yasağına uymaktır.
Mültecilerin siyasetçiler tarafından iç politika malzemesi yapılması, uluslararası arenada tehdit unsuru olarak kullanılması kabul edilemez. Suriyeli mültecilerin yanısıra Afganistan, Irak, İran ve Afrika’nın farklı ülkelerinden gelen mültecilerin de sınır dışı edilmeleri hak ihlallerinin yaşanmasına, yaşam kayıplarına neden olacağından sınır dışı işlemlerine ve baskılara derhal son verilmelidir. Mültecilerin yaşam alanları ve doğuştan gelen hakları koruma altına alınmalı, bir arada yaşama yönünde hak temelli politikalar geliştirilmelidir. Toplumu manipüle eden ayrımcı söylem ve uygulamalardan biran önce vazgeçilmeli ve mültecilerin kendi rızaları dışındaki tüm uygulamalara acilen son verilmelidir.
Bu bağlamda sorunun çözümünün tarafı olan hükümete, Avrupa Birliği’ne ve Birleşmiş Milletler’e bir kere daha taleplerimizi iletmek istiyoruz.
Talepler:
Hükümetten
- Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlama çekincesini kaldırmalı ve sözleşmede tanımlı haklardan tüm grupların eşit bir biçimde faydalanmasını sağlamalıdır;
- Geri göndermeme ilkesi uluslararası hukuka uygun bir biçimde uygulanmalıdır;
- Hükümet Suriyeliler başta olmak üzere mülteci grupları ile ilgili yanlış bilgilerin yaygınlaşması ve doğan sonuçların engellenmesi için gerekli tüm önlemleri etkili bir biçimde almalıdır;
- Başta çalışma hakkı olmak üzere mültecilerin insanca bir yaşam sürmelerini sağlayacak yasal düzenlemeler ivedilikle yapılmalıdır;
- Bir arada yaşamı destekleyici çalışmaları bir an önce hayata geçirmelidir;
- Mülteci ve göçmenleri siyasi pazarlık konusu etmekten vazgeçmelidir.
Avrupa Birliği’nden
- Geri Kabul Anlaşması derhal askıya alınmalıdır;
- Türkiye’ye geri göndermeler son bulmalıdır;
- Mülteci ve göçmenlerin siyasi çıkarlar uğruna pazarlık konusu edilmesinin ve suistimallerin önüne geçmek için her türlü önlemi alınmalıdır;
- Göç ve iltica alanında çalışan sivil toplum kuruluşları ile işbirliği içinde çalışılmalı, sahada yaşanan gelişmeler ile sorunlar hakkında doğrudan bilgi ve veri edinilmelidir.
Birleşmiş Milletler’den
- Başta BMMYK olmak üzere ilgili BM mekanizmaları gönüllü geri dönüşler dahil tüm geri dönüşleri etkili bir biçimde izlemelidir;
- Türkiye’nin bütün geri göndermelerle ilgili zamanında ve tam bir biçimde bilgilendirme yapması için tüm önlemleri almalıdır;
- Uluslararası hukukun dışına çıkan tüm işlem ve eylemlerin izlenmesi ve raporlaması yapılmalı, sorumluları açığa çıkarılmalıdır.
İnsan Hakları Derneği
Merkezi Mülteci Komisyonu
[1] [Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme, Madde 1 – A2]