Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi Mülteci Hakları Koordinatörü Volkan Görendağ ile Türkiye’de Mültecilerin Durumu Üzerine Söyleşi
Söyleşi: M. İnanç Özekmekçi
Mülteci ve sığınmacı kavramlarını yaklaşık bir on seneden beri Türkiye’de yoğun olarak duymaya başladık. Önce kavramları tanımlayarak başlayalım isterseniz, dünya ölçeğinde mültecilik ve sığınmacılık nasıl tanımlanıyor?
Aslında mülteci ve sığınmacı kavramları içerdiği anlam bakımından oldukça eskidir. Tarih boyunca herhangi bir yerde zulme maruz kalanlar en yakın yörelere göç etmişlerdir. Bu göçler, kimi zaman yaşanılan ülke içinde, kimi zaman da sınır aşırı göçler şeklinde olmuştur. Mülteci ve sığınmacı kavramlarının hukuki terim olarak tanımlanmasının geçmişi ise çok uzak yıllara dayanmıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Birleşmiş Milletler bünyesinde kurulmuş küçük bir birim bu konuda çalışmalar yürütmüş ve mülteci kavramının ilk tanımı 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde yapılmıştır. Mülteci olma şartları için sözleşme çerçevesinde beş ana kategori sayılmıştır: Irkı, dini, sosyal bir gruba mensubiyeti, milliyeti ve siyasi düşünceleri nedeniyle zulme maruz kalan ya da kalmaktan korku duyan kimselerden kendi ülkeleri dışındaki başka ülkelere, başka bir devlet otoritesine sığınanlar mülteci olarak tanımlanıyor. Sığınmacı ise bu sürecin daha başında olan, mülteci adayı olarak tanımlanan kişidir. Diğer bir ifadeyle saydığımız nedenlerden ötürü ülkesini terk eden bir kişi sınırı aştığı anda sığınmacı olarak adlandırılır ve mültecilerle aynı haklara sahiptir. Sığınma nedenlerinin doğruluğu araştırılıp karara bağlandıktan sonra mülteci statüsü kazanılır. Sığınmacı ve mülteci kavramları uluslararası alanda bu şekilde tanımlanıyor ama Türkiye’ye gelince durum değişiyor.
Türkiye’ye geçmeden önce, esasen mültecilik ve sığınmacılığın hukuki bir kategoriye işaret ettiğini mi söylüyoruz, yani böylelikle yasadışı göçmenler bu gruptan ayrılıyor mu?
Evet. Yasadışı göçmenlik, bu gruplarla çok ilintili olmakla birlikte farklı bir durumdur. Yani yasadışı göçmenlik aslında bütün göç hareketlerini içinde barındıran bir durumdur. Sığınmacılar da kendi ülkelerinden bir başka ülkeye geçerken çoğunlukla yasal olmayan yolları kullanıyorlar. Bazen sahte belgelerle, bazen hiçbir belgeye sahip olmadan sınırı geçerek yolculuk ediyorlar. Asker veya polis tarafından yakalandıklarında sığınma amacıyla geldiğini anlatamadan yasadışı göçmen muamelesine tabi tutuluyorlar. Oysa 1951 sözleşmesine göre, ülkeler kendilerine sığınan kişileri sınırları yasadışı yollarla aşıp geldikleri için cezalandıramazlar. Bu nedenle de yasadışı göçmen kavramı çok doğru bir kavram değil. İnsan hakları alanında düzensiz göç kavramını kullanmayı tercih ediyoruz. Yasadışı göç dediğimizde kişileri neden kaçtıklarına bakmadan, peşinen suçlu olarak kabul ediyoruz. Düzensiz göçün içinde mülteciler de var, sığınmacılar da var, vatansızlar da var. Ya da herhangi bir adi suç işleyip ülkesini terk edenler de var.
O halde, göç etme nedenine göre mültecilik statüsü kazanılıyor.
Düzensiz göçün içerisinde insanları göç etme nedenlerine göre ayırmak gerekiyor. Bunun da bir sürü hukuki mekanizması var. Tabii ki yoksulluk, işsizlik gibi nedenlerle göç edenler de korunmaya muhtaç kişilerdir, fakat mülteci ve sığınmacı koruması daha spesifik, zulme maruz kalan, hak ihlâline maruz kalanları kapsayan bir korumadır. Ama bunun dışında adli suçlular için, örneğin idama mahkûm olacaksa ya da ciddi işkenceye, insan hakları ihlâline maruz kalacaksa, bunları da koruyan ayrı bir uluslararası mekanizma var. Bu kişilerin de geri iade edilmemeleri gerekmektedir. Bu koruma mülteci hukukunun da önemli bir parçası olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 3. maddesi ile, yani yaşam hakkı ve işkence görmeme hakkı ile düzenlenmiştir. Devletler bu haklara saygı göstermekle yükümlü oldukları gibi kişileri bu hakları ihlâl edecek bir ülkeye sınırdışı etmemekle de yükümlüdür. Türk Ceza Kanunu’nda da bu korumaya yer verilmiştir.
Türkiye’nin konuya yaklaşımı nedir?
Türkiye bu konuda, uzun dönemdir karşısında duran bir realiteyi görmezden geliyor. Şayet Emniyet Genel Müdürlüğü’nün web sayfasına bakacak olursanız, Türkiye’nin Osmanlı’dan bu yana mültecilere, zulme maruz kalanlara kucak açtığının yazılı olduğunu görürsünüz. Bunun örnekleri de vardır. Zamanında baskıya maruz kalan bazı gruplar Osmanlı sınırları içerisinde kendilerini muhafaza etmişlerdir. Ama Türkiye Cumhuriyeti tarihine baktığımızda, ulus-devletin inşası ile birlikte Türkiye sığınmak için tercih edilen bir ülke olmaktan uzaklaşmıştır. Tarih 2010 ve Türk soyundan olan göçmenlere özel çıkarılan kanunları saymazsak, Türkiye hâlâ bir iltica-göç yasasına sahip değil. Örneğin Balkanlardan gelen Türk soylu göçmenler ile mülteciler ve sığınmacılar birbirine karıştırılıyor. Bizler bu konuyu sorduğumuz zaman biz Balkanlar’dan göç eden binlerce kişiye kapılarımızı açtık, Afganistan’dan ya da Kafkasya’dan gelenlere kapılarımızı açtık denir. Ama bunun mülteci hukuku ile bir ilgisi yok. Gelenlerin hepsi Türk soylu olduğu için, bu kişilerin vatandaşlığına ya da geçici ikametine özel kanunlarla izin verilmiştir. Türkiye Irak’ın kuzeyindeki Kürt bölgesinden kaçan Kürtlere de sınırlarını açmış, geçici olarak sınıra yakın yerlerde kalmalarına izin vermiştir. Ama bu hiç de kolay olmamıştır. Türkiye bu misafirperverliği istemeye istemeye yapmıştır. Bu durumu, evlerine gece geç saatlerde çok da hoşlanmadığı tanıdıklarının çatkapı misafirliğe geldiği ev sahiplerine benzetiyorum. Gecenin bir yarısı, “git seni misafir etmek istemiyorum” diyemiyor ve mecburen misafir ediyor. Dolayısıyla öncelikle kamuoyunun zihninde kavramların yerli yerine oturtulması gerekiyor. Türk soyundan olduğu kanıtlanırsa, onlara özel Bakanlar Kurulu kararıyla ya da özel kanunlarla geçici oturma izinleri çıkıyor veya vatandaşlığa alınıyorlar. Örneğin Ahıska Türkleri kanunu var, Bulgaristan’dan gelenler için çıkarılmış kanunlar var. Bugün de böyle gelen gruplar için Bakanlar Kurulu kararıyla özel oturma izinleri veriliyor. Mesela bugün İstanbul’da yaşayan Çeçenler de her ne kadar Türk soyundan olmasalar da din ve kültür bağları nedeni ile bu kapsamda ikamet iznine sahiplerdir. Bu durumun mülteci hukukundan ayrı ele alınması gerekiyor, çünkü düzenlemeler Türk soyuna mensup olma kriterine bağlı kalınarak yapılıyor. Yani esas problem, Türk soyundan olmayanlar. Önemli olan İran’da, Irak’ta, Afganistan’da, Somali’de, Sudan’da insan hakları ihlâline uğrayan veya uğrama riski olan ve Türkiye’ye kaçmak zorunda kalanların Türkiye’ye geldiklerinde nasıl bir muamele ile karşı karşıya kaldıkları.
O halde Türkiye mülteciyi nasıl kavramsallaştırıyor? Dünya ölçeğinden bakıldığında Türkiye’nin mülteciye yaklaşımı nedir?
Kavramsal olarak zaten bir farklılaşma var; hukuki statü olarak da dünyadaki diğer ülkelerden farklı bir durum var. Biraz önce belirttiğimiz gibi uluslararası terminoloji mülteci ve sığınmacıyı kullanırken, Türkiye 1951 sözleşmesine koyduğu coğrafi çekinceyle bu kavramların içeriğini farklılaştırmak zorunda kalmış. Ona da kısaca değinmek gerekirse; 1951 sözleşmesi esas olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, 1951 tarihinden önce Avrupa’da yaşanan olaylar göz önüne alınarak ve aslında oradaki mağdurlar için hazırlanmıştır. Daha sonra bunun çok da uygulanabilir olmadığı görülmüş ve 1967’de New York protokolü imzalanmıştır. Bu protokolle zaman sınırlaması tamamiyle ortadan kaldırılmış, yani 1951’den önceki olaylar diye bir kısıtlama seçeneği sunulmamıştır. Fakat “Avrupa’da meydana gelen olaylar” kısıtlaması devletlerin takdirine bırakılmıştır. Türkiye kendi coğrafi konumunu neden göstererek bu kısıtlamayı hâlâ korumaktadır. Türkiye’nin iddiası şu ki, ben Batı’daki ülkeler ile Asya ve Afrika arasında bir köprü vazifesi görüyorum ve Avrupa dışında meydana gelen olaylardan dolayı ülkeme gelecek kişi sayısı da çok fazla. O yüzden ben bunlara mülteci statüsü tanımayacağım, sadece Avrupa ülkelerinde meydana gelen insan hakları ihlâlleri ve zulümden dolayı Avrupa ülkelerinden Türkiye’ye gelen olursa onlara mülteci koruması sağlayacağım, Avrupa dışından Türkiye’ye kaçmak zorunda kalan diğer insanlara da sadece geçici sığınma hakkı tanıyacağım diyor. Bu da dediğimiz gibi kavramların farklılaşmasına neden oluyor. İçişleri Bakanlığı verilerine göre şu ana kadar Türkiye’ye Avrupa ülkelerinden gelen 81 kişi var ve bunların 36’sının halen başvuru değerlendirmesi devam etmekte. Bunlara henüz bir statü tanınmamış, ama geri kalan 45 kişiye mülteci statüsü tanınmıştır. Bu çok komik bir rakamdır. Türkiye’nin tarihi boyunca bu kadar az insanı mülteci olarak kabul etmesi, Avrupa ülkelerindeki demokrasi ve insan hakları standartlarının Türkiye’den çok daha iyi durumda olmasından dolayı kendisine sığınılmayacağını bile bile bu coğrafi sınırlamayı muhafaza etmesi trajikomik bir durum. Ama Avrupa dışından gelenlerin sayısı ise 20 bine yakın. Bu rakam bile diğer ülkelerle kıyaslandığında çok büyük bir rakam değil. 17 bin – 18 bin civarında sığınmacı şu anda geçici ikamet izni ile Türkiye de yaşıyor ve asıl sorun edinmemiz gereken, üzerine eğilmemiz gereken kişiler bunlar.
Türkiye’ye mülteciler çoğunlukla nerelerden geliyor ve Türkiye’ye gelen kişiler açısından süreç nasıl işliyor?
İran yıllardır Türkiye’ye gelen sığınmacıların kaynak ülkeleri arasında başı çekiyordu. Amerika’nın Irak’a müdahalesinden sonra Irak’tan gelenler şu anda sayıca daha fazla. İkinci sırada İran geliyor ve daha sonra Afganistan, Pakistan, Somali gibi insan hakları problemlerinin yoğun olduğu Ortadoğu ve Afrika ülkelerinden Türkiye’ye göç ediliyor. Avrupa ülkelerinden gelenlerin Türkiye’ye geldiklerinde İçişleri Bakanlığı’na başvuru yapmaları gerekiyor. İçişleri Bakanlığı bu kişilerin kendi ülkelerinden kaçış nedenlerinin 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımı içerisinde olup olmadığını araştırır ve mülteci statüsüne sahip olup olamayacağına karar verir. Asıl problem Avrupa dışından gelenlerde yaşanıyor. Bu noktada hemen Birleşmiş Milletler’in rolünden de kısaca bahsetmem gerekiyor. Türkiye, daha önce bahsettiğimiz bu coğrafi sınırlamayı koruduğu için Avrupa dışından gelenlere sadece geçici sığınma hakkı tanıyor. Dolayısıyla bu kişilerin kalıcı olarak bir ülkeye yerleştirilmeleri gerekiyor. Yani Türkiye, Avrupa ülkeleri dışından gelenlerin gerçekten zulümden kaçtığına kanaat getirse bile bu insanlar için kalıcı bir çözüm yaratamayacağını söylüyor. Bu nedenle Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), Avrupa dışından gelenlerin kalıcı olarak, üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri görevini yürütüyor. Türkiye’de Avrupa dışından gelen sığınmacılar için ikili bir prosedürün işlediğini söyleyebiliriz. Şimdi o süreci kısaca anlatacak olursam; diyelim ki İran’dan bir kişi siyasi düşünceleri nedeniyle ciddi insan hakları ihlâllerine maruz kalacağı korkusuyla ya pasaportlu olarak yani yasal yollardan ya da yasa dışı yollardan Türkiye’ye giriş yaptı. Elbette, yasal yollardan girenlerin sayısı çok çok az. Genelde yasa dışı yollardan, doğu illerindeki sınırlardan kaçak giriş yapıyorlar. Türkiye’ye geldiklerinde ilk olarak UNHCR ofisine ya da herhangi bir emniyet müdürlüğü binasına gidip sığınma aradıklarını beyan etmeleri, kaçış nedenlerini anlatmaları ve başvuru işlemlerini yapmaları gerekiyor. Başvuruların her ikisini ayrıca anlatmam lazım. Kişiler ilk olarak UNHCR’ye başvuru yaptıklarında emniyet müdürlüklerine yönlendirilirler. Emniyet müdürlüğüne başvurdukları zaman da UNHCR’ye yönlendiriliyorlar. Bu, her iki prosedürün birlikte başlayıp belirli bir koordinasyon içinde yürümesi için gerek duyulan bir uygulamadır. Kaydı alınıp kimlik tespiti yapıldıktan sonra kişilere bir tanıtma kartı düzenleniyor ve bir mülakat tarihi veriliyor. O mülakat tarihi gelene kadar bu kişilerin konaklayacağı ya da barınabileceği herhangi bir yer ne yazık ki kendilerine sunulmuyor. “Kaydını aldık, bu da tanıtma kartın, al ve başının çaresine bak”; şu anda Türkiye’de işleyen sistem budur. Peki bu kişiler ne yapıyorlar? Ya dışarıda kalıyorlar ya da geldikleri ülkeden olan diğer mültecilerle, daha önceden Türkiye’ye gelmiş kendi vatandaşlarının evlerinde konaklıyorlar. Ta ki kendilerine bir ev bulup orada yaşamaya başlayıncaya kadar. Tabii ki kötü koşullarda yaşıyorlar, çünkü düzenli bir gelir imkânına sahip değiller. Prosedüre geri dönersek, mülakatları alındıktan sonra bu mülakatlar yabancılar polisi tarafından mülakat formuna kaydediliyor ve İçişleri Bakanlığı’na gönderiliyor. Mültecilerle ilgili kararları İçişleri Bakanlığı adına Emniyet Genel Müdürlüğü’nün bir birimi olan Yabancılar Hudut İltica Dairesi alıyor, yani il emniyet müdürlükleri sığınmacılarla ilgili karar alma yetkisine sahip değildir. İçişleri Bakanlığı onun nerede yaşayacağına karar veriyor. Mülakat formunun incelenmesi bittikten sonra sığınma başvurusunda bulunan yabancılara Türkiye’de 30 tane uydu şehirden biri gösteriliyor ve o şehirde ikamet etmesi zorunlu tutuluyor. İkamet ettiği il merkezinin dışına çıkmak için İçişleri Bakanlığı’ndan ve bazı il emniyet müdürlüklerinden izin almaları gerekiyor.
Ama biraz önce nerede istersen yaşa deniyordu.. Uydu şehirlerin farkı nedir?
Nerde istersen orada yaşa derken şehirlerden söz etmedim. “Parkta mı yaşarsın, ev mi tutarsın, otelde mi kalırsın istediğin yerde yaşa” anlamında söyledim. Başvuru yaptığı şehir içerisinde kalmak şartıyla tabii ki. Mevzuata göre kişi Türkiye’ye pasaportla, yani resmi yollarla girmiş ise istediği şehre gidip başvurusunu yapabilir. İçişleri Bakanlığı ona bir uydu şehir belirleyinceye kadar, kısa bir süreliğine başvuru yaptığı şehirde ikamet edebiliyor. Fakat yasadışı yollarla girmiş ise giriş yaptığı şehirde başvuru yapmak zorunda ve İçişleri Bakanlığı kendisini uydu şehre gönderene kadar başvuru yaptığı şehirde ikamet etmek zorunda. Bu nedenle bazı sınır illerinde çok fazla yığılma oluyor. Örneğin Van, birçok sığınmacının giriş yaptığı şehir olması dolayısıyla sığınmacı nüfusun yoğun olduğu bir şehirdir. Yığılma olduğu için, sığınmacı nüfusun bir şehirde belli bir sayının üzerinde birikmesinin önüne geçilmek isteniyor. Bir şehirde on-on beş bin sığınmacının olması hem güvenlik açısından hem de başka sakıncalar taşıması açısından tercih edilmiyor. Diğer yandan çok sayıda sığınmacının bir şehirde birikmesi, buna paralel olarak o şehirdeki yabancılar şubesi polisleri için artan bir iş yükü anlamına geliyor. Bir yabancılar şubesinin onbinlerce kişinin işlemlerini yapması çok zor. Bu nedenle daha çok İç Anadolu Bölgesinde olmak üzere, İçişleri Bakanlığı’nın deyimiyle güvenlik problemi olmayan 30’u aşkın şehir var, oraya nakilleri yapılıyor.
Mülakatları yapıldıktan sonra naklediliyorlar herhalde?
Evet, genelde mülakatları yapıldıktan sonra bu bahsettiğimiz 30 şehre naklediliyorlar. Nakledilenler arasında mülakatı yapılmayanlar da olabiliyor, muhtemelen bu durum o şehirdeki sığınma başvurusu yapanların sayısı ile ilgili bir şeydir. Sayı artınca hemen diğer illere dağıtımları yapılıyor. Şunu da belirtmek gerekir ki UNHCR’nin mülakat tarihleri çok ileri tarihlere veriliyor. Bazen bir yılı aşkın süreler için randevular veriliyor. UNHCR de bir mülakat yapıp karar veriyor. Eğer gerçekten 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımına uyuyorsa ona UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınıyor ve uluslararası koruma altında olduğu deklare ediliyor. Ancak bu noktada İçişleri Bakanlığı’nın kararı da önemli. İçişleri Bakanlığı eğer sığınmacının 1951 sözleşmesinde belirtilen mülteci tanımındaki kriterleri taşımadığına hükmediyorsa, başvurusunu reddedebiliyor. Genellikle İçişleri Bakanlığı ve UNHCR kararları aynı yöndedir. İçişleri Bakanlığı UNHCR’nin karar vermesini bekler. Ama bunun böyle olmadığı zamanlar da oluyor. Henüz UNHCR’deki başvuru prosedürü tamamlanmadan İçişleri Bakanlığı bir kişi hakkında sınır dışı kararı da verebiliyor ya da UNHCR tarafından mülteci statüsü tanınsa bile İçişleri Bakanlığı sınır dışı kararı verebiliyor.
Göçmenlerin sosyal şartları ve özellikle de sağlık şartları ne durumda? Göçmenler sağlık hizmetlerinden yararlanabiliyorlar mı?
Şimdi, bu soruya cevap verebilmek için bir ayrıma gitmek gerekiyor. Eğer Türkiye’ye gelen kişiler polise ya da UNHCR’ye ulaşmadan polis tarafından yakalanırlarsa ya da haklarında güvenlik tehdidi oluşturacaklarına dair bir polis kanaati oluşursa emniyet müdürlüklerindeki eski adıyla “misafirhane” yeni adıyla “geri gönderme merkezi” olan alıkonma, gözaltı merkezlerine gönderiliyorlar. Bu gözaltı merkezlerinden Edirne, Kırklareli ve İstanbul Kumkapı’dakiler büyük kapasiteli olanlar. Bunların dışında da neredeyse her şehirde küçük kapasiteli gözaltı merkezleri var. Orada kalanların ayrı bir hukuki probleme konu olması durumu da var. Son iki yıldır sürekli olarak, bu merkezlerin hukuksuz oldukları yönünde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararları çıkıyor. Çünkü yargı kararı olmaksızın, polis kararıyla birini aylarca hatta yıllarca özgürlüğünden mahrum bırakamazsınız. Türkiye’de bu yönde bir hukuki düzenleme olmadığı için sürekli AİHM tarafından Türkiye mahkûm ediliyor. Bu merkezlerde tutulanların birçok sorunları var. Bir kere yıllarca kapalı kalmaktan dolayı yaşadıkları sıkıntılar var. Çalışma şansları hiç yok, çünkü dışarı çıkamıyorlar. Sağlık problemleri oluyor. Sorunların çözülmesi için bu merkezlere ait herhangi bir bütçe olmadığı için de sağlık hizmeti almaları o gözaltı merkezindeki görevli polis memurlarının insafına kalmış. Bu kapatılma merkezlerinde tutulanların sağlık problemleri konusunda tek şansları var, polisi hasta olduğuna inandırabilmek. Eğer polislere hasta olduğunu ispatlayabilir ve doktora görünmesi gerektiği konusunda ikna edebilirse, polis onları gözaltı merkezinden alıp, kendi nezaretinde ve masrafları Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı bütçesinden karşılanmak üzere bir hastaneye götürüyor. Bunun dışında işleyen herhangi bir mekanizma, gözaltı merkezlerinde herhangi bir sağlık personeli ve ekipmanı yok.
Götürülüyorlar mı peki ?
Bir düzen yok ne yazık ki. Sağlık problemleri yaşayıp da doktora ulaşamayan birçok kişi oluyor. Son bir yıldır, bu gözaltı merkezlerinde tutulanların sağlık hizmetlerinden yararlanabilmeleri konusunda nispeten bir iyileşmenin olduğunu söyleyebiliriz. Eskiden çok daha kötüydü, doktora erişimleri bütün girişimlere rağmen göz ardı ediliyordu. Bu gözaltı merkezlerinin koşulları çok kötü durumda. Bireysel bazda hastalıklar bir yana, bu gözaltı merkezlerinde yüzlerce kişi küçük kapasiteli mekânlarda tutuluyorlar. Bu da, herhangi birinin hastalanması durumunda hastalığın bütün o merkezde bulunanlara kısa sürede bulaşabilmesi anlamına geliyor. İster gözaltı merkezlerinde tutulsun ister uydu şehirlerde yaşasın Türkiye’ye gelen sığınmacıların Türkiye’ye giriş yapar yapmaz ciddi bir sağlık kontrolünden geçirilmesi gerekiyor. Bunu yıllardır ısrarla dile getiriyoruz. İnsanlar bazen aylarca yolda kalmış oluyorlar; banyo yapmadan, zor koşullarda, yürüyerek ya da bir kamyonun kasasında veya bir geminin zemin katında yolculuk yapıyorlar. Ciddi sağlık sorunları da oluşabiliyor bu yolculuklar sırasında. Bulaşıcı hastalıklar açısından da bir doktor kontrolünden geçirilmesi gerekiyor, ancak İçişleri Bakanlığı bunu yapmıyor. Bu hem onlarla muhatap olan BM çalışanlarını, hem polisin hem de yaşadığı yerin sağlığını da zamanla risk altına sokuyor. Domuz gribi, kuş gribi gibi büyük salgın dönemlerinde bile böylesi bir kontrol yapılmıyor. Hem mültecinin sağlığı, hem de vardığı yerde yaşayanların sağlığı açısından bir tıbbi muayene yapılması gerekiyor ama bu yapılmıyor. Diğer yandan bunun haricinde bir bütçenin olmamasından dolayı, bu merkezlerin temizliklerinin yapılması, yatak çarşaflarının yıkanması gibi problemler de var. Gözaltı merkezlerinde görevli polisler ya da orada kalanlar kendi imkânlarıyla bu sorunları gidermek durumundalar. Bizler orada çalışan personelle de konuştuğumuz zaman böyle bir bütçenin olmadığını belirtiyorlar ve bu ihtiyaçları karşılayabilecek yolları tartışıyorlar. Daha yeni bir genelge çıktı, genel bütçeden pay ayrılacağı söyleniyor. Genelgenin uygulanıp uygulanmayacağını da beraberce takip edeceğiz.
Mültecilik başvurusunu yapmış ve cevabını bekleyen insanların, yani uydu kentlere yönlendirilen insanların problemleri özellikle de sağlık problemleri hakkında neler söyleyebiliriz?
Sığınma prosedürüne girmiş ve uydu kente yerleştirilmiş bu kişilerin sağlık sorunlarına geçmeden önce, sosyal durumlarına değinelim. Bu sığınmacı nüfus, alıkoyma merkezlerinde kalanlar gibi bir yere kapatılmış değiller. Yani bir yerde çalışıp, para kazanabilir durumdalar. Kendi ayakları üzerlerinde durabilme potansiyeline sahipler. Diğer yandan biraz önce belirttik, sığınmacıların barınmaları için yol gösterici herhangi bir mekanizma yok, herhangi bir imkân yok. Kendi imkânlarıyla bir yerde yaşamak zorundalar. Çünkü bu kişilere sadece yaşayacakları kent gösterilir ve o kentin dışına çıkamaz. O kent içerisinde kendi imkânları ile yaşamak zorundadır. Sığınmacılar da yaşamlarını devam ettirebilecek temel ihtiyaçlarını karşılamak için paraya gereksinim duyar. Dolayısıyla ya para kazanmak için çalışması ya da devletin sosyal olma niteliğinden ve sorumluluğundan dolayı kişiyi temel ihtiyaçlarını karşılayacak kadar finanse etmesi gerekmektedir. Ama bunların hiçbiri ne yazık ki olmuyor, çalışma konusunda mülteciler de bütün yabancılar gibi Yabancıların Çalışma İzinleri Hakkındaki Kanun’a tabidirler. Bu kanun çerçevesinde işveren Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na başvurup sığınmacıya iş vermek istediğini söyler ve iznini alır. Kâğıt üzerinde böyle bir hakları var ama uygulamada şu ana kadar hiçbir örneğini görmedik. Çünkü bunu sağlayacak koşullar yok. Normalde yabancı uyruklu bir profesörün ya da bir mühendisin dahi çalışma izni alabilmesi çok zorken, İran’dan Afganistan’dan gelen bir sığınmacının bu izni alıp çalışması fiiliyatta neredeyse imkânsız. Dolayısıyla kaçak, yani kayıt dışı işlerde çalışmaya başlıyorlar. Karşılaştığımız birçok trajik vaka var; inşaatlarda, sanayide ya da diğer ağır işlerde sömürü düzeninde çalıştırıyorlar. Bunlar çok ucuz iş gücü. Örneğin bir inşaat işçisi günde 50 lira kazanırken, bir sığınmacı işçiyi günde 10 liraya çalıştırdıkları oluyor. Şöyle bir örnek hatırlıyorum, günde 6 liraya çalışan bir İranlı sığınmacı vardı. Kendisinin sanayi bölgesine gidip gelmesi bile 2 liraya mal oluyordu. Bu yol parasını ödememek için her gün birkaç km yolu yürüyerek gidip dönmek zorunda kalıyordu ki böylece günlük aldığı 6 lirayla gıda ve diğer ihtiyaçlarını karşılayabilsin. Böylesine bir sömürü düzeni var aslında. Bunu işverenler de biliyorlar ve çalışanlar çoğu zaman çalışmalarının karşılığı olan paralarını dahi alamıyorlar. Çünkü işveren de sığınmacıların gidip polise şikâyet edemeyeceğini, böyle bir hakkının olmadığını çok iyi biliyor. Bazen iyi örneklerle de karşılaşıyoruz. Kuaförlerde çalışan kadın sığınmacılar ya da eczanede çalışanlar olabiliyor. Onlar da nispeten insaflı işverenlere denk gelirlerse paralarını kazanabiliyorlar, ama hepsi kayıtsız ve de sigortasız. Bu durum, hem işveren açısından risk hem de çalışan kişi açısından risk teşkil ediyor. Dolayısıyla göçmenlerin ve sığınmacıların para kazanmaları çok çok zor. Para kazanmak için de neredeyse köle gibi çalışmak zorunda kalıyorlar Türkiye’de. Bunun üstüne başka bir sorunu daha ekleyelim. Türkiye’de yabancılar Türkiye’ye girdiklerinde kaldıkları süre için ikamet harcı ödemek zorundadırlar. Mülteciler ve sığınmacılar da bu ikamet harcına tabiler. Türkiye’de ikamet tezkeresi alabilmeleri için yıllık kişi başına yaklaşık 600 lira gibi bir ücret ödemek zorundalar. Tabii bunun kabul edilebilir hiçbir tarafı yok. Çünkü çalışma hakkı olmayan ve birçok problemle başa çıkmaya çalışan mülteciler ve sığınmacılar bir taraftan da devlete harç ödemek zorunda kalıyorlar. Bu harcı ödemedikleri zaman birçok resmi kayıttan muaf bırakılıyorlar ve bu da ciddi hukuki problemlere neden olabiliyor. Yıllardır insan hakları örgütleri bu ikamet harcı problemini dile getiriyorlar, ama henüz yasal bir çözüm oluşturulmadı ve bu kişiler hâlâ ikamet harcından muaf değiller. Şimdi bu durumlarla sağlık konusu arasındaki ilişkiyi kuralım, yani hastalandığı zaman neler yapıyor? Öncelikle şunu belirtelim bu konuyla doğrudan ilgilenen bir mekanizma ne yazık ki yok. 5510 sayılı kanunla yaklaşık iki yıl önce yeni bir düzenleme yapıldı ve bilindiği gibi yeni bir genel sağlık sigortası uygulamasına geçildi. Bu kanun ilk gündeme geldiğinde hükümet sığınmacıların da bu sigortadan yararlanacağını belirtti. Kanuna baktığımız zaman genel sağlık sigortası kapsamından yararlanacak kişiler arasında “sığınmacılar” kelimesi geçiyor ve normalde de sığınmacı olanların bu haktan yararlanabilmeleri gerekiyor. Fakat konuşmanın başında bahsettiğimiz, Türkiye’deki hukuki terim farklılığı nedeniyle bunun uygulanması fiiliyatta yine mümkün değil. Yararlanan kimseyi de göremedik. Çünkü Türkiye’de sığınmacı statüsü alan kimse yok. Neden? Çünkü sığınmacı ve mülteci statüsü kazanabilmesi için Avrupa’dan Türkiye’ye gelip başvuru yapmış olması gerekiyor. Biz bu durumu yasa çıktığı zaman da defalarca dile getirdik, fakat bir türlü anlatamadık. Çıkarılan bu yasanın Türkiye’deki mülteci ve sığınmacılara uygulanamaz bir şey olduğunu söyledik. İçişleri Bakanlığı’na bilgi edinme kanunu kapsamında başvuruda bulunduk ve mülteci ve sığınmacı sayılarını istedik. Türkiye’de kaç kişi sığınmacı, kaç kişi mülteci, kaç kişi başvuru sahibi diye. Başvurucu diye bir hukuki statü de var Türkiye’de. Bize gelen rakamlarda sığınmacıların Türkiye’deki sayısı yoktu, çünkü sığınma nedeni ile Türkiye’ye gelen yabancıların çoğu başvurucu statüsünde. UNHCR tarafından üçüncü bir ülkeye yerleştirilmeleri sırasında kendilerine sığınmacı statüsü veriliyor. Dolayısıyla sağlık alanında, genel sağlık sigortasına ilişkin kanundan yararlanamıyorlar. Peki ne oluyor? Sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıfları var her il ve ilçede. Sığınmacılar, bu vakıflara başvurarak tedavi giderlerinin karşılanmasını talep edebiliyorlar. Tabii bu da çok zorlu bir süreç. Muayene ve tedavi olmak için öncelikle polisi ikna etmek zorundasınız. Bir sığınmacı hastalandığı zaman, dilekçesini yazıp valiliğe gitmek zorunda. Valilik bu dilekçeyi il emniyetine, il emniyeti de yabancılar şubesine havale ediyor. Daha sonra yabancılar şubesine giderek hasta olduğunu polise kanıtlamak zorunda. Eğer polis bu kişinin gerçekten hasta olduğuna ve doktora gitmesine gerek olduğuna kanaat getirirse, kişiyi sosyal yardımlaşma vakıflarına havale ediyor. Her sosyal yardımlaşma vakfının bir mütevelli heyeti vardır. Mütevelli heyeti toplandığı zaman diğer bütün başvurularla beraber bu kişilerin tıbbi yardım başvurusunu da ele alır. Yardım verilmesine karar verilirse bu kişi hastaneye gönderilir ve sağlık masraflarının belli bir kısmı, belli bir limite kadar vakıf bütçesinden karşılanır. Düşünüldüğü zaman çok uzun bir süreç. Yani biri hastalandığı zaman bu prosedürü tamamlayana kadar zaten ya iyileşir ya da daha kötü olur. Zaten genelde bu prosedür tamamlanmadan kişiler vazgeçiyorlar. Başvuran kişiler tedavi için hastanelere gittikleri zaman da problem bitmiyor. Diyelim ki sosyal yardımlaşma vakıfları masraflarını karşıladı, kişi gitti ve muayenesini oldu. Bir tedavi gerekiyor, ilaç tedavisi gerekiyor. Bunların karşılanması için de tekrar aynı prosedürün tamamlanması gerekiyor. Yani hem muayene için hem de tedavi için benzer uzun işlemlerin halledilmesi gerekiyor. Kaldı ki bir defalık yardımlar da değil bunlar. Her hastalandığında ya da tedavinin her aşaması için tekrar bu prosedüre girip bunu almaya hak kazanması gerekiyor. Elbette bunun işlediği iyi örnekler de var. Bazı şehirlerde bu çok daha az problemli, çok daha kolay yürütülüyor. Ama bazı şehirlerde yürümüyor, işlemesindeki büyük problemlerden dolayı yürümesi mümkün olmuyor.
Peki acil bir vaka durumunda ne oluyor ya da kronik bir hastalığı varsa?
Kanser gibi uzun süreli tedavi gerektiren hastalıklar ya da kronik hastalıklar bahsettiğim prosedür gereği zaten kendi başlarına bir problem. Diğer yandan tedavi giderlerinin sağlanması açısından da problemler var. Çünkü vakıf, uzun süreli tedavilerde tedavi masraflarını bir kere sağladıktan sonra bir daha vermemeye başlıyor. Malum, hem çok pahalı tedaviler oluyor hem de hastanın sürekli başvuru yapması gerekiyor. Acil durumlarda, mesela bir kaza durumunda ya da doğumda sığınmacılar doğrudan acil servislere gidiyorlar. Hastane eğer bakarsa yani bakmayı kabul ederse müdahalesi yapılıyor. Her ne kadar yasal olarak bakmak zorunda olsalar da bunun zaman zaman aksadığı durumlarla karşılaşıyoruz. Bazı hastaneler güvence almadığı sürece bakmayabiliyor. Acilde bakıldığını varsayalım, müdahalesi yapılıyor ve bütün masraflar karşılığında kendisine bir senet imzalatılıyor. Bu senedi ödeyene kadar da bazen rehin alındığı oluyor hastanede. Bir yakını varsa ya da bir sivil toplum örgütü ulaşmışsa kendisine, o senedi götürüp vakıftan karşılanması için mücadele ediyor.
Aklınızda acil bir vaka ya da kronik bir hastalık durumuna ilişkin bu süreci olumlu ya da olumsuz sonuçlarıyla görebileceğimiz spesifik bir örnek var mı?
Kronik bir hastalıkla ilgili bir örnek vereyim. Guatr hastası olan İranlı bir sığınmacı vardı. Daha önce de bu hastalığı nedeniyle ülkesinde tedavi görmüştü. Türkiye’ye geldiğinde hastalığı dayanılmaz bir hal almıştı, sürekli rahatsızlanıyordu. İki defa vakıftan yardım aldı, doktora gitti ama ilaç tedavisi çok uzun sürüyordu. Bir iki defa bunu halletmeye çalıştık ama bunun sonu yoktu. Sonradan vazgeçti, çünkü her seferinde bir hafta uğraşmak zorunda kalıyordu ve artık vakıf da başvurusunu almak istemiyordu. Sonradan tedaviden vazgeçti. Ne oldu, açıkçası onu takip edemedim. En son bıraktığım zaman tedavi görmüyordu ve doktorlarına sorduğum zaman kesinlikle tedavisinin devam etmesi gerektiği söyleniyordu. Yine acil bir vaka ile ilgili yaşadığımız bir olay vardı. Türkiye’ye giriş yapmış Afganistanlı hamile bir kadın rahatsızlanıyor. Van’da bir acil servise götürülüyor. Oradaki bir doktor arkadaşımız bize haber verdi. Kadın, sınırdan yürüyerek gelmiş ve haftalarca süren bir yolculuktan sonra rahatsızlanmış. Karnındaki bebeğin ölmüş olma ihtimali yüksek. Eğer müdahale edilmezse annenin de kaybedilme riski var; hemen ameliyata alınması lazım. Hastane yetkilileriyse çok da hoşnut değillerdi bu durumdan. Çünkü hastanın herhangi bir sağlık güvencesi yoktu. Bu durumda, tanıdığımız bütün sivil toplum örgütlerini harekete geçirmeye çalıştık. O zaman ben şehir dışındaydım. Van Kadın Derneği’nden arkadaşlarımız gittiler, ilgilendiler. Ambulansla acilen üniversite hastanesine sevk edildi ve nihayetinde ameliyata alındı. Gerçekten karnındaki çocuk ölmüştü. En azından kadının hayatı kurtarıldı, ama kendisine yüklü miktardaki masraf için senet imzalatıldı. O senedin tahsili konusunda çok büyük problemler yaşandı. Bir mülteciye senet yapmak istemedi hastane, yine sivil toplum örgütünden arkadaşlarımızın bir dizi görüşmeleri sonucunda hastane yetkilileri kefil bulunması şartıyla kabul ettiler. Daha sonra o senet de problem oldu. Ama nihayetinde bir şekilde halledildi ve kadının hayatı kurtarıldı. Eğer orada sivil toplum örgütleri ya da birkaç duyarlı doktor olmasaydı bu operasyon gerçekleşemeyecekti ve o zaman belki anneyi de kaybedecektik.
Sağlık problemlerinin gönüllü sivil toplum kuruluşları tarafından karşılandığını görüyoruz. Sürecin kendisini bu şekilde yürütebilme imkânı var mı?
İçişleri Bakanlığı’nın sivil toplum örgütlerinden, diğer bütün alanlarda olduğu gibi özellikle mülteciler alanında çalışan sivil toplum örgütlerinden pek bir beklentisi yok. Yani onların giyimine, gıdasına, kirasına ve sağlık giderlerine yardımcı olduğunuz sürece İçişleri Bakanlığı nezdinde bir sivil toplum örgütü değeri kazanıyorsunuz. Tabii biz buna karşıyız; insan hakları örgütü ve insani yardım örgütü ayrımını da bu nedenle yapıyoruz. Biz insan hakları örgütleri, bunların tümünün devletin sorumluluğu olduğunu ve devletin bunlara bir şekilde bir çözüm bulması gerektiğini vurguluyoruz.
Bu yolda bir girişiminiz var mı, devlete yönelik baskı unsuru yaratmak adına?
Bizim faaliyetlerimizin önemli bir kısmı bu konuda. Lobi faaliyetleri ve diğer birçok çalışmamız devletin bu sorumluluğunu, yükümlülüğünü devlete anlatmak. Bunun devlet eliyle çözüme kavuşturulmasını sağlamak için çalışıyoruz.
Peki, gelecekte nasıl bir tablo ile karşılaşacağız?
Avrupa Birliği süreci önemli bir dönüşüm yaratabilir. Türkiye, 1951 sözleşmesine taraf olmasına rağmen ilk mevzuatını 1994’te çıkardığı bir yönetmelikle düzenlemiş ve bu yönetmelikte sağlıkla ilgili ya da diğer sosyal sorunlarla ilgili mülteci ve sığınmacıların neredeyse hiçbir hakkından söz edilmiyor. Türkiye’nin bu göç koridorunda önemli bir yere sahip olması ve Avrupa Birliği’nin baskısı nedeniyle şimdi yasalar çıkarılmaya çalışılıyor. İltica yasası, yabancılar yasası taslakları hazırlanıyor şu anda. Yeni birkaç yönetmelik çıkarıldı. Türkiye’deki durumla ilgili olarak şunu da belirtmek gerekir; işler son bir bir buçuk yıldır olumlu bir yöne doğru da evrildi. Daha bir buçuk yıl öncesine kadar bütün bu işlemleri düşünmek ve uygulamak dâhil her şey polisin işiydi; polisin inisiyatifine bırakılmıştı ve bu durum çok büyük problemlere neden oluyordu. Çünkü bir yandan devletin, mülteci sorununu bir güvenlik problemi olarak algılaması söz konusuydu. İş bir de polislere kalınca daha da problemli hale geldi. Ama son bir buçuk yıldır İçişleri Bakanlığı, bakanlığa bağlı sivil bir birim kurarak işleri ona devretti. Onun da olumlu yansımalarını görüyoruz ama elbette çok da yeterli değil henüz. Bu olumlu yansımalara baktığımızda, yeni genelgelerin çıkarıldığını görüyoruz. Mesela artık mültecilerin ikamet harcından muaf tutulabilmesine yönelik bir adım atıldı. Ne yazık ki kalıcı bir çözüm değil kesinlikle. Çünkü yine polisin inisiyatifine kalan bir durum söz konusu, yani polis onun yoksul olduğuna kanaat getirirse mülteci harçtan muaf kalacak. Problem yine devam ediyor. Bu misafirhanelerin durumuyla ilgili bir bütçenin ayrılması, en azından temizlik ve yemek ihtiyaçlarının devlet bütçesi tarafından karşılanması yönünde bir genelge yayınlandı. Misafirhanelerin isimlerinin değiştirilip, geri gönderme merkezi yapılması gibi adımlar atıldı. Yine sağlık konusunda sosyal yardımlaşma vakıflarının daha cömert davranmasını teşvik edecek girişimler var, ama bunların hiçbirisi yasal bir çerçevede olmadığı, genelgeler yoluyla ele alındığı için kalıcı çözümler değil.
Bu yazı Hayat Sağlık Dergisi’nin 2. Sayısında yayınlanmıştır…
Belgenin pdf formatında orijinal halini indirmek için tıklayın.