Mültecilere Kapıları Açın

Yahya BERMAN

(24 Mart 2008, bianet)

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Türkiye’nin nüfusa ihtiyacı olduğunu söylüyor. Eğer Türkiye’nin nüfus sorunu varsa, bu Türkiye’nin uluslararası yükümlülüklerini gerçekleştirmesi açısından bir fırsat anlamına da geliyor.

İran’da iki milyon Afgan mülteci, Suriye’de bir milyondan fazla Iraklı mülteci, gelecekleri konusunda kaygılı ve sefalet koşullarında yaşıyor. Türkiye hükümeti ise, 14 bin sığınmacının ülke açısından büyük bir yük oluşturduğunu söylüyor.

Türkiye’de çok daha büyük bir “yasadışı göçmen” nüfusu var. Medyada her gün sayısız Afgan, Filistinli ve Iraklı “yasadışı göçmen”in sınırdışı edildiğini okuyoruz. Bu kişilerin çoğu fiili olarak mülteci. Çok daha büyük bir nüfus ise, yasanın ve insan uygarlığının dışında yaşıyor.

Nüfus politikası mı?

Türkiye’nin mülteci politikası, mültecileri kabul etmemek ve caydırmak üzerine kurulu. Türkiye, Mültecilerin Statüsüne Dair 1951 Sözleşmesine getirdiği sınırlamayla sadece Avrupa ülkelerinden gelen mültecilere koruma sağlama politikasını koruyor.

Oysa eski Yugoslavya ülkelerinden gelen Avrupalı mülteciler de, Türkiye’de resmen “misafir” statüsünde, fiiliyattaysa vatansız statüsünde yaşamlarını sürdürüyor.

Türkiye’den çeşitli dönemlerde kaçan Ermeni, Süryani, Rum ve Keldani mültecilerin Türkiye’ye dönmesi söz konusu değil. İran ve Irak’tan kaçan Türkiye kökenli Hıristiyanlar da Türkiye’ye gelmeleri halinde geçici sığınma kategorisinde ikamet izni alarak Birleşmiş Milletler (BM) Mülteciler Yüksek Komiserliği vasıtasıyla başka ülkelere yerleştiriliyor. Lübnan, Mısır ve Sudan’da Türkiye kökenli vatansız Ermenilerin sayısı bilinmiyor.

Suriye’de sadece Türkiye kökenli Hıristiyanlar değil, aynı zamanda Türkiye’den Suriye’ye kaçan ve Suriye hükümeti tarafından vatandaşlık verilmediği için vatansız statüsünde bulunan yaklaşık 500 bin Kürt bulunduğu tahmin ediliyor. Suriye’nin politikaları, bu azınlık grubunu sefalet sınırında yaşamaya mahkum ediyor.

Yunanistan ve Bulgaristan’ın ırkçı politikaları sonucu Türkiye’ye sığınan 100 binin üzerinde insana Türkiye yurttaşlığı verildi. Bir Afgan Özbek grubuna ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte vatansız konuma düşen Ahıska Türklerine yurttaşlık vermek için özel yasalar çıkarıldı.

Yabancıların Türk vatandaşlığına kabul edilmesinin temel koşulları Türkçe bilmek ve “Türk kültürü”nü benimsemek. Türkiye’de henüz vatandaşlık almamış bulunan Romanların sayısı bilinmiyor. Romanların, Ortadoğu’daki ve Sudan’daki vatansız Ermenilerin, Suriye’de Türkiye kökenli oldukları gerekçesiyle vatansız durumda olan Kürtlerin “Türk kültürü”nü benimsemeyip benimsemedikleri konusunda nasıl bir test yapılırdı?

Öte yandan, kültürü etnik kimlikle ilişkilendiren anlayışlar akademik dünyada ve medyada da hakim. Bu varsayımlar sorgulanmıyor.

Arafta büyüyen çocuklar

Yetkililer sık sık Türkiye’de 1 milyon kayıt dışı yabancı olduğundan söz ediyor. Gerçek rakamlar bilinmiyor. Türkiye’de mülteci korumasından yararlanamayan, ancak ülkelerine de dönemeyen çok büyük bir nüfus var.

Örneğin Çeçen mültecilerin iltica başvuruları kabul edilmiyor. “Devlet politikası”. Bir gün ülkelerine dönüp dönemeyeceği bilinmeyen Çeçen çocuklar, arafta yaşıyor. Onlar için yurttaşlık ihtimali yok. Çeçen mültecilerin tahammül edilebilir bir hayat yaşamasının tek güvencesi, Türkiye’deki Çeçen azınlığın ve insani kuruluşların yardımları.

Başka bir grup ise, Irak üzerinden Türkiye’ye kaçan Kürt mülteciler. İran’da rejim değişmedikçe ya da İran Kürt azınlığa ilişkin politikasını değiştirmedikçe ülkelerine dönmeleri mümkün değil. Avukatlarına göre hükümet, bu grubun başka bir ülkeye yerleştirilmesine de izin vermiyor.

Bu mültecilerin Türkiye’ye geçici olarak bile entegre olmasına, insana yaraşır hayatlar yaşamalarına dair bir politika yok. Bu mültecilerin çocukları bir gün “Türk kültürü”nü benimseyecekler mi?

İslam Devriminden beri çeşitli nedenlerle Türkiye’ye kaçmış olan ama mülteci olarak başka ülkelere yerleştirilememiş olan İranlıların sayısı bilinmiyor. Sayısız Fars, Azeri ve Kürt aile, bazıları ikamet izniyle, bazıları “yasadışı göçmen” olarak yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Ne ülkelerine dönme şansları var, ne de “Türkleşme”… Anadilleri Türkçe ya da Türkiye halkının konuştuğu başka diller olsa bile…

Yasanın dışında hayatlar

Naima, Afganlı bir ailenin kızı. Anne ve babası, İran’da mülteci olarak yaşarken tanışıp evlendi. İran’da geleceklerinin belirsiz olması, daha iyi bir hayat umuduyla Türkiye’ye kaçmalarına yol açtı. Naima ve beş kardeşi Türkiye’de doğdu. Başka bir ülke, Türkçeden başka bir dil bilmiyor. Naima’nın babası, Aksaray’da çobanlık yapıyor.

Naima ve kardeşleri, hiçbir ülkenin yurttaşı değil. Ama varlıkları biliniyor. Çünkü Naima, yatılı bir Kuran kursunda öğrenim görüyor. Mülki idarenin hayır girişimi… Naima’ya, büyüyünce ne olacağını soruyoruz. Yanıt veremiyor. Onun bu tür hayalleri yok. Ona layık görülen, sadece dinî vecibelerini öğrenmesi ve kocasına iyi hizmet etmesi. Kadın karşıtı ırkçılıktan da söz etmek gerekiyor.

Naima, 12 yaşına gelince evlendirilecek. Şansı varsa kocası Türk vatandaşı olacak. Böylece çocukları Türk vatandaşı olacak. Ama Naima Türk vatandaşı olmayacak muhtemelen.

İnsan Hakları Derneği (İHD) Antakya Şubesi Başkanı Hatice Can, Türkiye vatandaşı kocaları tarafından boşandıktan sonra sınırdışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan ve kocalarına karşı, hatta çocukları üzerinde hak iddia edemeyen Filistinli kadınlardan söz ediyor. Can, bu durumdaki bir kadının davasını yargıya götürdü.

Böylece Naima, kocasından dayak yediğinde polise gitmeye korkacak. Bunun kaderi olduğunu bilecek.

Yasallık ve ayrımcılık

Türkiye’de yasanın dışında kalan on binlerce insan, yasadışı göçmen, kendilerine karşı işlenen suçlara karşı yasanın korumasından yararlanamıyor.

Oysa devletin bile isteye üstlendiği hukuksal yükümlülükler var. Birleşmiş Milletler (BM) insan hakları sözleşmeleri ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, bu antlaşmalarda düzenlenen hakların devletin topraklarında bulunan herkes için gerçekleştirilmesini gerekli kılıyor. Kişiler ırk, din, cinsiyet, engelli olup olmama ve sınıflarının yanı sıra statüleri açısından da ayrımcılıktan korunmalı. Türkiye bu sözleşmelerin pasif bir alıcısı değil, kurucularından, düzenleyicilerinden biri.

Bazı haklar, örneğin BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesinin seyahat hakkını düzenleyen maddesi, devletin topraklarında yasal olarak bulunmayı gerektiriyor. Uluslararası hukukta mültecilik veya kişinin risk altında olacağı bir ülkeye geri gönderilme yasağına uygun bir durum, kişinin ülkede bulunmasını yasal kılmaya yeterli.

Yani Afgan veya Filistinli bir mülteci ya da toplumsal cinsiyete dayalı zulüm riskinden dolayı Türkiye’ye giriş yapan İranlı bir kadın, ülkeye yasadışı yollardan girmiş, yetkililere başvurup kaydolmamış olsa bile, Türkiye topraklarında yasal olarak bulunuyor.

Sınır dışı edilme korkusu, bu durumdaki kişilerin kendilerini polise kaydettirmesine engel oluyor.

Türkiye kökenli ve Irak vatandaşı bir Keldani olan Meryem, dul kalınca Kürt milisler tarafından fuhuş yapmakla suçlanmış. Komşularından bazı kadınlar İslamcı gruplar tarafından öldürülmüş. Bu olaylar Uluslararası Af Örgütü tarafından rapor edilmiş. Meryem, dört çocuğuyla birlikte Türkiye’ye kaçmış. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği, Meryem’in bilmediği bir gerekçeyle mültecilik başvurusunu reddetmiş.

Meryem ise, “yaşadıklarımı bir ben bilirim” diyor. Böylece Yabancılar Şubesi tarafından da geçici sığınma talebi reddedilmiş ve sınırdışı edilme tehlikesi karşısında saklanarak yasadışı duruma düşmüş. Meryem şanslıydı. Türkiyeli Süryani bir ailenin yanında çalışarak hayatını yıllarca sürdürebildi ve Türkiye’de kalabildi. Ama çocukları öğrenim görmeden yirmili yaşlarına geldi.

Meryem’in çocuklarından Edvard, yasadışı olarak çalıştı yıllarca. İş bulabilmek için kendini Murat olarak tanıttı. Haftalık ücreti ödenmediğinde yapabileceği tek şey, o işten ayrılarak başka bir iş bulmaktı. Haftalığını alıp annesine götürmek üzere İstiklal Caddesinde yürüdüğü bir gün parası gasp edildi.

Bıçaklanan Edvard, polisler tarafından hastaneye kaldırıldı, tedavisi yapıldı. Meryem hastaneye koştu. Tedavinin ardından Meryem ve Edvard gözaltına alınarak Kuzey Irak’a sınırdışı edildi. Ne gaspçılara ne de sınırdışı edilme kararına karşı yapabilecekleri bir şey yoktu.

Tehlikeyi göze alarak tekrar Türkiye’ye yasadışı giriş yapan Meryem ve Edvard, şimdi daha umutlu. Çünkü Helsinki Yurttaşlar Derneği ve Uluslararası Af Örgütü’nün kendi durumlarında olan kişilere, hem Türkiye’deki durumlarının yasal hale getirilmesi hem de mültecilik statüsü alabilmeleri için yardım edebileceklerini duydular.

Hayır değil, haklarını istiyorlar…

Türkiye’de sığınmacılar, BM tarafından statüleri belirlenip üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar belirli bir ilde ikamete zorunlu tutuluyorlar. İHD ve Helsinki Yurttaşlar Derneği, bu uygulamanın ülkede yasal olarak bulunan kişilerin seyahat özgürlüğü hakkına aykırı bir uygulama olduğunu belirtiyor.

Mülteciler ise, sosyal standartların en yüksek olduğu, aç ve barınaksız kalmayacakları, en azından tanıdıkları insanlarla dayanışma içinde olabilecekleri illerde yaşamak istiyor. Afrika ülkelerinden gelenler, kayıt dışı sektörlerde düşük ücretle çalışabilecekleri, kiliselerden yardım alabilecekleri ve arkadaşlıklar kurabilecekleri İstanbul’da yaşamak istiyor. Azeri ve Uygur mülteciler, kendi ülkeleriyle ilgili vakıf ve derneklerin yardım sağladığı İstanbul ve Kayseri gibi illerde yaşamak istiyor.

Somalili mülteciler ise Konya’da yaşamak istiyor. Çünkü hem belediye, hem polis, hem de İslami hayır kuruluşları yardım sağlıyor.

Somalili bir azınlık grubuna mensup olan Zehra, altı çocuğuyla birlikte Somali’den Türkiye’ye yasadışı bir yolculuk yaptı. Yolda ölmedikleri için şanslılar. Kaçakçılara ödeyecek parası olduğu için şanslılar. Somali’den Yemen’e geçiş sırasında ölen kişi sayısı yılda dört bin civarında tahmin ediliyor.

Zehra, kirasını belediyenin ödediği bir evde yaşıyor. Belediyeden ve hayır kurumlarından yardım alıyor, hastalandığında bakımı yapılıyor. Çocukları okula başladı. Okulda başarılı olabilmek için Türkçe öğrenmeye çalışıyorlar. Aynı okulda öğrenim gören Türk çocuklar, ten renkleri siyah olduğu için onlarla alay ediyor ve arkadaş olmuyorlar. Aslında değişen bir şey yok. Somali’de de beyaz sayıldıkları için aşağılanıyorlardı.

Filistinli Zehra ise, Irak’ta komşularının saldırılarından kaçarak Suriye üzerinden Türkiye’ye giriş yaptı. O şanslı, çünkü Suriye’ye yasal giriş yapmak isteyen binlerce Filistinli, sınır bölgesinde, üzerlerinde akbabalar dolaşarak yaşıyor. Gelecekleri, yaşayıp yaşamayacakları belli değil.

Zehra Antep’te, açlık sınırında yaşıyor. Çocuklarını soğuktan korumayan bir gecekondunun kirasını ödeyebilmek için Lübnan’daki akrabalarının para göndermesini bekliyor. Kendileri gibi yoksul olan ev sahipleri, onları sıkıştırmıyor. Çünkü onlar da kendi ülkeleri içinde mülteci, köylerinden kovulmuş Kürtler. Zehra’ya bazen tarhana, bazen bulgur veriyorlar. Çocukları hasta olunca, Sosyal Dayanışma Fonundan yardım alıyor. Ama bir daha alabileceğinin bir güvencesi yok.

Mültecilerin hayatı şansa bağlı. Oysa uluslararası hukuk, devletin topraklarında bulunan herkesin, insan yaşamının temel gereklerini karşılamaya hakkı olduğunu söylüyor: Sağlık hakkı, beslenme hakkı, konut hakkı, eğitim hakkı, su hakkı…

Yoksun bırakılmak sadece mültecilerin sorunu değil. Köylerinden, çocuklarını beslemek için ekip biçtikleri topraklarından koparılan Türkiye vatandaşı Kürtlerin ve Alevilerin de hayatı hayır sahiplerine bağlı. Şansları varsa…

BM Kalkınma Programının İnsani Kalkınma raporları, Türkiye’nin gayrı safi milli hasılası hızla yükselirken devletin sosyal harcamalarının ve ülkenin sosyal standartlarının da hızla gerilediğini gösteriyor.

Devletin kaynakları mı yetersiz? Bütçeye bakın; Avrupa Birliği’nin eğitim ve kapasite geliştirme projeleri için Türkiye’ye hibe ettiği fonları ekleyin… Hatta Avrupa ülkelerinde göçmen ve mülteci olarak yaşayan milyonlarca Türkiyelinin ülkeye gönderdiği paranın miktarını ve hükümetin Avrupa ülkelerinden Türkiyelilere uygulanmasını istediği standartları…