Cuma, Temmuz 4, 2025
Ana Sayfa Blog Sayfa 51

Mamatkulov ve Askarov / Türkiye

Kararı İngilizce aslından çeviren: Doç. Dr. Bülent Çiçekli (Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi, Devletler Özel Hukuku öğretim üyesi).
Kaynak: TBB Dergisi, Sayı 62, 2006. Belgenin pdf formatında orijinal halini indirmek için tıklayın.


Mamatkulov ve Askarov v. Türkiye Davası
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Büyük Daire Kararı
(Başvuru No. 46827/99 ve 46951/99)
4 Şubat 2005

Başkan: L. Wildhaber

Üyeler: C. L. Rozakis, J.-P. Costa, Sir Nicholas Bratza, G. Bonello, L. Caflisch, E. Palm, I. Cabral Barreto, R. Türmen, F. Tulkens, N. Vajic, J. Hedigan, M. Pellonpaa, M. Tsatsa-Nikolovska, A. B. Baka, A. Kovler, S. Pavlovschi

Katip: P. J. Mahoney

 

PROSEDÜR

1. Mevcut dava, Bay Rustam Sultanovich Mamatkulov ve Bay Zainiddin Abdurasulovich Askarov adındaki iki Özbek vatandaşının İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerinin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin (“Sözleşme”) 34. maddesi gereğince sırasıyla 11 ve 22 Mart 1999 tarihlerinde Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yapmış oldukları iki başvurudan (No. 46827/99 ve 46951/99) kaynaklanmaktadır.

2. Adli yardımdan yararlanmış bulunan başvuru sahipleri İstanbul Barosu avukatlarından Bay İ. Ş. Çarsancaklı tarafından temsil edilmiştir. Türk Hükümeti (“Hükümet”) ise Müşterek-vekil Bay M. Özmen tarafından temsil edilmiştir.

3. Başvurular başvuru sahiplerinin Özbekistan Cumhuriyeti’ne iadesine ilişkin bulunmaktadır. Başvuru sahipleri, Sözleşme’nin 2, 3 ve 6. maddeleri ile Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesine dayanmaktadırlar.

4. Başvurular, Mahkemenin Birinci Kısım’ına gönderilmiş (İçtüzük m. 52/1) ve bu kısımda oluşturulan Mahkeme Dairesi tarafından 31 Ağustos 1999 tarihinde kabul edilebilir bulunmuştur. Söz konusu Daire şu yargıçlardan oluşmuştur: E. Palm, J. Casadevall, Gaukur Jörundsson, R. Türmen, C. Birsan, W. Thomassen ve R. Maruste; Kısım Katibi ise M. O’Boyle’dir.

5. İlgili Daire, 6 Şubat 2003 tarihli kararıyla (“Daire Kararı”), oy birliğiyle, 3. maddenin ihlal edilmediğine, 6. maddenin Türkiye’deki iade prosedürüne uygulanamayacağına ve Sözleşme’nin 6. maddesi çerçevesinde başvuru sahiplerinin şikayetleri ile ilgili ayrı bir sorunun ortaya çıkmadığına karar vermiştir. Daire ayrıca altı oya karşı bir oyla Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlal edildiğini hüküm altına almıştır. Son olarak, ilgili Daire, oybirliğiyle, ihlal bulgusunun bizatihi kendisinin başvuru sahiplerinin uğramış olduğu manevi zararın tazminine ilişkin adil bir karşılık teşkil ettiğine hükmetmiştir. Bay Türmen’in kısmi muhalefet görüşü karara eklenmiştir.

6. Hükümet 28 Nisan 2003 tarihinde davanın Büyük Daire’ye götürülmesine ilişkin bir talepte bulunmuştur (Sözleşme’nin 43. maddesi).

7. Büyük Daire’nin ilgili paneli bu talebi 21 Mayıs 2003 tarihinde kabul etmiştir (İçtüzük m. 73).

8. Büyük Daire’nin oluşumu Sözleşme’nin 27/2-3. maddesi ile Mahkeme İçtüzüğü’nün 24. maddesi çerçevesinde belirlenmiştir.

9. Başvuru sahipleri ve Hükümet davayla ilgili birer özet değerlendirme sunmuşlardır. Ayrıca, Uluslararası Hukukçular Komisyonu, İnsan Hakları İzleme örgütü ve AIRE Merkezine Mahkeme Başkanı tarafından yargılamanın yazılı aşamasına müdahil olarak katılma izni verilmiş ve bu kuruluşlarca ilgili mütalaalar sunulmuştur. (Sözleşme madde 36/2. ve İçtüzük madde 44/2).

10. 17 Mart 2004 tarihinde Strasburg’da İnsan Hakları Binası’nda bir duruşma yapılmıştır (İçtüzük madde 59/3).

Mahkeme nezdindeki duruşmada:

a. Hükümeti;

Müşterek-vekil Bay M. Özmen ve Danışmanlar Bayan M. Gülşen, Bayan V. Sirmen ve Bayan H. Sarı;

b. Başvuru sahiplerini;

Avukat İ. Ş. Çarsancaklı ve Danışman Bay L. Korkut temsil etmişlerdir.

Mahkeme Bay Çarsancaklı, Bay Korkut, Bay Özmen ve Bayan Sirmen’in sözlü beyanlarını dinlemiştir.

OLAYLAR

I. DAVANIN KOŞULLARI

11. Başvuru sahipleri 1959 ve 1971 doğumlu olup halen Özbekistan Cumhuriyeti’nde tutuklu bulunmaktadırlar. Başvuru sahipleri Özbekistan’daki Erk (Özgürlük) isimli muhalefet partisinin üyesidirler.

A. İlk Başvuru Sahibi Bay Mamatkulov

12. İlk başvuru sahibi turist vizesi ile 3 Mart 1999 tarihinde AlmaAta’dan (Kazakistan) İstanbul’a uçakla gelmiş bulunmaktadır. Başvuru sahibi Özbekistan’da bombalama eyleminde bulunarak yaralanmalara sebep olma ve Özbekistan Devlet Başkanı’na terörist saldırı girişimi nedenleriyle uluslararası bir yakalama müzekkeresi gereğince Atatürk Havaalanı’nda Türk polisi tarafından yakalanarak cinayet şüphesiyle gözaltına alınmıştır.

13. Özbekistan Cumhuriyeti Türkiye ile imzalamış olduğu iki taraflı bir anlaşma gereğince ilgilinin iadesini talep etmiştir.

14. Bakırköy Cumhuriyet Savcısı 5 Mart 1999 tarihinde soruşturmayı yürüten hakimden ilk başvuru sahibinin yargılanmak üzere tutuklanmasını talep etmiştir. Avukatı tarafından temsil edilen ilk başvuru sahibi, aynı gün hakim önüne çıkarılmış ve Cezai Konularda Karşılıklı Yardımlaşmaya Dair Avrupa Sözleşmesi gereğince kırk beş gün süreyle tutukluluğunun devamına karar verilmiştir.

15. İlk başvuru sahibi 11 Mart 1999 tarihinde Bakırköy Asliye Ceza Mahkemesi tarafından sorgulanmıştır. Hızlandırılmış yargılama usulü çerçevesinde aynı gün verilen bir kararla, mahkeme hakimi, ilk başvu ru sahibine yönelik suçlamalara atıfta bulunarak, söz konusu suçların siyasi veya askeri suç kapsamında olmayıp adi suç kapsamında olduğuna hükmetmiştir. Mahkeme hakimi ayrıca ilk başvuru sahibinin iade edilinceye kadar tutukluluğunun devamına karar vermiştir. Avukatı ve bir tercümanı aracılığıyla temsil edilen ilk başvuru sahibi suçlamaları reddetmiş ve masum olduğunu ileri sürmüştür.

16. 11 Mart 1999 tarihinde yapılan duruşma sırasında sunulan yazılı mütalaalarda, ilk başvuru sahibinin vekili, müvekkilinin ülkesinin demokratikleştirilmesi için çalıştığını ve Özbekistan’daki siyasi muhaliflerin yetkililerce tutuklandığını ve hapishanelerde işkenceye tabi tutulduklarını ileri sürmüştür. İlk başvuru sahibinin vekili, müvekkilinin söz konusu zaman diliminde Kazakistan’da olduğunu ve hayatının risk altında olmasından dolayı yetkili Türk makamlarından siyasi sığınma talebinde bulunduğunu belirtmiştir. İlk başvuru sahibinin vekili, müvekkilinin siyasi nitelikteki bir suçtan dolayı yargılanmakta olduğunu ve Türk Ceza Kanunu’nun 9. maddesinin 2. fıkrası gereğince Ceza Mahkemesi’nin Özbekistan’ın iade talebini reddetmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

17. 11 Mart 1999 tarihinde hızlandırılmış yargılama usulü çerçevesinde verilen karara karşı, ilk başvuru sahibi, 15 Mart 1999 tarihinde Bakırköy Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunmuştur. Dava dosyasını inceleyen Mahkeme heyeti ilk başvuru sahibinin itirazını 19 Mart 1999 tarihinde reddetmiştir.

B. İkinci Başvuru Sahibi Bay Askarov

18. İkinci başvuru sahibi sahte bir pasaportla 13 Aralık 1998 tarihinde Türkiye’ye giriş yapmıştır. Özbekistan Cumhuriyeti’nin yapmış olduğu iade talebi üzerine, ikinci başvuru sahibi, 5 Mart 1999 tarihinde Türk polisi tarafından yakalanarak göz altına alınmıştır. İkinci başvuru sahibi, Özbekistan’da bombalama eyleminde bulunarak yaralanmalara neden olmak ve Özbekistan Devlet Başkanı’na yönelik terörist saldırı girişiminde bulunmaktan dolayı cinayet şüphesi altında bulunmaktadır.

19. Bakırköy Cumhuriyet Savcısı 7 Mart 1999 tarihinde soruşturmayı yürüten hakimden ikinci başvuru sahibinin yargılanmak üzere tutuklanmasını talep etmiştir. İkinci başvuru sahibi aynı gün hakim önüne çıkarılmış ve ilgili hakim tutukluluğun devamına karar vermiştir.

20. Fatih Cumhuriyet Savcılığı 12 Mart 1999 tarihli bir yazıyla Fatih Asliye Ceza Mahkemesi’nden ikinci başvuru sahibinin vatandaşlığı ve işlediği iddia edilen suçun niteliği hakkında karar vermesini istemiştir.

21. İlgili Asliye Ceza Mahkemesi başvuru sahibini dinledikten sonra 15 Mart 1999 tarihli bir kararla Türk Ceza Kanunu’nun 9. maddesi gereğince başvuru sahibinin vatandaşlığı ve suçun niteliği konusunda karar vermiştir. Ulusal mahkeme başvuru sahibinin işlediği iddia edilen suçların siyasi veya askeri nitelikte olmadığını, tersine “adi suç” kapsamında olduğuna hükmetmiştir. İlgili mahkeme ayrıca başvuru sahibinin iade edilinceye kadar tutukluluk halinin devamına karar vermiştir.

22. İkinci başvuru sahibinin vekili, müvekkilinin işlediği iddia edilen suçun siyasi nitelikte olduğunu ve Özbekistan’daki siyasi muhaliflerin yetkililerce tutuklandığını ve hapishanelerde işkenceye tabi tutulduklarını ileri sürmüştür. İkinci başvuru sahibinin vekili, müvekkilinin söz konusu zaman diliminde sahte bir pasaportla Türkiye’de bulunduğunu belirtmiştir.

23. İkinci başvuru sahibi 15 Mart 1999 tarihli karara karşı 18 Mart 1999 tarihinde İstanbul Ağır Ceza Mahkemesi’ne itirazda bulunmuştur. Dava dosyasını inceleyen Mahkeme heyeti itirazı 26 Mart 1999 tarihinde reddetmiştir.

C. Başvuru Sahiplerinin İadesi ve Müteakip Olaylar

24. Mahkeme İçtüzük Kuralları’nın 39. maddesi gereğince ve tarafların menfaati ile Mahkeme önündeki yargılamanın düzgün işleyişi açısından, Mahkeme’nin ilgili Dairesi, 18 Mart 1999 tarihli kararı ile, Hükümet’e, yetkili Daire’nin konuyu görüşeceği 23 Mart 1999 tarihli oturumdan önce, başvuru sahiplerini Özbekistan’a iade etmemesinin arzu edildiğini bildirmeye (indicate) karar vermiştir.

25. Türk Hükümeti 19 Mart 1999 tarihinde başvuru sahiplerinin iade edilmesi kararını almıştır.

26. İlgili Daire 23 Mart 1999 tarihinde İçtüzüğün 39. maddesi gereğince bildirdiği geçici tedbirin yeni bir duyuruya kadar uzatılmasına karar vermiştir.

27. Başvuru sahipleri 27 Mart 1999 tarihinde Özbek yetkililere teslim edilmiştir.

28. Hükümet, iki başvuru sahibiyle ilgili olarak Özbek makamlarından aşağıdaki teminatları aldığını 19 Nisan 1999 tarihli bir yazıyla Mahkeme’ye bildirmiştir: Ankara’daki Özbek Büyükelçiliği 9 Mart ve 10 Nisan 1999 tarihlerinde eklerinde Özbekistan Cumhuriyeti Başsavcılığı’ndan gelen iki mektubun da yer aldığı iki notayı iletmiş bulunmaktadır. Bu notalara göre:

“Başvuru sahiplerinin mal varlıkları genel müsadereye tabi tutulmayacak, kendileri işkenceye maruz bırakılmayacak veya ölüm cezasına çaptırılmayacaklardır.

Özbekistan Cumhuriyeti İşkenceye Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne taraf olup hem Türkiye’ye hem de uluslararası topluma karşı bu Sözleşme hükümlerinden doğan yükümlülüklerine uygun hareket edeceğini beyan ve teyit etmektedir.”

29. Hükümet, Özbekistan Dışişleri Bakanlığı’ndan gelen 8 Haziran 1999 tarihli bir diplomatik notayı, 11 Haziran 1999 tarihinde Mahkeme’ye iletmiştir. Notada şu hususlar yer almaktadır:

“Özbek adli makamlarınca sürdürülen soruşturmalar, Bay Mamatkulov ve Bay Askarov’un, Mayıs 1997 tarihinden bu yana, Özbekistan Cumhuriyeti liderlerine ve halkına karşı yapılan terörist eylemlerin planlanmasında ve organizasyonunda aktif rol oynadıklarını ortaya koymuştur. Bu faaliyetlerini meşhur aşırı dinci C. H. ve T. Y. liderliğindeki bir suç örgütünün üyeleri olarak sürdürmektedirler.

Yabancı ülke istihbarat servisleriyle yapılan işbirliği ile elde edilen bilgiler, Bay Mamatkulov ve Bay Askarov’un Kazakistan ve Kırgızistan’da da suç işlediklerini göstermektedir. Önceden toplanan delillere dayanılarak hazırlanan iddianameler, suç örgütü kurmak, terörizm, Devlet Başkanı’na terörist saldırı, kuvvet kullanarak veya anayasal düzeni yıkarak iktidara gelme, kundaklama, sahte belge sağlama, kasıtlı adam öldürme dahil pek çok suçlamayı içermektedir.

Bütün soruşturmalar sanık avukatlarının katılımıyla yürütülmüştür. Sanıklar kendi rızalarıyla suç örgütünün faaliyetleri ve kendilerinin örgütteki rolleri konusunda ikrarda bulunmuşlardır. Bu bilgiler elde edilen diğer delillerle teyit edilmiştir.

Mamatkulov ve Askarov hakkında Özbekistan Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından verilen teminatlar Özbekistan’ın 10 Aralık 1984 tarihli “İşkenceye ve Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Aşağılayıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi”nden doğan yükümlülükleri ile uyumlu bulunmaktadır.

Sanıklar ve avukatları soruşturmaya ve yargılamaya ilişkin iddia makamının delillerini incelemiş ve Yüksek Mahkeme’ye sunulan iddianamenin bir kopyası kendilerine tebliğ edilmiştir.

Soruşturma ve dava sırasında sanıkların güvenlikleri emniyetli tesislerin (bu amaçla özel olarak donanmış hücreler ile) kullanılması suretiyle sağlanmış ve sanıklara karşı olası saldırıların önüne geçmek için gerekli önlemler alınmıştır.

Yüksek Mahkeme’de sanıkların davası kamuya açık oturumlarda hali hazırda devam etmektedir. Oturumlar yerli ve yabancı basın mensupları tarafından takip edilmektedir. Diplomatik misyon üyeleri ile insan hakları örgütlerinin temsilcileri de duruşmalara devam etmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği yetkilileri de duruşmalara katılabilirler.”

30. 8 Temmuz 1999 tarihli bir mektupla, Hükümet, Özbekistan Cumhuriyeti Yüksek Mahkemesi’nin 28 Haziran 1999 tarihli kararıyla başvuru sahiplerini itham edilen eylemlerden dolayı suçlu bulduğunu ve hapis cezalarına çarptırdığını Mahkemeye bildirmiştir.

31. 15 Eylül 1999 tarihli bir mektupla, başvuru sahiplerinin avukatları başvuru sahipleriyle irtibat kuramadıklarını, Özbek hapishanelerindeki koşulların çok kötü olduğunu ve mahkumların işkenceye tabi tutulduğunu ifade etmişlerdir. Özellikle şu hususları belirtmişlerdir:

“…

Başvuru sahipleri Özbekistan Cumhuriyeti’nde adil yargılanma hakkından yararlanamamışlar ve duruşmaların aleni yapılması prensibine uyulmamıştır. Başvuru sahiplerinin yargılanması konusundaki bilgilerimiz Özbek yetkililerince verilen bilgilerle sınırlıdır.

Gözlemci avukatlar olarak duruşmalara katılma talebimizi 25 Haziran 1999 tarihinde yazılı olarak Ankara’daki Özbek Büyükelçiliği’ne iletmiş olmamıza rağmen, herhangi bir cevap alınamamıştır.

Başvuru sahiplerinin davasının ‘yerel ve yabancı basın mensupları ve insan hakları örgütlerinin temsilcileri’ tarafından izlendiği iddiasına gelince, Özbekistan’da bulunan ve duruşmaları izleyebilecek tek hükümet dışı kuruluş ‘Human Rights Watch’dır. Bu örgüt nezdinde yapılan yazılı taleplerimize rağmen, davanın seyri ve oturumlardaki gelişmeler hakkında herhangi bir detaylı bilgi alınamamıştır.

İadelerinden sonra başvuru sahipleri ile ne telefon ne de mektup yoluyla iletişim kurulamamıştır. Başvuru sahipleri ile hala herhangi bir irtibat vasıtamız bulunmamaktadır. Bu durum, başvuru sahiplerinin sağlıklı hapishane koşullarında tutulmadığı şüphemizi teyit etmektedir.

Mahkemeniz tarafından 9 Temmuz 1999 tarihinde gönderilen mektup ve basında yer alan bilgilere göre, Bay Mamatkulov 20 yıl hapis cezasına mahkum edilmiş bulunmaktadır. Söz konusu bu ceza Özbekistan Ceza Kanunu’na göre verilebilecek en ağır cezadır. Buna ek olarak, Özbek hapishanelerindeki tutukluluk koşulları ve özellikle işkence uygulamaları göz önünde bulundurulduğunda, mahkumların hapishanelerde cezalarını sağlıklı koşullarda çekmeleri çok zor bulunmaktadır. Ayrıca, belirli mahkumlara ve özellikle ifade özgürlüğüyle ilişkili suçlardan mahkum olanlara ilave cezalar verildiğine genel olarak inanılmaktadır.”

32. Özbekistan Dışişleri Bakanlığı Taşkent’teki Türk Büyükelçiliği’ne 15 Ekim 2001 tarihinde aşağıdaki bilgiyi göndermiştir:

“28 Haziran 1999 tarihinde, Özbekistan Cumhuriyeti Yüksek Mahkemesi R. Mamatkulov ve Z. Askarov’u aşağıda sıralanan eylemlerden dolayı suçlu bulmuş ve ilgilileri sırasıyla yirmi yıl ve on bir yıl hapis cezasına mahkum etmiştir:

R. Mamatkulov;

a. Ceza Kanunu’nun 28 ve 97. maddeleri gereğince on sekiz yıl hapis cezası (Cezayı ağırlaştırıcı koşullarda adam öldürme. Bunlar arasında su suçlar yer almaktadır:

i. iki veya daha fazla kişinin öldürülmesi,

ii. resmi görevde olan bir kişinin veya onun yakın akrabasının öldürülmesi,

iii. başkalarının hayatını tehlikeye sokan vasıtaların kullanılması, iv. zulmedici araçların kullanılması,
v. sanığın kendi çıkarına işlenen suç

vi. dini inançlar temelinde işlenen suç,

vii. başka bir suçu gizlemek veya işlenmesine yardımcı olmak amacıyla işlenen suç,

viii. bir grup insan veya bir suç örgütü tarafından bu örgütün çıkarına işlenen suç,

ix. Mükerrer suç);

b. Ceza Kanunu’nun 155/3(a-b) maddesi gereğince on sekiz yıl hapis cezası
(terörizm suçu);

c. Ceza Kanunu’nun 156/2(d) maddesi gereğince on yıl hapis cezası (din ve ırka dayalı ayrımcılık yaratan kin ve düşmanlığa teşvik);

d. Ceza Kanunu’nun 158/1. maddesi gereğince on sekiz yıl hapis cezası
(Özbekistan Devlet Başkanı’na terörist saldırı teşebbüsü);

e. Ceza Kanunu’nun 159/4. maddesi gereğince on sekiz yıl hapis cezası (Özbekistan Cumhuriyeti’nin anayasal rejimini yıkma girişiminde bulunmak, Özbekistan Cumhuriyeti’nin anayasal rejimini ele geçirmek veya yıkmak amacıyla komplo kurmak);

f. Ceza Kanunu’nun 161. maddesi gereğince on beş yıl hapis cezası (mal varlığını tahrip veya kişi sağlığına zarar verme girişimi, devlet organlarının faaliyetlerine zarar verme veya sosyal, politik ve ekonomik istikrarı sarsma niyetiyle katliam yapma);

g. Ceza Kanunu’nun 168/4(a-b). maddesi gereğince on iki yıl hapis cezası (dolandırıcılık, başkalarına ait mal varlığının bir grup kişi tarafından veya bir grup kişi çıkarına sahtekarlık veya hile yoluyla elde edilmesi);

h. Ceza Kanunu’nun 223/2(b). maddesi gereğince on yıl hapis cezası (Özbekistan topraklarına önceden tasarlayarak yasa dışı yollardan girip çıkmak);

i. Ceza Kanunu’nun 228/3. maddesi gereğince iki yıl kamu yararına hizmet yükümlülüğü (sahte belge, mühür, kaşe, antetli kağıt imal etme, kullanma ve satma);

j. Ceza Kanunu’nun 242/1. maddesi gereğince on sekiz yıl hapis cezası (suç işlemek amacıyla silahlı bir örgüt veya çete kurmak ve böyle bir örgüt veya çetede üst düzey veya özel bir konumda bulunmak);

Ceza Kanunu’nun 59. maddesi (birden çok suça ilişkin cezaların birleştirilmesi) gereğince ağırlaştırılmış rejimli cezaevlerinde çekilmek üzere yirmi yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir.

R. Mamatkulov halen cezasını Navoi İlinin İçişleri Müdürlüğü’ne bağlı Zarafshan Cezaevi’nde çekmektedir. Sağlık durumu iyi olup yakınlarıyla görüşme imkanına sahiptir. Kendisi 22 Ağustos 2001 tarihli Af Kararı’ndan yararlanmamıştır.

Z. Abdurasulovich Askarov;

a. Ceza Kanunu’nun 28 ve 97. maddeleri gereğince on yıl hapis cezası (cezayı ağırlaştırıcı koşullarda adam öldürme. Bunlar arasında su suçlar yer almaktadır:

i. iki veya daha fazla kişinin öldürülmesi,

ii. resmi görevde olan bir kişinin veya onun yakın akrabasının öldürülmesi,

iii. başkalarının hayatını tehlikeye sokan vasıtaların kullanılması, iv. zulmedici araçların kullanılması,
v. sanığın kendi çıkarına işlenen suç

vi. dini inançlar temelinde işlenen suç,

vii. başka bir suçu gizlemek veya işlenmesine yardımcı olmak amacıyla işlenen suç,

viii. bir grup insan veya bir suç örgütü tarafından bu örgütün çıkarına işlenen suç,

ix. Mükerrer suç);

b. Ceza Kanunu’nun 155/2(a-b) maddesi gereğince on yıl hapis cezası
(başkasının ölümüne neden olan terörizm suçu);

c. Ceza Kanunu’nun 156/2(d) maddesi gereğince on yıl hapis cezası (din ve ırka dayalı ayrımcılık yaratan kin ve düşmanlığa teşvik);

d. Ceza Kanunu’nun 158/1. maddesi gereğince dokuz yıl hapis cezası (Özbekistan Devlet Başkanı’na terörist saldırı teşebbüsü);

e. Ceza Kanunu’nun 159/4. maddesi gereğince dokuz yıl hapis cezası (Özbekistan Cumhuriyeti’nin anayasal rejimini yıkma girişiminde bulunmak, Özbekistan Cumhuriyeti’nin anayasal rejimini ele geçirmek veya yıkmak amacıyla komplo kurmak);

f. Ceza Kanunu’nun 161. maddesi gereğince dokuz yıl hapis cezası (mal varlığını tahrip veya kişi sağlığına zarar verme girişimi, devlet organlarının faaliyetlerine zarar verme veya sosyal, politik ve ekonomik istikrarı sarsma niyetiyle katliam yapma);

g. Ceza Kanunu’nun 173/3(b). maddesi gereğince dokuz yıl hapis cezası (başkalarına ait mal varlığının bir grup kişi tarafından veya bir grup kişi çıkarına tahrip edilmesi veya kasıtlı olarak zarar uğratılması);

h. Ceza Kanunu’nun 223/2(b). maddesi gereğince on yıl hapis cezası (Özbekistan topraklarına önceden tasarlayarak yasa dışı yollardan girip çıkmak);

i. Ceza Kanunu’nun 228/3. maddesi gereğince iki yıl kamu yararına hizmet yükümlülüğü (sahte belge, mühür, kaşe, antetli kağıt imal etme, kullanma ve satma);

j. Ceza Kanunu’nun 242/1. maddesi gereğince on sekiz yıl hapis cezası (suç işlemek amacıyla silahlı bir örgüt veya çete kurmak ve böyle bir örgüt veya çetede üst düzey veya özel bir konumda bulunmak);

Ceza Kanunu’nun 59. maddesi (birden çok suça ilişkin cezaların birleştirilmesi) gereğince ağırlaştırılmış rejimli cezaevlerinde çekilmek üzere on bir yıl hapis cezasına mahkum edilmiştir.

Z. Askarov halen cezasını Kashkadarya İlinin İçişleri Müdürlüğü’ne bağlı Şayhali Cezaevi’nde çekmektedir. Sağlık durumu iyi olup yakınlarıyla görüşme imkanına sahiptir. Kendisi 22 Ağustos 2001 tarihli Af Kararı çerçevesinde aftan yararlanmamıştır.”

33. 23 Ekim 2001 tarihli oturumda, Hükümet, Mahkeme’ye, Türk Elçiliği’nde çalışan iki görevlinin, başvuru sahiplerini, Taşkent’e uzaklığı biri 750, diğeri 560 kilometre olan Şayhali ve Zarafshan hapishanelerinde ziyaret ettiklerini bildirmiştir. Büyükelçilik görevlilerinin ifadelerine göre, başvuru sahiplerinin sağlık durumları iyi olup hapishane koşullarından da şikayetçi bulunmamaktadırlar.

34. 3 Aralık 2001 tarihinde, Özbek yetkililer, başvuru sahiplerinin bulunduğu hapishanedeki askeri doktorlar tarafından düzenlenen sağlık raporlarını Hükümet’e iletmişlerdir. Doktorlar aşağıdaki bulgulara ulaşmışlardır:

“Bay M. Mamatkulov 9 Aralık 1999 tarihinde hapishaneye konmuştur. Geldiğinde herhangi bir sağlık problemi bulunmamaktadır. 14 Aralık 2000 ve 2 Nisan 2001 tarihlerinde yapılan muayenelerde hiçbir patolojik bulguya rastlanmamıştır.

19 Aralık 2001 tarihinde, tutuklu, genel zayıflık ve öksürük nöbeti şikayetiyle cezaevi sağlık merkezine başvurmuş, muayene neticesinde şiddetli bronşit teşhisi konmuş ve ilaç tedavisi verilmiştir…”

“Bay A. Askarov 21 Temmuz 2001 tarihinde hapsedilmiştir. Geldiğinde herhangi bir sağlık problemi bulunmamaktadır. 25 Temmuz, 30 Ağustos ve
23 Ekim 2001 tarihlerinde yapılan muayenelerde hiçbir patolojik bulguya rastlanmamıştır…”

35. Hükümet, Özbek yetkililerince iletilen listeler bazında, başvuru sahiplerinin Ocak 2002 ve 2004 tarihleri arasında yakın akrabaları tarafından çeşitli defalarda ziyaret edildiğini Mahkemeye 16 Nisan 2004 tarihinde bildirmiştir.

36. Şu ana kadar, başvuru sahiplerinin avukatları kendileriyle görüşememişlerdir.

II. İLGİLİ İÇ HUKUK

37. (Olay anında yürürlükte olan (Ç. N.)) Türk Ceza Kanunu’nun 9. maddesi şu şekildedir:

“Bir cürümden dolayı bir Türkün ecnebi devletlere iadesi talebi devletçe kabul olunamaz.

Siyasi veya ona murtabıt cürümlerden dolayı bir ecnebinin devletlere iadesi devletçe kabul edilemez.

Ecnebi devletçe vuku bulan iade talebi üzerine istenilen kimsenin Türkiye’de bulunduğu mahal mahkemesi asliyesince tabiiyeti ve cürümünün mahiyeti hakkında bir karar verilmesi lazımdır.

Türk tebaasından olduğu yahut cürümünün siyasi ve askeri veyahut bunlara murtabıt cürümlerden bulunduğu mahkemece sabit olanların iadesi talebi kabul olunamaz.

Ecnebi olduğuna ve cürümünün adi ceraimden bulunduğuna karar verilen kimsenin iadesi talebi hükümetçe kabul olunabilir.

İadesi talep ve kabul olunan kimse hakkında mahalli müstantikliğince tutuklama müzekkeresi verilebilir.”

B. İade

38. Türkiye ve Özbekistan arasındaki iade esasları, 18 Aralık 1997 tarihinde yürürlüğe giren “Türkiye ve Özbekistan Cumhuriyetleri Arasında Medeni, Ticari ve Cezai Konularda Karşılıklı Yardımlaşma Anlaşması” hükümlerine dayanmaktadır. Bu anlaşmanın ilgili hükmü şu şekildedir: “Her bir Akit Devlet işbu Anlaşmada belirlenen durumlar ve koşullara bağlı olarak kendi yargı yetkisi içinde bulunan ve diğer tarafın yargı yetkisinde işlenen bir eylemden dolayı suçlanan veya mahkum edilen herhangi bir kişiyi diğer tarafa iade etmeyi taahhüt eder”.

III. İLGİLİ ULUSLARARASI HUKUK VE UYGULAMA

A. Antlaşmalar Hukukuna Dair 1969 Tarihli Viyana Sözleşmesi

39. “Genel Yorum Kuralı” başlığını taşıyan 1969 tarihli Viyana Sözleşmesi’nin 31. maddesi şu şekildedir:

“1. Bir antlaşma, antlaşma metninde yer alan kavramlara normal olarak yüklenecek anlamlara göre iyi niyetli bir şekilde ve antlaşma amaç ve hedeflerinin ışığı altında yorumlanır.

2. Bir antlaşmanın yorumlanması açısından, antlaşma metnine, antlaşmanın önsözü ve eklerine ilave olarak, şu hususlar dahildir:

a. antlaşmaya ilişkin olarak ve antlaşmanın akdedilmesi amacıyla bütün taraflar arasında imzalanan herhangi bir anlaşma;

b. antlaşmanın akdedilmesine ilişkin olarak bir veya birden çok tarafça hazırlanan ve diğer taraflarca da antlaşmayla ilgili bir belge olduğu kabul edilen herhangi bir belge.

3. Antlaşmanın asıl metniyle birlikte aşağıdaki hususlar da dikkate alınır:
a. Antlaşmanın yorumu ve hükümlerinin uygulanması hakkında taraflar arasında sonradan yapılan herhangi bir anlaşma;

b. Antlaşmanın yorumlanmasına ilişkin olarak tarafların mutabakatını gösteren ve antlaşmanın tatbiki ile ilgili olarak sonradan kabul edilen herhangi bir uygulama;

c. Taraflar arasında tatbiki kabil herhangi bir uluslararası hukuk kuralı.

4. Bir kavrama özel bir anlamın yüklenmesi tarafların bunu amaçladıklarının teyit edilmesine bağlıdır.”

B. Evrensel İnsan Hakları Koruma Sistemleri

1. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi

40. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi İç Tüzüğü’nün 86. maddesi şu şekildedir:

“Komite, ilgili taraf Devlete başvuru hakkındaki görüşlerini iletmeden önce, o devlete, ileri sürülen ihlalin mağduru aleyhine telafisi güç zararların doğmasını önlemek amacıyla geçici tedbirlerin alınmasının arzu edilip edilmediğini bildirebilir. Bunu yaparken, Komite, ilgili taraf Devlete, geçici tedbirlerin alınması yönündeki görüşlerinin başvurunun esası hakkında herhangi bir tespit manasına gelmeyeceğini bildirir.”

41. 26 Temmuz 1997 tarihli kararında (Glen Ashby v. Trinidad ve Tobago kararında), Komite, ölüm cezasının infazını ertelemeyi talep eden geçici tedbir kararlarına uymaktan imtina eden bir Devletin durumunu ilk defa incelemiştir. Komite, İhtiyari Protokolü onaylamak suretiyle, Taraf Devletin bu protokolle öngörülen prosedür çerçevesinde Komite ile işbirliği yapma yükümlülüğü altına girdiğini ve bu bağlamda Sözleşme ve İhtiyari Protokol çerçevesinde üslendiği yükümlülükleri yerine getirmediğini vurgulamıştır (İnsan Hakları Komitesi Raporları, Cilt I).

42. 19 Ekim 2000 tarihli kararında (Dante Piandiong, Jesus Morallos ve Archie Bulan v. Filipinler kararında), Komite, şu hususların altını çizmiştir:

“Sözleşmeye taraf her bir Devlet, İhtiyari Protokolü kabul etmekle, İnsan Hakları Komitesi’nin Sözleşme’de düzenlenen haklardan herhangi birinin ihlal edildiğini ileri süren bireylerden gelen başvuruları kabul etme ve inceleme yetkisine sahip olduğunu kabul etmektedir (Önsöz ve Madde 1). Protokolü kabul etmekle, bir Devlet, yapılan başvuruların incelenmesine imkan sağlamak üzere Komiteyle iyi niyetli bir şekilde işbirliği yapmayı ve incelemeden sonra Komitenin Taraf Devlete ve ilgili kişiye görüşlerini iletmesini zımnen taahhüt etmiş olur (Madde 5 (1), (4)). Taraf Devletin Komite’nin başvuruyu inceleme ve değerlendirmesini ve görüşlerini açıklamasını engelleyen veya aksatan herhangi bir tedbir alması, söz konusu bu yükümlülükler ile bağdaşmaz.

Bir başvuruda kendisine isnat edilen herhangi bir ihlalden tamamen bağımsız olarak, bir Taraf Devlet, şayet Sözleşme’nin ihlal edildiğini ileri süren bir başvurunun Komite tarafından incelenmesini engelleyen veya aksatan bir tedbir alırsa veya Komite’nin incelemesini konusuz ve görüşlerini açıklamasını faydasız ve nafile hale getirirse, İhtiyari Protokol altındaki yükümlülüklerini ağır bir şekilde ihlal etmiş olur” .

Sözleşme’nin 39. maddesine göre kabul edilen Komite İçtüzük Kuralları’nın 86. maddesi gereğince alınan geçici (ihtiyati) tedbir kararları, Protokol mucibince Komite’ye verilen rollerin ifası için zaruridir. Özellikle suç isnat edilen bir kişinin infaz edilmesi ya da ülkeden sınır dışı edilmesi gibi geri dönüşü mümkün olmayan tedbirler nedeniyle söz konusu bu Kural’a uyulmaması, İhtiyari Protokol aracılığıyla Sözleşme’de düzenlenen hakların korunması sistemini zedeler.”

Komite bu prensibi 15 Mayıs 2003 tarihli bir kararında da (Sholam Weiss v. Avusturya kararı) tekrar etmiştir.

2. Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi

43. İşkenceyi Önleme Komitesi İçtüzüğü’nün 108/9. maddesi, “İşkence, Diğer Zalimane, Gayri İnsani veya Aşağılayıcı Muamele ya da Cezaya Karşı Sözleşme” hükümlerinin ihlal ed ildiğini ileri süren kişiler tarafından başlatılan yargılamalarda geçici tedbirlerin alınmasına imkan sağlamaktadır. Madde şu şekilde kaleme alınmıştır:

“Bir başvurunun kabul edilebilir olup olmadığının incelenmesi sırasında, Komite veya Çalışma Grubu ya da işbu Tüzüğün 106. maddesinin 3. paragrafı gereğince görevlendirilen bir özel raportör, iddia edilen ihlalin mağduru olduğunu ileri süren kişi ya da kişilerin telafi edilemez bir zarara maruz kalmalarını önlemek için taraf Devletten geçici tedbirler almasını isteyebilir. Böyle bir talebin taraf Devlete bildirilmesi, başvurunun kabul edilebilirliği konusunda herhangi bir karar alındığı manasına gelmez”.

44. Venezüella’da ikamet eden ve alınan geçici tedbir kararı ile iade işlemi iptal edilmiş olmasına rağmen Peru’ya iade edilen bir Peru vatandaşının davasında (Rosana Nunez Chipana v. Venezuella kararı, 10 Kasım 1998), İşkenceyi Önleme Komitesi, ilgili Devletin “Sözleşme’nin ruhuna” uygun hareket etmedi ği değerlendirmesinde bulunmuştur. Komite bu görüşünü şu şekilde açıklamıştır:

“Taraf Devlet, Sözleşme’yi onaylayarak ve Komite’nin yetkisini 22. madde gereğince kendi isteğiyle kabul ederek, başvuruların incelenmesi prosedürünün uygulanmasında Komite ile iyi niyetli bir şekilde işbirliği yapma yükümlülüğü altına girmiştir. Bu bakımdan, Komite’nin yerinde olduğunu düşünerek talep ettiği ihtiyati tedbirlere uyulması, söz konusu kişiyi Komite önündeki yargılamanın nihai sonucunu da hükümsüz kılabilecek telafisi mümkün olmayan zararlardan korumak açısından zaruridir.”

45. Kanada’da ikamet eden bir Hint vatandaşının, Hindistan’a iadesine ilişkin diğer bir kararda (T. P. S. v. Kanada kararı, 16 Mayıs
2000), İşkenceyi Önleme Komitesi, Kanada’dan bu iade işleminin durdurulmasını geçici tedbir olarak istemesine rağmen, talep edilen geçici tedbire uyulmamasının “Komite önündeki yargı lamanın nihai sonucunu hükümsüz hale getirebileceği” görüşünü yinelemiştir.

C. Uluslararası Adalet Divanı

46. Uluslararası Adalet Divanı Statüsü’nün (İçtüzüğü’nün) 41. maddesi şu şekildedir:

“1. Mahkeme, şartların gerektirdiğine kanaat getiriyorsa, her iki tarafın haklarının korunması için alınması gereken geçici tedbirlerin hangileri olduğunu bildirmek yetkisine sahiptir.

2. Nihai karar verilinceye karar, alınması istenilen tedbirler derhal taraflara ve Güvenlik Konseyi’ne tebliğ edilir”.

47. Uluslararası Adalet Divanı pek çok davada geçici tedbir kararlarının amacının uyuşmazlık taraflarının karşılıklı haklarını korumak olduğuna işaret etmiştir (bkz, diğerleri yanında, Nikaragua v. Amerika Birleşik Devletleri kararı, 27 Haziran 1986). “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkındaki Sözleşme’nin Uygulanması”na ilişkin bir davada (Bosna-Hersek v. Yugoslavya kararı), Adalet Divanı, geçici tedbir kararı verme (bildirme) yetkisinin:

“Uyuşmazlık hakkında karar verilinceye kadar, tarafların karşılıklı haklarını korumayı ve ihtilaf konusu olan haklara telafisi mümkün olmayan bir zararın verilmesini önlemeyi amaçladığını; ve Divan’ın bu tedbirlerle daha sonra başvuru sahibi veya davalıya ait olduğuna karar verilecek hakların muhafaza edilmesi konusunu göz önünde bulundurmak zorunda olduğunu”

belirtmiştir.

48. La Grand kararında (Almanya v. Amerika Birleşik Devletleri) 27 Haziran 2001 tarihli kararıyla Adalet Divanı şu hususa dikkat çekmiştir:

“102. … Divanın Statüsünde düzenlendiği şekliyle 41. maddenin amacı, Adalet Divanı önüne gelen bir uyuşmazlıkta tarafların karşılıklı haklarına zarar verilmesinden dolayı Divan’ın görevlerini yerine getirmesinin engellenmesine mani olmaktır. Adalet Divanı Statüsü’nün amaç ve hedefi ile 41. madde metninin ifadesi dikkate alındığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır: geçici tedbirler bildirme (indicate) yetkisinin, söz konusu yetkinin gerekliliği ve koşulların gerektirdiği ölçüde kullanılması şartıyla, Divanın nihai kararı ile taraflar arasında belirlediği hakların korunması ve bu haklara bir zarar gelmemesi açısından, bağlayıcı olması gerekir. 41. madde gereğince belirlenen geçici tedbirlerin bağlayıcı olmadığını iddia etmek, işbu maddenin amaç ve hedefine aykırıdır.

103. 41. madde gereğince verilen kararların bağlayıcı niteliğine işaret eden ve Divanın önem verdiği diğer bir unsur ise, Uluslararası Daimi Adalet Divanı’nın daha önceden benimsemiş olduğu bir ilkenin varlığıdır ki, “uluslararası yargı mercilerince kabul gören ve bir çok sözleşmede de yer alan bu evrensel ilkeye göre (…) dava tarafları nihai kararın icrasını engelleyebilecek her türlü adımdan ve, genel olarak niteliği ne olursa olsun, uyuşmazlığı ağırlaştırabilecek veya uzatacak her hangi birfiilden kaçınmak zorundadırlar (Sofya ve Bulgaristan Elektrik Şirketi, 5 Aralık 1939 tarihli karar…).”

Bu yaklaşım daha sonra Adalet Divanı’nın 31 Mart 2004 tarihli Avena ve Diğer Meksika Vatandaşları davasında verdiği kararda da teyit edilmiştir (Meksika v. Amerika Birleşik Devletleri).

D. Amerikan İnsan Hakları Koruma Sistemi

1. Amerikan İnsan Hakları Komisyonu

49. Amerikan İnsan Hakları Komisyonu İçtüzüğü’nün 25. maddesi şu şekildedir:

“1. Acil ve önemli durumlarda ve eldeki mevcut bilgilerden hareketle gerek duyulması halinde, Komisyon, kendi inisiyatifiyle ya da taraflardan birinin talebi üzerine, kişilerin telafi edilemez zararlara uğramasını önlemek için ilgili Devletten ihtiyati tedbirler almasını isteyebilir.

2. Eğer Komisyon toplantı halinde değilse, Başkan veya Başkan’ın yokluğu halinde Başkan yardımcılarından biri, icra Sekretaryası aracılığıyla, önceki paragraftaki düzenlemenin uygulanmasıyla ilgili olarak diğer üyelerle istişarede bulunur. Şayet mevcut koşullar çerçevesinde makul bir süre içinde istişarede bulunmak mümkün değilse, Başkan veya Başkan Yardımcılarından birisi, Komisyon adına karar alır ve Komisyon’un diğer üyelerine bunu bildirir.

3. Komisyon, ihtiyati tedbir kararlarının benimsenmesine ve bu kararlara uyulmasına ilişkin herhangi bir konuda ilgili taraflardan bilgi talep edebilir.

4. Bu tedbirlerin alınması ve ilgili Devletçe benimsenmesi davanın esasına ilişkin bir ihsası rey oluşturmaz”.

50. İhtiyati tedbirlerin kapsamı, bireysel başvuruya ilişkin olarak Komisyon tarafından verilen tavsiye kararına göre belirlenmektedir. 17 Eylül 1997 tarihinde Loayza Tamayo v. Peru davasında verdiği kararla, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi, Devletin, “temel fonksiyonu ‘insan haklarına uyulmasını ve korunmasını geliştirmek olan’ … Amerikan Devletleri Örgütünün temel organlarından biri olan Amerikan İnsan Hakları Komisyonu gibi bir koruma organının tavsiyelerini yerine getirmek için her türlü çabayı göstermek zorunda olduğuna” karar vermiştir.

2. Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi

51. Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 63/2. maddesi şu şekildedir:

“Son derece ağır ve acil durumlarda ve kişilere yönelik telafi edilemez zararları önlemek gerektiğinde, Mahkeme, ele aldığı uyuşmazlık dolayısıyla, yerinde olduğuna hükmettiği geçici tedbirlere karar verir. Henüz Mahkeme’ye intikal etmeyen bir dava söz konusu ise, Komisyon’un talebi üzerine bu tür tedbirleri alabilir”.

52. Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi İçtüzüğü’nün 25. maddesi şu şekildedir:

“1. Son derece ağır ve acil durumların mevcut olduğu davaların herhangi bir aşamasında ve kişilere yönelik telafi edilemez zararların önlenmesi gerektiği zaman, Mahkeme, Sözleşme’nin 63/2. maddesinin öngördüğü şartlarda, re’sen veya taraflardan birinin talebi üzerine yerinde olduğuna hükmettiği geçici tedbirlerin alınmasına karar verebilir.

2. Henüz Mahkeme’ye intikal etmeyen konulara ilişkin olarak, Mahkeme, Komisyon’un talebi üzerine harekete geçebilir.

3. Talep, herhangi bir vasıtayla başkana, yargıçlardan herhangi birine ya da Sekreterliğe yapılabilir. Her halükarda talebi alan makam, durumu derhal Başkan’ın dikkatine sunmak zorundadır.

4. Eğer mahkeme toplantı döneminde değilse, Başkan, Daimi Komisyon’la ve eğer mümkünse diğer yargıçlarla istişare ederek, Mahkeme’nin müteakip oturumda alabileceği herhangi bir geçici tedbir kararının etkinliğini sağlamak için gerekli olabilecek bu tür acil tedbirlerin alınmasını ilgili hükümetten ister.

5. Mahkeme veya Mahkeme toplantı döneminde değilse Mahkeme başkanı, tarafları geçici tedbirlerle ilgili olarak açık duruşmaya çağırabilir.

6. Mahkeme, Genel Kurul’a sunduğu yıllık raporda, raporun ait olduğu dönem içerisinde almış olduğu geçici tedbirler konusunda bir açıklamaya yer verir. Eğer bu tedbirler usulüne uygun olarak yerine getirilmez ise, Mahkeme, uygun olduğunu düşündüğü tavsiyeleri yapar.”

53. Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi geçici tedbirlere uyma yükümlülüğünün esasa ilişkin kararlarının etkinliğini sağlamak için gerekli olduğunu pek çok davada ifade etmiştir. (bkz., diğerleri arasında, Chumina v. Peru kararı, 1 Ağustos 1991; Loayza Tamayo v. Peru kararı, 2 Temmuz 1996, 13 Eylül 1996, 11 Kasım 1997 ve 3 Şubat 2001; James ve Diğerleri v. Trinite ve Tobago kararı, 25 Mayıs ve 25 Eylül 1999, 16 Ağustos ve 24 Kasım 2000, 3 Eylül 2002; Haitili ve Haiti Asıllı Dominik uyruğundan Haitililer v. Dominik Cumhuriyeti kararı, 7 ve 18 Ağustos 2000, 26 Mayıs 2001; Alvarez ve Diğerleri v. Kolombiya kararı, 10 Ağustos 2000, 12 Kasım 2000. 30 Mayıs 2001; Hilaire, Constantine, Benjanin ve Diğerleri v. Trinite-ve-Tobago kararı, 21 Haziran 2002).

İki geçici tedbir kararında, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi, Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’ne taraf Devletlerin “Amerikan sisteminin iki denetim organının (Mahkeme ve Komisyon) işleyişine dair hükümler dahil Sözleşme’nin bütün hükümlerini iyi niyetle uygulamak zorunda olduklarını (pacta sunt servanda); ve Sözleşme’nin insan haklarını etkin bir şekilde koruma temel amacını dikkate alarak (Madde 1/1, 2, 51 ve 63/2), Devletlerin, mağdur olduğu ileri sürülen kişilerin haklarının eski hale iadesini (restitutio in integrum) engelleyen faaliyetlere girişmekten kaçınmaları gerektiğini” hüküm altına almıştır (bkz., James ve Diğerleri v. Trinité ve Tobago kararı, 25 Mayıs ve 25 Eylül 1999 tarihli kararlar).

IV. ULUSLARARASI AF ÖRGÜTÜ’NÜN ÖZBEKİSTAN HAKKINDAKİ BRİFİNG VE RAPORU

54. Dava konusu olay zamanında Özbekistan’daki durumla ilgili olarak, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler İşkenceyle Mücadele Komitesi’ne verdiği ve Ekim 1999 tarihinde kamu oyuna sunduğu açıklamasında şu hususları belirtmiştir:

“ … Uluslararası Af Örgütü’nün, Özbekistan’ın insan hakları eğitimi, demokratikleşme ve ülkenin mevzuatını uluslararası normlara uygun hale getirmeyi amaçlayan yasama ve yargı reformları konusunda resmi makamların desteğiyle ulusal alanda girişilmiş çok sayıda ve geniş kapsamlı teşebbüse rağmen, bu sözleşme uyarınca kendi üzerine düşen yükümlülükleri bütünüyle yerine getirmediği konusunda sahip olduğu kaygılar devam etmektedir.

… Aralık 1997’den bu yana, Namangan bölgesinde meydana gelen birkaç olayda kanun uygulayıcı görevlilerin öldürülmüş olması, toplu yakalama ve tutuklama dalgasına neden olmuştur. Uluslararası Af Örgütü bu tarihten itibaren kanun uygulayıcı makamların bağımsız imamlara (İslami liderlere) sadık olduklarını veya bağımsız İslami cemaatlerle bağlantılı olduklarını düşündükleri kişilere karşı işkence ve kötü muamele uyguladıklarına dair gittikçe artan sayıda bilgiler almıştır. ‘Vahhabiler’ olarak adlandırılan bu kişilerden yüzlercesi uluslararası adil yargılanma standartlarının gerisine düşen yargılamalar neticesinde uzun süreli hapis cezalarına mahkum edilmişlerdir. Uluslararası Af Örgütü’nün endişeleri 1999 Şubatı’nda, başkent Taşkent’te altı adet bombanın patlamasından sonra yüzlerce kadın ve erkeğin tutuklanmasıyla artmıştır. Bu sefer tutuklanan, kötü muameleye tabi olan ve işkence gören kişiler arasında yasaklı muhalefet partisi ve hareketlerden Erk ve Birlik’in sempatizanı olduğundan şüphelenilen kişiler, bunların aile üyeleri, insan hakları gözlemcileri ile Hizb-üt-Tahrir gibi yasaklı İslami muhalefet partileri ve hareketlerinin destekçisi olduğu ileri sürülenler bulunmaktadır. Uluslararası Af Örgütü’nün dikkatine sunulan olayların hepsi olmasa bile, pek çoğunda, sorguya çekilen kimselerin seri bir şekilde ne kendi seçtikleri bir avukatla ya da aileleriyle görüşmelerine izin verildiği ne de tıbbi tedaviden yararlandıkları görülmüştür. Sorumlu mercilerin, savcılardan her seviyedeki mahkeme ve parlamento kamu denetçisine kadar, çok sayıdaki işkence ve kötü muamele iddiaları hakkında zamanında, kapsamlı ve bağımsız soruşturmalar açmadıkları görülmüştür. Güvenilir ve bağımsız kaynaklara göre, işkence altında alındıkları bildirilen itiraflar, yargılama sürecinde rutin olarak kullanılmakta ve Uluslararası Af Örgütü tarafından incelenen pek çok olayda mahkumiyet kararı bu tür delillere dayanmaktadır. Uluslararası Af Örgütü, Taşkent suikastlarında olduğu gibi Namangan cinayetlerinin de ertesinde Cumhurbaşkanı’nın da içinde bulunduğu Özbek yetkililer tarafından yapılan açıklamalardan rahatsız olmuştur. Bu açıklamalar, devlet görevlilerinin toplumun bazı kesimlerine karşı zor kullanmasının doğrudan doğruya tasdikini oluşturmasa da, en azından işkence ve kötü muamele gibi yasa dışı metotların kullanımına göz yumulması olarak algılanabilirler. Nisan 1999’da insan hakları ve demokrasinin teminatı olarak resmedilen Devlet Başkanı İslam Kerimov Özbekistan’da istikrar ve özgürlüğü korumak için 200 kişinin kafasını uçurmaya hazır olduğunu açıkça belirtmiştir… Uluslararası Af Örgütü, yetkili makamların kötü muamele ve işkence iddiaları üzerine derinleştirilmiş ve tarafsız soruşturmalar açılmaması konusundaki ısrarlı tutumları ile birlikte söz konusu bu açıklamaların, kanun uygulayıcı makamlarca yapılan işkence ve kötü muamelenin kabul edilebilir ve hatta gerekli bir hareket tarzı olduğu ve kanun uygulayıcı makamların herhangi bir ceza görmeksizin bu tür eylemlerde bulunabileceği izlenimini vermesinden çekinmektedir.

İşbu brifing Özbekistan’daki kötü muamele ve işkence konusunda kapsamlı bir çalışma olma iddiasını taşımamaktadır. Brifing sadece Uluslararası Af Örgütü’nün şu anki en acil kaygılarını oluşturan olay ve konularla ilgili Sözleşme maddeleri üzerinde yoğunlaşmaktadır.

Ceza hukukunda her türlü işkence eyleminin suç olarak düzenlenmesi yükümlülüğünün yerine getirilmemesi (Madde 4).

Özbekistan her türlü işkence eyleminin ceza hukukunda suç teşkil etmesini ve bu suçların ağırlıklarına göre cezalandırılmasını zorunlu kılan Sözleşme’nin
4. maddesi uyarınca bütün yükümlülüklerini yerine getirmemiştir. Her ikisinde de işkencefiillerinin yasaklanmasına ve cezalandırılmasına rağmen, ne Anayasa da, ne de ceza kanununda, Sözleşme’nin 1. maddesinde düzenlendiği şekilde bir işkence tanımına yer verilmektedir.

[Özbek] Ceza Kanunu’nun 235. maddesi zor kullanarak itiraf elde etmeyi suç olarak düzenlemektedir. Zor kullanma metotlarını açık bir şekilde tanımlamasına (dayak, çok ağır veya ağır şekilde vücuda yönelik zarar vermek, işkence) ve bu eylemleri işleyenleri somut olarak isimlendirmesine (soruşturma ve sorgulama görevlileri, vekiller) rağmen, söz konusu bu madde, işkencenin tanımında Sözleşme’nin 1. maddesinde belirtilenden çok daha dar bir tanım içermektedir. Bu maddede beş ila sekiz yıl arasında bir ceza öngörülmektedir.

Özbek Ceza Kanunu’nun diğer maddeleri ve özellikle 110. maddesi farklı müessirfiilleri cezalandırmakla birlikte, hiç biri özel olarak devlet görevlilerinin eylemlerine ilişkin bir düzenleme içermemektedir. Özbek basınında tutuklama ve sorgulama sırasında yasadışı metotlar kullanmaktan dolayı haklarında takibat yapılan güvenlik güçleri olduğundan bahsedilmiştir. Bununla birlikte, Uluslararası Af Örgütü’ne ulaşan bilgilere göre, incelenen dönem içerisinde, bu Örgüt tarafından ele alınan olaylarda insan hakları ihlali mağdurları tarafından işkence eylemlerinde bulundukları tespit edilen güvenlik güçleri mensuplarından hiç biri yukarıda zikredilen Ceza Kanunu maddesi gereğince takibata uğramamıştır…

Uluslararası Af Örgütü’ne tekrar tekrar ulaşan güvenilir raporlarda şüphelilerin kendi seçtikleri avukatla görüşmelerine izin verilmediği bildirilmiştir. Kanun uygulayıcı makamlar, sanığın avukatı ile görüşmesine ancak sanık birkaç gün göz altında tutulduktan sonra izin vermişlerdir ki, bu dönem kötü muamele ya da işkence görme riskinin en yüksek olduğu bir safhadır. Kanun uygulayıcı makamlar pek çok olayda avukat ile görüşmeye ancak şüphelinin itirafını imzalamasından sonra izin vermişlerdir. Avukatların müvekkillerine sınırsız erişim imkanının güç olmasından dolayı, kabul edildiği zaman bile, avukatla müvekkil arasındaki görüşmeler ancak seyrek aralıklarla yapılmaktadır. Savunma avukatlarının soruşturmanın tüm aşamalarında hazır bulunmalarına nadir olarak izin verilmektedir…

Ceza Muhakemeleri Usul Kanunu’nun 17. maddesi işkence uygulamasını açıkça yasaklamakta ve hakimler, savcılar ile soruşturma ve sorgulama görevlilerini yargılamanın bütün aşamalarında bireyin haysiyet ve onuruna saygı gösterme yükümlülüğü altına koymaktadır. Bununla birlikte, Uluslararası Af Örgütü, farklı kaynaklardan -eski mahkumlar, tutukluların aileleri, savunma avukatları, insan hakları izleme örgütleri, uluslararası insan hakları örgütleri, diplomatlar, mahkeme dokümanlarının nüshaları sayısız raporlar almış ve bu raporlarda kanun uygulayıcı makamların, hiç kimsenin işkence veya acımasız, insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya maruz bırakılamayacağı konusundaki yasal yükümlülüklerini rutin olarak ihlal etmeye devam ettiği bildirilmektedir.

Hapishane Koşulları

Yargılanmak üzere tutuklanan kişilerin bulundukları koşulların acımasız, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamele teşkil edecek derecede kötü olduğu rapor edilmektedir. Özbek makamları, 1997 yılında, tutukluluk koşullarının BM’nin tutuklulara yapılan muameleye ilişkin temel asgari standartlarının çok gerisinde olduğunu kabul etmiş bulunmaktadırlar. Kalabalık ortam temel bir sorun olup, her yatak nöbetleşe uyuyan en az iki mahkum tarafından kullanılmaktadır. Kötü sağlık koşulları, yiyecek ve temel tıbbi tedavi eksikliği tüberküloz gibi hastalıkların meydana gelme riskini artırmaktadır. Eski mahkumlar, hücreleri bir metre karelik ve ancak kapının yanında ayakta durulabilecek şekilde yerin altında bulunan ‘delikler’ olarak tarif etmektedirler. Hücrenin geri kalan kısmı sadece bir metre elli santim yüksekliğinde ve tutuklunun yalnızca oturabileceği ya da çömelebileceği tarzdadır. Ayrıca hücrelerin haşaratla dolu olduğu ifade edilmektedir. İdam mahkumlarının bulunduğu kısımdaki yaşam koşullarına gelince, Özbek yetkililerin, bağımsız gözlemcilerin mahkumları ziyaret etmelerine izin vermemesinden dolayı, bunları bağımsız olarak tahkik etmek güç bulunmaktadır.”

55. Uluslararası Af Örgütü, Özbekistan hakkında hazırladığı 28 Mayıs 2002 tarihli yıllık raporunda ise şunları belirtmiştir:

“Hizb-ut-Tahrir (Kurtuluş Partisi) gibi yasadışı muhalif İslami hareket ve partilerin destekçisi olduğu ileri sürülen pek çok kişiye kanun uygulayıcı makamlar tarafından uygulanan kötü muamele ve işkencefiilleri azalmaksızın devam etmektedir. Binlerce dindar Müslüman ve Erk ve Birlik adındaki yasaklı seküler siyasi muhalefet partileri ve hareketlerinin düzinelerce üyesi ya da destekçisi, adil yargılanma hakkına uygun olmayan yargılamalar sonucu, yasadışı bir partiye üye olmaktan, yasadışı dini yayın dağıtmaktan ya da Devlete karşı eylemlerde bulunmaktan ağır hapis cezalarına mahkum edilmişlerdir. Dindar Müslüman mahkumların özellikle hapishane kamplarında acımasız, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelelere tabi tutuldukları konusunda raporlar gelmeye devam etmektedir. Aralarında tanınmış bir insan hakları savunucusunun da bulunduğu bir çok tutuklunun işkence neticesinde öldüğü ileri sürülmüştür. Adil olmayan yargılamalar sonucu, en az 22 kişinin ölüm cezasına çarptırıldığı ve bunlardan en az dördünün cezasının infaz edildiği bildirilmiştir.

Yasaklı Erk Demokratik Partisi’nin sürgündeki yöneticisi Salih Mohammad, Kasım ayında Çek polisi tarafından Prag havaalanında yakalanmıştır. Özbekistan tarafından kendisiyle ilgili yapılan iade talebi incelenene kadar tutukluluk hali devam etmiştir. 1999 tarihinde, Prag Şehir Mahkemesi tarafından iadesinin reddi karara bağlandıktan sonra, serbest bırakılarak mülteci statüsünü kabul eden Norveç’e gönderilmiştir.

Cumhurbaşkanı İslam Kerimov Eylül ayında yaptığı açıklamada her yıl yüz kadar kişiye ölüm cezası uygulandığını açıkça ifade etmiştir. Ekim ayında ölüm cezasını gerektiren suç sayısı dörde indirilmiştir.

İşkence ve kötü muamele suçlamaları

Dindar Müslüman mahkumların tutukevlerinde ve özellikle yüksek korumalı hapishane kamplarında özellikle acımasız, insanlık dışı ve aşağılayıcı muamelelerin hedefi olduklarına dair raporlar gelmeye devam etmektedir…

2001 yılının Haziran ayında, 73 Tacik asıllı dağ köylüsü, gizli oturumlarla yapılan dört farklı yargılamada, Özbekistan İslami Hareketi’nin Ağustos 2000 yılında ülke sınırlarından içeri doğru yaptığı saldırı sırasında bunlara destek verdikleri için üç yıl ile on sekiz yıl arasında değişen hapis cezalarına mahkum edilmişlerdir. Hükümet bu uygulamayı, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’ne daha önceden vermiş olduğu güvencelere rağmen yapmıştır. Bu güvencelere göre, köylüleri buralardan tahliye etmenin nedeni, bunların yaşam koşullarını iyileştirmek olup bu şekilde zorla yerleri değiştirenlere karşı hiçbir adli takibat yapılmayacaktır. Mayıs ayında aynı anda ve önceden bildirimde bulunmadan Taşkent’te açılan dört toplu davada bir polis ordusu kordonuyla çevrili olarak farklı mahkeme binalarında yargılamalar yapılmıştır. Oturumlara katılmaya çalışan sanıkların yakınları tehdit edilmiş ve yetkililer bu kişileri şehri terk etmeye zorlamışlardır.

İnsan Hakları İzleme Örgütü’nü (Human Rights Watch) temsil eden yalnızca bir yabancı gözlemci davalardan birine katılmıştır. Yabancı diplomatlar, yerel insan hakları gözlemcileri ve medya organları dahil başka kimselerin katılımına izin verilmemiştir.

İnsan Hakları İzleme Örgütü gözlemcisine göre, savcılık makamı, sanıkların suçluluğuna dair hiçbir inandırıcı delil gösterememiştir. Bütün sanıklar, yargılama gününe kadar kimseyle görüştürülmeyerek tutuklu kalmışlar ve kendi seçtikleri bir avukat aracılığıyla temsil edilme hakkından mahrum bırakılmışlardır. Mahkeme önündeki yargılamada sanıkların itiraflarını geri çektikleri bildirilmiş ve sanıklar güvenlik güçlerinin işlemedikleri suçları ikrar ettirmek için kendilerine işkence yaptıklarını ileri sürmüşlerdir. Sanıklar, bir kamera önünde ezbere söylemek üzere ikrarlarının kendilerine zorla ezberletildiğini iddia etmişlerdir. Sanıklardan bazıları mahkemeye vücutlarında bulunan ve onlara göre maruz bırakıldıkları işkencefiilinin sonucu olan izleri göstermişlerdir. Bununla birlikte mahkeme bu açıklamaları dikkate almamıştır…”

HUKUK

I. SÖZLEŞME’NİN 2 ve 3. MADDELERİNİN İHLALİ İDDİALARI

56. Başvuru sahipleri Özbekistan Cumhuriyeti’ne iadelerinin Sözleşme’nin 2. ve 3. maddelerinin ihlalini oluşturduğunu iddia etmişlerdir. Bu maddeler şu şekildedir;

Madde 2.

“1. Herkesin yaşam hakkı kanun tarafından korunur. Kanun’un ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bir cezanın infazı dışında hiç kimse kasıtlı olarak yaşam hakkından mahrum bırakılamaz.

2. Ölüm,

a. bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması;

b. yasal olarak bir tutuklamanın gerçekleştirilmesi veya yasal olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasının önlenmesi;

c. bir ayaklanma veya isyanın yasaya uygun olarak bastırılması

amacıyla kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk olduğu hallerde meydana gelmişse işbu maddenin ihlal edildiğinden söz edilemez.”

Madde 3.

“Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.”

Davanın koşullarını dikkate alarak, Mahkeme, bu şikayetin 3. madde çerçevesinde incelenmesi gerektiğini düşünmektedir.

A. Daire Kararı

57. Daire olayla ilgili herhangi bir nihai tespit yapamamasının, başvuru sahibine Sözleşme’nin 3. maddesi gereğince iddialarını destekleyici delilleri elde edebilmesi için gerekli ilave araştırmaların yapılması fırsatının verilmemiş olmasından kaynaklandığı sonucuna ulaşmıştır. Daire ilgili madde hükmünün ihlal edildiği sonucuna ulaşabilmek için elindeki delillerin yeterli olmadığını değerlendirmiştir (Daire kararının 74 ve 77. maddelerine bkz.).

B. Tarafların İddiaları

1. Başvuru Sahipleri

58. Başvuru sahiplerini temsil eden avukatlar, iade zamanı itibariyle, başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmelerinin 3. maddenin yasakladığı bir muameleyi doğuracağına inanmak için esaslı nedenlerin mevcut olduğunu ifade etmişlerdir. Bu bağlamda, başvuru sahibinin avukatları, Özbekistan hapishanelerinin kötü koşulları ile buralardaki işkence uygulamalarına dikkat çekmişlerdir.

59. İddialarını desteklemek için, insan hakları alanında çalışan “uluslararası inceleme organları”nın, hem idari bir uygulama olarak siyasi muhaliflere karşı yapılan işkence ve diğer kötü muamelelere, hem de Özbek rejiminin muhaliflere karşı yürüttüğü baskıcı politikalara dikkat çeken raporlarına atıfta bulunmuşlardır.

60. Başvuru sahiplerinin avukatları, müvekkillerinin, Türkiye’de yapılan iade yargılaması sırasında kendilerine yöneltilen suçlamaları reddettiklerini ve kendi lehlerine gerekli delillere ortaya koyduklarını belirtmişlerdir. Böylece, kendi seçtikleri bir avukatın yardımından yararlanma hakkı olmaksızın Özbek yetkilileri önünde aynı suçlamaların bütünüyle kabulü, bu kişilerin kötü muamele ve işkence sonucu işlemedikleri suçları “itiraf” etmeye zorlandıklarını göstermektedir.

2. Hükümet

61. Hükümet suçluların iadesine ilişkin yargılamalarda Sözleşme’nin 3. maddesinin yalnızca talep eden devlette yasaklanan muamele ya da cezanın kesin olduğu ve ilgili kişinin işkence ya da kötü muameleye maruz kaldığını gösterecek güçlü delillerin ortaya konduğu olaylarda uygulanması gerektiğini ileri sürmüştür.

62. Hükümet, iadenin Özbek yetkilileri tarafından teminat verilmesinin ardından gerçekleştirilmiş olduğuna dikkat çekmektedir. Bu teminatlar, başvuru sahiplerinin ölüm cezasına mahkum edilmeyecekleri, işkence veya kötü muameleye tabi tutulmayacakları ya da haklarında genel olarak mal müsaderesi cezasının uygulanmayacağına dair verilen güvenceleri kapsamaktadır. Özbek yetkilileri, İşkencenin Önlenmesine Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin tarafı olan Özbekistan Cumhuriyeti’nin, hem Türkiye’ye hem de uluslararası toplumun tamamına karşı bu Sözleşme hükümlerine uygun hareket etme yükümlülüklerini kabul ve teyit ettikleri konusunda güvence vermiş bulunmaktadırlar. Ayrıca insan hakları örgütlerinin raporları 3. maddeye aykırı muamele iddialarını destekleyebilecek herhangi bir bilgi içermemektedir.

63. Hükümet, terörist eylemlerle suçlanan başvuru sahiplerinin Özbekistan Yüksek Mahkemesi tarafından birisi yirmi ve diğeri on iki yıl olmak üzere hapis cezalarına çarptırıldıklarını ve davaların görülmesi sırasında Türk Elçiliği ve diğer elçilik üyelerinin yanı sıra Helsinki Watch üyelerinden oluşan yaklaşık 80 kişinin hazır bulunduğuna dikkat çekmiştir. Diğer taraftan, Hükümet, başvuru sahiplerinin hapsedildikleri cezaevinde Türk Büyükelçiliği’nin iki yetkilisi tarafından ziyaret edildiklerini ve bu kişilere ne tutuklulukları ne de mahkumiyetleri sırasında kötü muameleye maruz kalmadıklarını söylediklerini ilave etmiştir.

64. Hükümet’e göre, 3. madde, iade eden Devlete, zamanla sınırlı olmayan bir sorumluluk yüklemek şeklinde yorumlanmamalıdır. Bu sorumluluk iade edilen kişinin suçluluğunun kabul edildiği ve cezasını çekmeye başladığı gün bitmelidir. İade anlaşması gereğince bir şüpheliyi teslim etmekle iade eden Devletin ilgili kişinin iade edilen devletteki mahkumiyet ve cezasından kaynaklanan muamele ya da cezaya neden olduğunu söylemek 3. maddenin lafzı anlamını kabul edilemez şekilde zorlamak olacaktır. Böyle bir karar, Sözleşme’ye taraf olmayan yabancı ülkelerin içişleri hakkında karar vermeyi icap ettireceğinden uluslararası anlaşmalardan doğan haklara bir müdahale teşkil edecek ve uluslararası adli prosedür normlarına aykırı olacaktır. Böyle bir değerlendirmenin, uluslararası terör ve organize suçlarla mücadelede işbirliğini sınırlamak suretiyle Sözleşmeci Devlete ciddi bir zarar verme tehlikesi bulunmaktadır.

3. Müdahil Üçüncü Kişiler

65. İnsan Hakları İzleme (Human Rights Watch) Örgütü ve AIRE Merkezi dava konusu olay zamanında Özbekistan’daki bağımsız Müslümanların uğradığı baskıya işaret etmektedirler. Bu örgütler özellikle ortak bir şekilde suçlanan başvuru sahiplerinin yakınlarının işkenceye tabi tutulduklarını ve siyasi mahkumların Özbek hapishanelerinde gördükleri kötü muameleden dolayı öldüklerini ifade etmişlerdir. Ayrıca, Özbekistan’daki mevcut siyasi durum ve güvenlik güçleri üzerindeki etkin adli denetim eksikliği dikkate alındığında, Özbek Hükümeti’nden alınan teminatlar başvuru sahipleri açısından yeterli bir garanti oluşturmamaktadır.

C. Mahkemenin Değerlendirmesi

1. İlgili Prensipler

66. Sözleşmeci Devletler, yerleşik uluslararası hukuk prensipleri gereğince ve işbu Sözleşme dahil akdi yükümlülüklerine tabi olarak, yabancıların ülkeye giriş, ikamet ve sınır dışı edilmeleri konusunda kontrol hakkına sahiptirler. Ne Sözleşme de ne de Protokollerin de siyasi sığınma hakkına yer verilmektedir (bkz., Vilvarajah ve diğerleri v. Birleşik Krallık, 30 Ekim 1991 tarihli karar, Seri A No. 215, s. 34, 102. paragraf).

67. Mahkeme’nin yerleşik içtihadına göre, Sözleşmeci Devlet tarafından yapılan bir iade, söz konusu kişinin iade edildiği ülkede 3. mad denin hilafına bir muamele görme konusunda gerçek bir riske maruz kalacağını gösterecek önemli nedenler varsa, 3. madde çerçevesinde bir soruna yol açabilir ve bu nedenle söz konusu Devlet Sözleşme gereğince yükümlülük altına girebilir. Böyle bir sorumluluğun tesis edilmesi, talep eden ülkedeki koşulların 3. maddenin standartları çerçevesinde değerlendirilmesini kaçınılmaz bir şekilde icap ettirecektir. Bununla birlikte, ne genel uluslararası hukukta, ne de işbu Sözleşme veya başka sözleşmeler çerçevesinde, kabul eden ülkenin sorumluluğu hakkında karar verme veya bu devletin sorumluluğunu tesis etme söz konusu değildir. Sözleşme gereğince bir sorumluluğun ortaya çıktığı ölçüde, bir bireyi yasaklanan kötü muameleye doğrudan doğruya maruz bırakma sonucuna neden olan iadeyi yapan Sözleşmeci Devlet sorumluluk sahibi olacaktır (bkz., Soering v. Birleşik Krallık, 7 Temmuz 1989, Seri A. No. 161, s. 35, §§ 89-91).

68. Bir Sözleşmeci Devlet’in bir kişiyi bu kişinin işkence veya gayri insani ya da aşağılayıcı muamele ya da cezaya maruz kalacağı konu sunda önemli nedenlerin bulunduğu diğer bir devlete bilerek teslim etmesinin, Sözleşme Önsözü’nün göndermede bulunduğu “ortak siyasi gelenekler, idealler, özgürlük ve hukuk devleti mirası” ile uyumu zor olacaktır (yukarıda zikredilen Soering kararı, s. 35, § 88).

69. 3. maddeye aykırı bir muamele görme konusunda gerçek bir riskin varlığına ilişkin inandırıcı nedenlerin olup olmadığı konusunda, Mahkeme, konuyu kendisine sunulan ya da gerektiğinde resen (proprio motu) edindiği verilerin tümüne dayanarak değerlendirecektir. Bu çeşit davalarda Sözleşmeci Devlet’in 3. madde altındaki sorumluluğu bir kişinin maruz kalacağı kötü muamele riskine bağlı olduğundan, böyle bir riskin varlığı öncelikle iade sırasında Sözleşmeci Devlet’in bilgi sahibi olduğu veya olması gereken gerçekler bazında ele alınması gerekir. Bununla birlikte, bu husus Mahkemenin iade işleminden sonra ortaya çıkan bilgileri göz önünde bulundurmasını engellemez. Söz konusu bu bilgiler ilgili Sözleşmeci Tarafın bir başvuru sahibinin kaygılarının sağlam bir temele dayanıp dayanmadığını teyit etmesi ya da çürütmesi açısından fayda sağlar (Cruz Varas ve Diğerleri v. İsveç, 20 Mart 1991 tarihli karar, Seri A. No. 201, s. 29-30, §§ 75-76; ve yukarıda zikredilen Vilvarajah ve Diğerleri kararı, p. 36, § 107).

Ancak, eğer başvuru sahibi Mahkeme davayı incelerken iade edilmemiş veya sınır dışı edilmemiş ise, ilgili zaman dilimi Mahkeme önündeki yargılamanın devam ettiği zaman dilimidir (bkz., Chahal v. Birleşik Krallık, 15 Kasım 1996 tarihli karar, Reports 1996-V, §§ 85-86).

Bu durum tipik olarak Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde Mahkeme’nin geçici tedbir kararı vermesi nedeniyle sınır dışı veya iade işleminin ertelendiği durumlarda ortaya çıkar. Böyle bir kararın verilmesi çoğu zaman ilgilinin gönderileceği ülkede 3. maddenin yasakladığı bir muameleye uğrama konusunda gerçek bir riskin olup olmadığını tespit etmek için Mahkeme’nin bütün delillere henüz sahip olmadığı manasına gelir.

70. Ayrıca, 3. maddenin kapsamına girebilmesi için, kötü muamelenin asgari bir düzeye ulaşması gerekmektedir. Bu asgari düzeyin değerlendirilmesi eşyanın tabiatı gereği göreceli olup muamele veya cezanın mahiyeti ve çerçevesi, icra biçimi ve metodu, süresi vefiziksel ya da zihinsel etkileri gibi davanın tüm koşullarına bağlıdır (yukarıda zikredilen Vilvarajah ve Diğerleri kararı, p. 36, § 107).

Kötü muamele iddialarının uygun delillerle desteklenmesi gerekir (bkz., mutatis mutandis, Klaas v. Almanya, 22 Eylül 1993 tarihli karar, Seri A, N. 269, ss. 17-18, § 30).

2. Yukarıdaki Prensiplerin Mevcut Davaya Uygulanması

71. 3. madde bağlamında bir sorunun dile getirilebilmesi için, başvuru sahiplerinin iade edilme anında 3. maddenin yasakladığı muamelelere tabi olacaklarına dair gerçek bir riskin mevcut olduğunu ortaya koymaları gerekmektedir.

72. Mahkeme, uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında farklı siyasi görüşte olanlara karşı işkence ve diğer kötü muamele çeşitlerinin idari bir uygulama olduğunu ifşa eden bilgiler ile Özbek yöneti cilerinin bu siyasi muhaliflere karşı baskıcı bir politika uyguladığına dair başvuru sahiplerinin avukatları tarafından yapılan değerlendirmeleri göz önünde bulundurmuştur. Mahkeme, Uluslararası Af Örgütünün
2001 raporunda belirtmiş olduğu “yasaklı İslami muhalefet partilerinin ve hareketlerinin taraftarı olduğu ileri sürülen kişilere karşı kanun uygulayıcı makamlar tarafından yapılan kötü muamele ve işkencelerin devam ettiğine dair raporları” dikkate almıştır (yukarıdaki 55 Nolu paragrafa bkz.).

73. Bununla birlikte, söz konusu bu bulgular Özbekistan’daki genel durumu tasvir etmekte olduğundan, mevcut davada başvuru sahiplerince ileri sürülen somut suçlamaların ispat edilebilmesi için, bunların başka delillerle desteklenmesi gerekmektedir.

74. Başvuru sahipleri, Mahkeme’nin, İç Tüzüğün 39. maddesine göre bildirmiş olduğu geçici tedbir kararına rağmen, 27 Mart 1999 tarihinde Özbekistan’a iade edilmişlerdir (yukarıda 24-27 Nolu paragraflara bkz.). Bu nedenle başvuru sahiplerinin Özbekistan’da 3. maddenin yasakladığı muameleye tabi olmaları konusunda gerçek bir riskin olup olmadığına ilişkin değerlendirme yapılırken dikkate alınması gereken tarih iade işleminin yapıldığı bu tarih olacaktır.

75. 39. maddeyi uygulayarak, Mahkeme, karar tarihi itibariyle elinde mevcut deliller dikkate alındığında gerçek bir riskin varlığı konusunda nihai bir karar veremeyeceğini belirtmiştir. Eğer Türkiye 39. madde bağlamında kendisinden istenen tedbirle uyumlu hareket etmiş olsaydı, söz konusu tarih gösterilecek deliller ışığında Mahkeme’nin davayı incelemiş olduğu tarih olacaktı (yukarıda 69 Nolu paragrafa ve yukarıda zikredilen Chahal kararı, 85-86 Nolu paragraflara bkz.). Türkiye’nin Mahkeme tarafından verilen geçici tedbir kararına (indication) uygun hareket etmemesi Mahkeme’nin normal prosedürünü takip etmesine mani olmuştur. Bununla birlikte, Mahkeme, talep edildiği üzere iade işlemi ertelenmiş olsaydı davanın sonucunun ne olacağı konusunda herhangi bir spekülasyonda bulunamayacaktır. Bu nedenle, Mahkeme, Türkiye’nin 3. madde çerçevesindeki sorumluluğunu 27 Mart 1999 tarihinde öğrenmiş olduğu koşullar itibariyle değerlendirecektir.

76. Mahkeme, Türk Hükümeti’nin, Özbek Hükümeti tarafından bir teminat verildikten sonra, iade işleminin gerçekleştirildiğini ileri sürdüğünü dikkate almıştır. İlgili dokümanda yer alan ifadeler, “başvuru sahiplerinin mal varlığının genel müsadereye tabi tutulmayacağı, bu kişilerin işkencefiillerine maruz bırakılmayacakları ve ölüm cezasına mahkum edilmeyeceklerine” dair bir teminatın Özbekistan Cumhuriyet Savcısı tarafından verildiğine işaret etmektedir. Özbekistan Cumhuriyeti Savcısı ayrıca “Özbekistan Cumhuriyeti’nin İşkencenin Önlenmesine Dair Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin tarafı olduğunu ve hem Türkiye’ye hem de bir bütün olarak uluslararası topluma karşı Sözleşme’nin hükümlerinin gereklerine uyma yükümlülüğünü kabul ettiğini ve yinelediğini” ilave etmiştir. Hükümet ayrıca Bay Mamatkulov ve Bay Askarov’un tutuldukları Özbek hapishanelerindeki doktorlardan alınan sağlık raporlarını ibraz etmiş bulunmaktadırlar (yukarıda 28 ve 34 Nolu paragraflara bkz.).

77. Kendisine ibraz edilen delilleri göz önünde bulundurarak, Mahkeme, yukarıda bahse konu tarihte, başvuru sahiplerinin Sözleşme’nin 3. maddesinin yasakladığı muameleyle karşılaşma konusunda gerçek bir riske maruz kaldıklarını ortaya koyacak sağlam delillerin mevcut olduğu sonucuna varamamaktadır. Türkiye’nin İç Tüzüğün 39. maddesi çerçevesinde bildirilen karara (indication) uymaması, Mahkeme’nin, mevcut davanın koşulları çerçevesinde uygun göreceği tarzda gerçek bir riskin olup olmadığına ilişkin değerlendirme yapmasına engel olmuştur. Bu nedenle, İç Tüzüğün 39. maddesine uyulmaması aşağıda 34. madde bağlamında incelenmelidir.

Dolayısıyla, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiği bulgusuna varılamamıştır.

78. Başvuru sahiplerinin 3. madde çerçevesinde ileri sürmüş olduğu iddiaları (yukarıda 71-77 Nolu paragraflara bkz.) göz önünde bulundurarak, Mahkeme, bu iddiaların 2. madde bağlamında ayrıca incelenmesini gerekli görmemektedir.

II. SÖZLEŞME’NİN 6/1. MADDESİNİN İHLALİ İDDİALARI

79. Başvuru sahipleri Türkiye’deki iade prosedürünün ve Özbekistan’daki ceza yargılamasının adil olmadığını ileri sürmektedirler. Aşağıda ilgili kısmı verilmiş olan Sözleşme’nin 6/1. maddesi dayanak olarak kullanılmıştır:

“1. Kendisine karşı yöneltilen (…) her hangi bir cezai suçlamaya ilişkin karar verilmesi hususunda, herkes yasayla belirlenmiş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından (…) adil (…) yargılanma hakkına sahiptir.”

A. Daire Kararı

80. Daire, 6. maddenin 1. paragrafının Türkiye’deki iade prosedürüne uygulanamayacağı sonucuna ulaşmıştır (Daire kararının 80-81
Nolu paragraflarına bkz.). Özbekistan’daki ceza yargılamasına ilişkin olarak, Daire, kendisine sunulan delillerin başvuru sahiplerinin adil yargılanma hakkından yoksun bırakıldıklarını ortaya koymadığı ve bu noktada Madde 6/1 bağlamında ayrıca bir sorunun ortaya çıkmadığı sonucuna ulaşmıştır (Daire kararının 87. paragrafına bkz.).

B. Türkiye’deki İade Prosedürü

81. Başvuru sahipleri dava dosyasındaki tüm materyallere ulaşamamış olmaları veya işledikleri iddia edilen suçların nitelendirilmesine ilişkin savunmalarını verememeleri nedeniyle, iade taleplerini karara bağlayan ceza mahkemesi önündeki davada adil yargılama hakkından yararlanamadıklarını ileri sürmüşlerdir.

82. Mahkeme, yabancıların girişi, ikameti ve sınır dışı edilmelerine ilişkin kararların, Sözleşme’nin 6/1. maddesi bağlamında, bir başvuru sahibinin medeni hak ve yükümlülüklerini ya da kendisine karşı yöneltilen cezai bir suçlama hakkında tespit yapılması konusunu ilgilendirmediğini tekrar etmektedir (bkz., Maaouia v. Fransa [GC], No.39652/98, § 40, ECHR 2000-X; Penafiel Salgado v. İspanya, (karar), No.65964/01, 16 Nisan 2002; Sardinas Albo v. İtalya, (karar), No. 56271/00, 8 Ocak 2004).

83. Dolayısıyla, mevcut davada 6. maddenin 1. paragrafının uygulanmasına yer yoktur.

C. Özbekistan’daki Ceza Davası

84. Başvuru sahipleri, kendi ülkelerinde adil yargılanma hakkından yararlanma ihtimallerinin olmadığını ve ölüm cezasına mahkum edilmeleri ve cezalarının infazı hususunda gerçek bir riskle karşı karşıya olduklarını iddia etmişlerdir. Bu bağlamda Özbek adli makamlarının yürütmeden bağımsız olmadıklarını ileri sürmüşlerdir.

85. Başvuru sahiplerinin temsilcileri, müvekkillerinin, yargılama başlayıncaya kadar kimseyle görüştürülmeksizin tutuklu bulundurulduğunu ve kendi seçtikleri bir avukat tarafından temsil edilmelerine izin verilmediğini iddia etmişlerdir. İfadelerinin işkence altında elde edildiğini ve suçluluk kararının söz konusu ifadelere dayandığını belirtmişlerdir.

86. Hükümet, başvuru sahiplerinin iadesinin Türk Hükümeti’ni Sözleşme’nin 6/1. maddesi bakımından yükümlülük altına sokamayacağını ileri sürmüştür.

87. Human Rights Watch ve AIRE Centre adlı iki müdahil kuruluş, başvuru sahiplerinin yargılama başlayıncaya kadar kimseyle görüştürülmeksizin tutuklu bulundurulduğunu ve kendilerini temsil etmek üzere soruşturmayı yürütmekle sorumlu savcı tarafından belirlenen avukatlar görevlendirildiği için, kendi seçtikleri bir avukat tarafından temsil edilme hakkından yararlanamadıklarını belirtmişlerdir.

88. Mahkeme yukarıda adı geçen Soering kararında (s. 45, § 113) aşağıdaki hususları vurgulamaktadır:

“6. maddede düzenlendiği şekliyle, ceza yargılamalarında adil yargılanma hakkı demokratik bir toplumda çok önemli bir yere sahiptir. Mahkeme bir iade kararının, istisnai olarak, birfirarinin adil yargılanma hakkının ağır bir şekilde ihlal edilmiş olması veya böyle bir ihlale maruz kalma riski altında bulunması durumunda, 6. madde bağlamında bir sorun ortaya çıkarabileceğini düşünmektedir …”

89. Mahkeme, mevcut davada başvuru sahiplerinin 27 Mart 1999 tarihinde Özbek yetkililerine teslim edildiğini dikkate almaktadır. 28 Haziran 1999 tarihinde, Özbekistan Cumhuriyeti Yüksek Mahkemesi Bay Mamatkulov ve Bay Askarov’u çeşitlifiillerden suçlu bulmuş ve sırasıyla birisini yirmi yıl, diğerini on iki yıl hapis cezasına mahkum etmiştir (yukarıda 32. paragrafa bkz.).

90. Mahkeme, 2. ve/veya 3. maddenin yasakladığı muamele riskin de olduğu gibi, gidilen ülkede adaletin ağır bir şekilde ihlal edilmesi riskini, esas olarak, Sözleşmeci Devlet’in ilgili kişileri iade ettiği zaman bildiği veya bilmesi gerektiği gerçekler ışığında değerlendirilmesi gerektiğini düşünmektedir. İadenin İçtüzüğün 39. maddesi gereğince Mahke me’ce verilen bir kararı (indication) müteakip ertelenmesi durumunda, adaletin ağır bir şekilde ihlal edilme riskinin de, Mahkeme’nin davayı incelediği zaman itibariyle mevcut bilgiler ışığında değerlendirilmesi gerekmektedir (bkz., mutatis mutandis, yukarıda 75-77 Nolu paragraflar).

91. Başvuru sahipleri Özbekistan’a 27 Mart 1999 tarihinde iade edilmişlerdir. Her ne kadar, karar anında eldeki mevcut bilgiler ışığında, başvuru sahiplerinin gönderildikleri ülkede adil yargılanma görmelerinden şüphelenmek için nedenler bulunsa da, yargılamadaki herhangi bir düzensizliğin yukarıda bahse konu Soering Kararı’nın 113. paragrafı anlamında adaleti ağır bir şekilde ihlal edeceğini gösteren yeterli deliller bulunmamaktadır. Türkiye’nin İç Tüzüğün 39. maddesi çerçevesinde verilen karara (indication) uymaması, Mahkeme’nin, adaletin ağır bir şekilde ihlal edilme riskinin olup olmadığına ilişkin değerlendirmesinde kendisine yardımcı olacak ilave bilgileri elde etmesine mani olmuştur. Bu nedenle, İç Tüzüğün 39. maddesine uyulmaması hususu aşağıda 34. maddeye ilişkin olarak incelenecektir.

Bu nedenlerle, Sözleşme’nin 6/1. maddesinin ihlali bulgusuna ulaşılamamıştır.

III. SÖZLEŞME’NİN 34. MADDESİNİN İHLALİ İDDİASI

92. Başvuru sahiplerinin temsilcileri, Türkiye’nin, İçtüzüğün 39. maddesine uygun olarak Mahkeme tarafından bildirilen geçici tedbire rağmen, Bay Mamatkulov ve Bay Askarov’u iade etmekle, Sözleşme’nin 34. maddesinden kaynaklanan yükümlülükleri ile uyumlu hareket etmediğini ileri sürmüşlerdir.

Sözleşme’nin 34. maddesi şu şekilde düzenlenmiştir:

“Sözleşme ve Protokollerinde tanınan hakların Yüksek Akit Taraflardan biri tarafından ihlal edilmesinden dolayı mağdur olduğunu ileri süren her bir kişi, hükümet dışı kuruluş veya kişi grubu Mahkemeye başvuruda bulunabilir. Yüksek Akit Taraflar bu hakkın etkili icrasını hiçbir şekilde engellememekle yükümlüdürler”.

Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi şu şekilde düzenlenmiştir:

“ 1. Daire ya da, duruma göre, Başkanı, gerek bir tarafın veya ilgili diğer bir kişinin talebi üzerine, gerekse resen, bakmakta olduğu davanın sağlıklı işleyişi için ya da tarafların menfaati icabı olduğunu düşündüğü herhangi bir geçici tedbir kararını taraflara bildirebilir.

2. Bakanlar Komitesi alınan bu tedbirlerden haberdar edilir.

3. Daire, bildirdiği herhangi bir geçici tedbir kararının yerine getirilmesine ilişkin herhangi bir konuda taraflardan bilgi talep edebilir.”

A. Daire Kararı

93. Daire, 6 Şubat 2003 tarihli kararında, aşağıdaki sonuca ulaşmıştır:

“110. İhlal iddiasının mağduruna yönelik telafisi mümkün olmayan bir zararı önlemek üzere kendisine yönelik geçici tedbir kararı verilen (bildirilen) Sözleşme’ye Taraf herhangi bir Devlet bu tedbirlere uygun hareket etmek ve nihai kararın hükmünü ve etkinliğini zayıflatacak herhangi bir eylem veya ihmalden kaçınmak zorundadır.

111. Bu nedenle, Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde Mahkeme’ce verilen (bildirilen) geçici tedbir kararına uymamakla, Türkiye Sözleşme’nin 34. maddesinden doğan yükümlülüklerini ihlal etmiş bulunmaktadır”.

B. Tarafların İddiaları

1. Başvuru Sahipleri

94. Başvuru sahiplerinin temsilcileri, yetkili makamlara yaptıkları taleplere rağmen, başvuru sahiplerinin iadelerini müteakip müvekkilleri ile temas kuramamışlardır. Bu nedenlerden, başvuru sahipleri 3. mad de bağlamındaki iddialarını destekleyici delil elde etmek üzere ilave araştırmaların yapılması olasılığından mahrum bırakılmışlardır. İade işleminin yapılması, başvuru sahiplerinin başvurularının Mahkemeye etkin bir biçimde yapılması önünde gerçek bir engel oluşturmuştur.

2. Hükümet

95. Hükümet, Sözleşme’nin 34. maddesi çerçevesinde ayrıca bir sorunun ortaya çıkmadığını belirtmiştir. Hükümet’e göre, 34. madde çerçevesinde ileri sürülen iddialar, başvuru sahiplerinin Sözleşme’nin 3. maddesi bağlamında ortaya koydukları ile aynı olup dayanaktan yoksundur.

96. İçtüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde Mahkeme tarafından bildirilen geçici tedbir kararlarının hükmüne ilişkin olarak, Hükümet, Cruz Varas ve diğerleri kararına atıfta bulunarak, Sözleşmeci Devletlerin bu tarz kararlara (indications) uygun hareket etme konusunda yasal yükümlülüklerinin olmadığını vurgulamıştır.

97. Hükümetin iddiasına göre, mevcut davada geçici tedbir kararını bildiren mektubun lafzına bakıldığında tedbirin bağlayıcı olma amacını taşımadığı açıkça görülecektir. Uluslararası mahkemeler kendilerine uluslararası antlaşmalarca verilen yetkiler kapsamında faaliyette bulunurlar. Eğer antlaşma kendilerine bağlayıcı geçici tedbir kararı emretme yetkisi vermemişse, böyle bir yetki mevcut değildir.

3. Müdahil Üçüncü Kişi

98. Uluslararası Hukukçular Komisyonu, uluslararası hukukun genel prensipleri, antlaşmalar hukuku ve uluslararası dava hukuku ışığında, Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi gereğince alınan (bildirilen) geçici tedbir kararlarının ilgili Devleti bağlayıcı olduğunu belirtmiştir.

C. Mahkemenin Değerlendirmesi

99. Davalı Hükümetin Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi gereğince bildirilen tedbirlere uygun hareket etmemesi, davalı Devletin Sözleşme’nin 34. maddesi çerçevesinde başvuru sahiplerinin bireysel başvuru haklarının kullanımına mani olmama yükümlülüğünü ihlal edip etmediği sorununu ortaya çıkarmaktadır.

1. Genel Değerlendirmeler

(a) Bireysel Başvuru Hakkının Kullanımı

100. Mahkeme, bireysel başvuru hakkına ilişkin hükmün (Sözleşme’nin 34. maddesi, 11 Nolu Protokol yürürlüğe girmeden önceki 25. madde) Sözleşme insan hakları koruma sisteminin etkinliğini sağlayan temel garantilerden biri olduğunu daha önceki kararlarında ifade etmiştir. Böyle bir anahtar hükmü yorumlarken, Mahkeme, Sözleşme’nin insan hakları ve temel özgürlüklerini kolektif olarak uygulama amacına sahip bir antlaşma olma özel niteliğini dikkate almak zorundadır. Diğer klasik tipteki uluslararası antlaşmalardan farklı olarak, Sözleşme, Sözleşmeci Devletler arasında sadece karşılıklı yükümlülükler doğurmaktan daha fazla bir içeriğe sahip bulunmaktadır. Sözleşme, karşılıklı ve iki taraflı yükümlülükler ağı olmanın üzerinde ve ötesinde, Önsözde ifade edildiği şekliyle, “kolektif uygulama” imkanına sahip objektif yükümlülükler yaratmaktadır (bkz., mutatis mutandis, Loizidou v. Türkiye (ilk itirazlar) 23 Mart 1995, Seri A, No. 310, § 70).

101. Bireysel insan haklarını koruyan bir belge olarak Sözleşme’nin amaç ve hedefi, hükümlerinin sağladığı güvencelerin, bireysel başvuru sisteminin bir parçası olarak, pratikte ve etkin bir şekilde yorumlanması ve uygulanmasını gerektirmektedir. Buna ilave olarak, güvence altına alınan hak ve özgürlüklerin yorumu, “demokratik bir toplumun değerlerini ve ideallerini sağlamak ve geliştirmek üzere tasarlanmış bir belge olarak Sözleşme’nin genel ruhu” ile tutarlı olmak zorundadır (yukarıda adı geçen Soering kararı, § 87; ve, mutatis mutandis, Klass ve Diğerleri v. Almanya, 6 Eylül 1978 tarihli karar, Seri A, No. 28, s. 18, § 34).

102. Bireysel başvuru hakkının etkin bir şekilde kullanımına engel olmama yükümlülüğü, Mahkeme önünde etkin bir şekilde şikayette bulunma ve bu şikayeti takip etmeye yönelik bireysel hakka herhangi bir müdahale yapılmasını engellemektedir. Bu konu Mahkeme tarafından daha önceki kararlarında incelenmiş bulunmaktadır. 34. maddede düzenlenen bireysel başvuru sisteminin etkin bir şekilde işleyişi için başvuru sahiplerinin veya potansiyel başvuru sahiplerinin Mahkeme’ye yaptıkları başvuruyu geri çekme veya değiştirme konusunda yetkili makamlardan herhangi bir baskı görmeksizin serbest bir şekilde iletişim kurabilmeleri hayati derecede önemlidir. Mahkeme tarafından daha önceki kararlarında belirtildiği üzere, “baskı”, sadecefiili veya potansiyel başvuru sahiplerine, bunların aile fertlerine ya da yasal temsilcilerine yönelik doğrudan güç kullanımı veya ciddi korkutma eylemlerini içermekle kalmayıp, aynı zamanda başvuru sahiplerini Sözleşme’nin sağladığı çözüm yolarını kullanmaktan vazgeçirmek veya cesaretini kırmak üzere tasarlanan dolaylı diğer uygunsuz eylemleri ve kontakları da ihtiva eder (diğer kararlar arasında bkz, mutatis mutandis, Petra v. Romanya, 23 Eylül 1998 tarihli karar, Reports 1998-VII, § 43; Kurt v. Türkiye, 25 Mayıs 1998 tarihli karar, Reports 1998-III, s. 1192, § 159; Aksoy v. Türkiye, 18 Aralık 1996 tarihli karar, Reports 1996-VI, s. 2288, § 105; ve Akdivar ve Diğerleri v. Türkiye, 16 Eylül 1996, Reports 1996IV, s. 1219, § 105). Halihazırdaki amaçlar doğrultusunda, Mahkeme, 34. maddede düzenlenen yükümlülüğün Sözleşmeci Devletlerden, sadece başvuru sahiplerine baskı uygulamaktan kaçınmayı değil, aynı zamanda bir başvurunun konusunu tahrip etmek ya da ortadan kaldırmak suretiyle Mahkeme’nin başvuruyu normal prosedür çerçevesinde incelemesini faydasız kılan ya da başka şekillerde buna engel olan herhangi bir eylem ya da ihmalden kaçınmayı da, netice olarak (infine), gerektirdiği sonucuna ulaşmaktadır.

(b) Sözleşme Sisteminde Geçici Tedbirlerin Verilmesi

103. Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi bir Daire’ye veya, duruma göre, Başkanı’na geçici tedbir kararı verme (bildirme) yetkisi tanımaktadır. 39. maddenin uygulanma nedenleri Mahkeme İçtüzüğü’nde düzenlenmemiş fakat Mahkeme tarafından dava hukuku aracılığıyla tespit edilmiştir. Sözleşme’ye Ek 11 Nolu Protokol’ün 1998 yılında yürürlüğe girmesinden önce Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun uygulamasında olduğu gibi, Mahkeme, 39. maddeyi sadece sınırlı koşullarda uygulamaktadır.

104. Geçici tedbirler sadece sınırlı alanlarda verilmektedir (bildirilmektedir). Geçici tedbir konusunda çok sayıda talebin yapılmasına rağmen, Mahkeme, pratikte, sadece eğer telafisi imkansız bir zarar görme konusunda yakın bir risk var ise geçici tedbir kararı vermektedir. Sözleşme’de 39. maddenin uygulanma alanlarıyla ilgili somut bir hüküm bulunmamakla birlikte, uygulanma talepleri genellikle yaşam hakkını (Madde 2), işkence ve kötü muameleye tabi tutulmama hakkını (Madde 3) ve istisnai olarak özel hayata ve aile hayatına saygı gösterilmesi hakkını (Madde 8) ya da Sözleşmede güvence altına alınan başka hakları ilgilendirebilmektedir. Geçici tedbir kararının bildirildiği davaların büyük bir çoğunluğu sınır dışı etme veya iade prosedürüne ilişkin bulunmaktadır.

105. Pek çok davada, geçici tedbirler alınması davalı Hükümete bildirilmiştir. Bununla birlikte, Mahkeme’yi başvuru sahiplerinden geçici tedbir istemekten alıkoyan herhangi bir engel bulunmamaktadır (diğer kararlar yanında, bkz., Ilaşcu ve Diğerleri v. Moldovya ve Rusya [GC] No. 48787/99, § 11 ECHR 2004’de yayınlanacak). Verilen (bildirilen) tedbir kararlarına uymayan Devlet sayısı çok az bulunmaktadır.

106. 13 Aralık 1974 tarihinde yürürlüğe girmiş olan Avrupa İnsan Hakları Komisyonu İçtüzüğü’nün 36. maddesi aşağıdaki hükmü içermektedir:

“Komisyon veya, Komisyon toplantıda olmadığı zaman, Başkan, tarafların menfaati veya önündeki yargılamanın düzgün işleyişi açısından faydalı gözüken herhangi bir geçici tedbirin alınmasını taraflardan isteyebilir.”

Geçici tedbirler konusunu düzenleyen hükümler yürürlüğe girme den önce bile, Komisyon önündeki başvurunun amacını boşa çıkaracak tedbirlerin yürütmesinin durdurulmasını davalı Hükümetten istemekte tereddüt etmemiştir. Komisyon bu uygulamayı çok önceden özellikle iade ve sınır dışı davalarında benimsemiş ve ilgili Devletler bu konuda işbirliğine çok açık olmuşlardır (diğer kararlar yanında bkz., Yunanistan v. Birleşik Krallık, No. 176/56; X v. Federal Almanya Cumhuriyeti, No. 2396/65; Danimarka, Norveç, İsveç ve Hollanda v. Yunanistan, No. 3321/67, 3322/67, 3323/67 ve 3344/67; Danimarka, Norveç ve Hollanda v. Yunanistan, No. 4448/70; ve E. R. v. Federal Almanya Cumhuriyeti, No. 5207/71).

Hatta Brückmann v. Federal Almanya Cumhuriyeti davasında (Başvuru No. 6242/73), davalı Devlet, dava Komisyon önünde devam etmekteyken kendiliğinden ulusal bir tedbirin yürütmesini durdurmuştur.

107. 1 Ocak 1983 tarihinde yürürlüğe giren önceki Mahkeme İçtüzüğü’nün 36. maddesinde şu hüküm yer almaktadır:

“Bir Daire’nin oluşumundan önce, Mahkeme’nin Başkanı, Taraflardan birinin, Komisyon’un, başvuru sahibinin veya başka herhangi bir ilgili kişinin talebi üzerine ya da resen (proprio motu) Taraflardan herhangi birine, gerektiğinde, başvuru sahibine, herhangi bir geçici tedbir kararının alınması tavsiyesini bildirebilir. Oluşturulduğunda Daire veya, eğer Daire toplantı halinde değil ise, Başkanı aynı yetkiye sahiptir.

…”

Önceki Mahkeme tarafından bildirilen geçici tedbir kararlarına ilişkin en dikkat çekici dava yukarıda bahsi geçen Soering davasıdır. Bu davada, Mahkeme, İçtüzüğün 36. maddesi gereğince İngiliz Hükümetine Strasburg’da yargılamalar devam ederken başvuru sahibinin Birleşik Devletler’e iade edilmesinin arzu edilmediği hususunu bildirmiştir. Sözleşme’ye ve Mahkeme kararına uymak amacıyla, İngiliz Hükümeti Birleşik Devletler’e karşı vermiş olduğu iade taahhüdünde temerrüde düşmek zorunda kalmıştır (§ 31 ve § 111). Böylece, söz konusu bu davada verilen karar, bir Taraf Devletin Sözleşme’den doğan yükümlülükleri ile üçüncü bir Devletle yapmış olduğu bir iade antlaşmasından doğan yükümlülükleri arasındaki uyuşmazlığı birincisine öncelik tanıyarak çözmüştür.

2. Başvuru Sahiplerinin İadesi Bireysel Başvuru Hakkının Etkin Bir Şekilde Kullanımını Engellemiş midir?

108. Sözleşme’den kaynaklanan çekirdek haklardan birinin başvuru sahibi tarafından kullanımına telafisi güç bir zarar verme riskinin makul bir şekilde var olduğunun ileri sürüldüğü mevcut dava gibi davalarda, geçici tedbirin amacı, Mahkeme’ce alınan tedbirin haklılığı konusunda bir karar verinceye kadar mevcut durumun muhafazasını sağlamaktır. Bu manada, başvuru konusunun mevcudiyetinin devamını sağlama amacını taşıması itibariyle, geçici tedbirler, Sözleşme şikayet sisteminin esasını ilgilendiren bir konudur. Başvuru sahibi açısından, başvuru yapmak suretiyle elde edilmek istenen sonuç, Sözleşme’ce korunduğunu ileri sürdüğü hakkının telafisi imkansız bir zarara uğramadan önce muhafazasını sağlamaktır. Dolayısıyla, başvuru konusunun davalı Devletin eylemleri veya ihmalleri nedeniyle telafisi imkansız bir zarara uğrama riski altında olduğu değerlendirildiğinde, başvuru konusunu muhafaza etme anlamında Sözleşme’nin 34. maddesinde düzenlenen bireysel başvuru hakkının “etkin kullanımını” sağlamak üzere, geçici tedbir kararı, başvuru sahibi tarafından talep edilmiş ve Mahkeme’ce verilmiştir.

Mevcut davada, başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmiş olmaları nedeniyle, Mahkeme’nin Sözleşme’nin 2 ve 3. maddeleri bağlamında başvuru sahipleri açısından sağlayacağı koruma düzeyi geri çevrilemez bir şekilde azaltılmıştır.

İlave olarak, Mahkeme, Strasburg’daki yargılama süresince başvuruyu normal prosedürü çerçevesinde incelemeye devam edebilmesi imkanının, başvuru hakkının etkin kullanımı nosyonu içinde zımnen var olduğunu değerlendirmektedir. Mevcut davada başvuru sahipleri iade edilmişler ve bunun sonucunda avukatlarıyla olan irtibatlarını kaybetmeleri yüzünden, Sözleşme’nin 3. maddesi çerçevesindeki iddialarını destekleyici delil elde etmek üzere derinlemesine araştırma imkanından yoksun kalmışlardır. Sonuç olarak, Mahkeme, başvuru sahiplerinin gerçek bir kötü muamele riskine maruz kalıp kalmadıklarını hakkıyla değerlendirmekten, ve eğer maruz kalmışlar ise, bu bağlamda Sözleşme’nin amaç ve hedefinin gerektirdiği şekliyle Sözleşme’de düzenlenen güvencelerin “fiilen ve etkin” olarak uygulanmasını sağlamaktan alı konmuştur (yukarıda 101 Nolu paragrafa bkz.).

109. Mahkeme, Sözleşme’de açık bir hüküm bulunmadığı durumlarda, organlarının, 34. maddeden gerek bu madde tek başına ele alındığında gerekse İçtüzüğün 39. (önceki 36.) maddesiyle birlikte değerlendirildiğinde ya da herhangi bir başka kaynaktan geçici tedbir kararı emretme yetkisi çıkarıp çıkaramayacağını daha önceki kararlarında incelemiş bulunmaktadır (bkz., yukarıda bahsi geçen Cruz Varas ve Diğerleri; Conka ve Diğerleri v. Belçika, (Karar) No: 51564/99, 13 Mart 001). Bu davalarda, Mahkeme böyle bir yetkinin ne 34. maddeden, netice olarak (infine), ne de diğer kaynaklardan çıkarılacağı sonucuna ulaşmıştır (yukarıda bahse konu Cruz Varas ve Diğerleri, ss. 36-37, §§ 102-103).

110. Mevcut davayı incelerken, Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensiplerini ve yukarıda bahse konu Cruz Varas ve Diğerleri davasından bu yana diğer uluslararası organlar tarafından konu hakkında ortaya konan görüşleri dikkate alacaktır.

111. Mahkeme, bu bağlamda, Sözleşme’nin, 23 Mayıs 1969 tarihli Antlaşmalar Hukuku Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nde belirlenen kurallar ışığında yorumlanması gerektiğini hatırlatmaktadır. Bahse konu Viyana Sözleşmesi’nin 31/3-c maddesinde “taraflar arasındaki ilişkilerde ilgili bütün uluslararası hukuk kurallarının” dikkate alınması gerektiği belirtilmiştir. Mahkeme, Devletlerin sorumluluğunu, bir insan hakları koruma belgesi olarak Sözleşme’nin kendine özgü karakterini göz önünde bulundururken, aynı zamanda bu alanı düzenleyen uluslararası hukuk prensiplerine uygun olarak belirlemelidir (Golder v. Birleşik Krallık, 21 Şubat 1975 tarihli karar, Seri A, No. 18, § 29). Sözleşme, mümkün olduğu ölçüde, bir parçasını oluşturduğu diğer uluslararası hukuk prensipleriyle uyum içinde yorumlanmalıdır (Al-Adsani v. Birleşik Krallık [GC], no 35763/97, § 60, ECHR 2001-XI).

112. Geçici ya da ihtiyati tedbirlere, şikayetin Birleşmiş Milletler organları veya Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi ve Komisyonu’nun bireysel başvuru usulleri ya da Uluslararası Adalet Divanı’nın uyuşmazlıkların adli çözüm usulleri çerçevesinde yapılmış olmasına bağlı olarak, farklı kurallar uygulanmaktadır. Bazen antlaşmanın bizzat kendisinde, diğer durumlarda ise içtüzük kurallarında, söz konusu tedbirlere ilişkin hükümler yer almaktadır (yukarıda 40, 43, 46, 49, 51 ve 52 Nolu paragraflara bkz.).

113. Son zamanlarda verilen pek çok karar ve hükümde, uluslararası mahkemeler ve kurumlar, geçici tedbirlerin önem ve amacına vurgu yapmakta ve bu tedbirlere riayetin uluslararası mahkemelerin esasa ilişkin kararlarının etkinliğinin sağlanması açısından gerekli olduğunun altını çizmektedirler. Uluslararası uyuşmazlıklara ilişkin yargılamalarda, geçici tedbirlerin amacı, tarafların haklarını korumak ve böylece uyuşmazlığa bakan organın hasımlı yargılama süreci sonunda sorumluluk bulgusuna ulaşması halinde ortaya çıkacak sonuçların etki doğurmasını sağlamaktır.

114. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komitesi’nin içtihadına göre, “geçici” tedbirlere uyulmaması, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Antlaşma ile bu Antlaşma’nın İhtiyari Protokolü’nden doğan yasal yükümlülüklerin ve ayrıca bireysel başvuru usulü çerçevesinde Komite’yle işbirliği yapma görevinin ihlaline neden olmaktadır (yukarıda 41-42 Nolu paragraflara bkz.).

115. Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi, bir taraf Devletin geçici tedbirlere uymaması konusunu pek çok kez incelemiş bulunmaktadır. Komitenin makul olduğunu düşündüğü geçici tedbir kararlarına uymanın, söz konusu kişiyi Komite önünde başlatılan yargılamanın nihai sonucunu hükümsüz kılabilecek telafisi imkansız zararlardan korumak için gerekli olduğuna, Komite tarafından karar verilmiştir (yukarıda 44-45 Nolu paragraflara bkz.).

116. Geçici tedbirlere ilişkin çeşitli kararlarında, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi, İnsan Haklarına İlişkin Amerikan Sözleşmesi’nin temel amacı yani insan haklarının etkin bir şekilde korunmasının güvence altına alınması dikkate alındığında, “Taraf Devletlerin mağdur olduğu ileri sürülen kişilerin haklarının eski hale iadesini (restitutio in integrum) zedeleyen eylemlerden kaçınmak zorunda olduğunu” ifade etmiştir (bkz James ve Diğerleri v. Trinidad ve Tobago, 25 Mayıs ve 25 Eylül 1999 tarihli kararlar).

117. 27 Haziran 2001 tarihli La Grand kararında (Almanya v. Amerika Birleşik Devletleri), Uluslararası Adalet Divanı şu hususları belirtmiştir: “Statünün amaç ve hedefi, Divan’ın bu Statü’yle kendisine verilen işlevleri yerine getirmesine imkan sağlamak ve özellikle Statü’nün 59. maddesi gereğince bağlayıcı kararlar vermek suretiyle uluslararası uyuşmazlıkların adli çözümü konusundaki temel işlevini yerine getirmektir. Divan’ın Statüsü’nde düzenlendiği şekliyle 41. maddenin amacı, Adalet Divanı önüne gelen bir uyuşmazlıkta tarafların karşılıklı haklarına zarar verilmesinden dolayı Divan’ın görevlerini yerine getirmesinin engellenmesine mani olmaktır. Adalet Divanı Statüsü’nün amaç ve hedefi ile 41. madde metninin ifadesi dikkate alındığında şu sonuç ortaya çıkmaktadır: geçici tedbirleri belirleme (bildirme) yetkisinin, söz konusu yetkinin gerekliliği ve koşulların gerektirdiği ölçüde kullanılması kaydıyla, Divan’ın nihai kararı ile taraflar arasında belirlediği hakların korunması ve bu haklara bir zarar gelmemesi açısından, bağlayıcı olması gerekir. 41. madde gereğince belirlenen geçici tedbirlerin bağlayıcı olmadığını iddia etmek, işbu maddenin amaç ve hedeflerine aykırıdır.”

Ayrıca, Uluslararası Adalet Divanı, bu kararında 41. maddenin 1. paragrafındaki “bildirme yetkisi” (İngilizce metinde “power to indicate”; Fransızca metinde “pouvoir d’indiquer”) ile ikinci paragrafındaki “bildirilen” (İngilizce metinde “suggested”; Fransızca metinde “indication”) deyimlerinin katı dilbilimsel yorumuna ilişkin tartışmaya son vermiştir. Bir antlaşmanın hükümleri bu antlaşmanın amaç ve hedefleri göz önünde bulundurularak yorumlanmalıdır diyen Antlaşmalar Hukuku Hakkındaki Viyana Sözleşmesi’nin 31. maddesine atıfta bulunarak, Uluslararası Adalet Divanı, geçici tedbirlerin yasal açıdan bağlayıcı olduğu sonucuna ulaşmıştır. Bu yaklaşım daha sonra Divan’ın 31 Mart 2004 tarihli Avena ve Diğer Meksika Vatandaşları (Meksika v. Amerika Birleşik Devletleri) davasında verdiği kararında da teyit edilmiştir (yukarıda 48 Nolu paragrafa bkz.).

118. Mahkeme, yukarıda bahsi geçen Cruz Varas ve Diğerleri kararında, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun Sözleşme’nin önceki 25/1. maddesi (şimdi Madde 34) çerçevesinde bağlayıcı geçici tedbirler emretme yetkisi olup olmadığı sorunu hakkında karar verdiğini belirtmektedir. Mahkeme bu maddenin yalnızca Komisyon önüne getirilen davaları ilgilendirdiğini ve ilgilinin Komisyon’a bireysel başvuru hakkını kullanmasına müdahale edilmesini yasakladığını dikkate almaktadır. Mahkeme ayrıca 25. maddenin başvuru sahibine Sözleşme’nin I. Kısım’ında veya Sözleşme Protokollerinde düzenlenen esasa ilişkin haklardan ayırt edilebilen usuli nitelikte bir hak tanıdığını eklemektedir. Mahkeme bu nedenle incelemesini kendisinin değil, fakat Komisyon’un geçici tedbir kararı emretme yetkisiyle sınırlandırmıştır. Mahkeme, verilen geçici tedbir kararını (indication) Komisyon önündeki yargılamanın niteliği ve Komisyon’un rolü ışığında incelemiş ve “bu şekilde Devletin dikkatinin Komisyon önünde devam eden uyuşmazlığın sonucunu zarara uğratma tehlikesine çekildiği durumlarda, … 3. maddede bilahare meydana gelen bir ihlalin, verilen geçici tedbir kararına uyulmamasından dolayı ağırlaştırılmış olduğu” sonucuna ulaşmıştır (yukarıda bahsi geçen Cruz Varas ve Diğerleri kararı, § 103).

119. Bu bağlamda, Mahkeme, kendisi ve Bakanlar Komitesi’nin tersine, Komisyon’un bir Sözleşmeci Devlet’in Sözleşme’yi ihlal etmiş olduğu konusunda bağlayıcı bir karar alma yetkisinin olmadığını vurgulamaktadır. Komisyon’un esasa ilişkin görevi geçici nitelikte olup Sözleşme’nin ihlal edilip edilmediğinin bilinmesi hususundaki görüşü bağlayıcı değildir.

120. Yukarıda bahse konu Conka ve Diğerleri kararında, Mahkeme, yukarıda 109. paragrafta verilen argümana atıfta bulunarak şu hususu eklemiştir: “Belçika makamları, Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde bildirilen geçici tedbirleri dikkate almamalarına ilişkin herhangi bir neden belirtmeksizin … başvuru sahiplerini aynı gün sınır dışı etmişlerdir. Sadece istisnai durumlarda verilen bu tür geçici tedbirlere (indications) uygun hareket edilmesi yönündeki yerleşik uygulamalar göz önünde bulundurulduğunda, böyle bir hareket tarzının ‘işbirliğinin makul ve uygulanabilir olduğunun değerlendirildiği davalarda Mahkeme’yle iyi niyetli işbirliği’ ilkesi ile telifi güç olacaktır.”

121. Mahkeme’nin resmi olarak daha önce vermiş olduğu kararları takip etme mecburiyeti olmasa da, yasal belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri açısından geçerli sebep olmaksızın daha önceki içtihadından ayrılmamalıdır (diğer kararlar yanında bkz., mutatis mutandis, Chapman v. Birleşik Krallık [GC], No. 27238/95, § 70, ECHR 2001-I, Christine Goodwin v. Birleşik Krallık [GC], No. 28957/95, § 74, ECHR 2002-VI). Bununla beraber, Sözleşme’nin güvence altına olduğu hakların, teorik ve hayali olarak değil,fiilen ve etkili bir şekilde yorumlanması ve uygulanması son derece önemlidir. Sözleşme, içinde bulunulan günün koşulları ışığında yorumlanması gereken yaşayan bir belgedir (diğer kararların yanında bkz., Tyrer v. Birleşik Krallık, 15 Nisan 1978 tarihli karar, Seri A, No. 26, ss. 15-16, § 31; ve yukarıda bahsi geçen Christine Goodwinn kararı, § 75).

122. Ayrıca, Sözleşme’deki bireysel başvuru hakkı orijinal olarak ihtiyari bir koruma sistemi olarak tasarlanmış olsa da, Mahkeme, kişisel başvuru hakkının yıllar geçtikçe hayati bir önem kazandığını ve Sözleşme’de düzenlenen hak ve özgürlükleri koruma mekanizmasının önemli bir mihenk taşını oluşturduğunu vurgulamaktadır. 1 Kasım 1998’e kadar yürürlükte olan sistemde, Komisyon’un kişisel başvuru hakkı konu sundaki yetkisi Sözleşmeci Devlet’in bu yetkiyi resmi bir deklarasyonla belirli bir süre için tanımasına bağlı idi. Bugünkü şekliyle yürürlükte olan koruma sistemi, bu manada, 11 Nolu Protokol ile değiştirilmiş olup kişisel başvuru hakkı artık Sözleşmeci Devletlerin yapacağı bir deklarasyona bağlı değildir. Böylece, bireyler artık günümüzde uluslararası düzeyde Sözleşme ile doğrudan kendisine tanınan hak ve özgürlükleri talep edebileceği gerçek bir dava hakkına sahip bulunmaktadırlar.

123. Bu bağlamda, Mahkeme, uluslararası hukukun genel prensipleri, antlaşmalar hukuku ve uluslararası dava hukuku ışığında, geçici tedbirlerin kapsamının yorumlanmasının, bu tedbirlerin ilişkili olduğu prosedürlerden ya da korumaya çalıştıkları esasla ilgili karardan ayrı tutulamayacağını dikkate almaktadır. Mahkeme bu bağlamda Antlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi’nin 31. maddesinin 1. paragrafı gereğince antlaşmaların, iyi niyetli bir şekilde, bu antlaşmaların amaç ve hedefleri dikkate alınarak (yukarıda 39 Nolu paragrafa bkz.) ve aynı zamanda etkinlik prensibi çerçevesinde yorumlanması gerektiğini hatırlatmaktadır.

124. Mahkeme gözlemlemektedir ki, Uluslararası Adalet Divanı, Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi, İnsan Hakları Komitesi ve Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi, işbu Mahkeme’nin işleyişini belirleyenlerden farklı antlaşma kuralları çerçevesinde faaliyette bulunsalar da, yakın zamanda vermiş oldukları kararlarda telafisi mümkün olmayan zarar riskiyle karşılaşılması durumunda tarafların ileri sürdükleri hakların korunmasının uluslararası hukukta geçici tedbirlerin önemli bir amacını temsil ettiğini teyit etmişlerdir. Hatta ifade edilebilir ki, söz konusu yasal sistem ne olursa olsun, adaletin düzgün işleyişi, yargılama devam ederken telafisi mümkün olmayan herhangi bir eylemde bulunulmamasını gerektirmektedir (bkz., mutatis mutandis, yukarıda bahse konu Soering kararı).

Mahkeme daha önceki kararlarında sınır dışı veya iade işlemlerinde etkili başvuru hakkına ilişkin olarak Devlet yükümlülükleri hakkında karar verirken durdurucu etkisi olan kanun yollarına sahip olmanın önemini vurgulamıştır. 13. maddedeki etkili başvuru hakkı kavramı, Sözleşme’ye aykırı olup etkileri potansiyel olarak geri çevrilemez olan tedbirlerin uygulanmasının önlenmesini sağlayacak bir kanun yolunu gerekli kılmaktadır. Bundan dolayı, bu tür tedbirlerin ulusal makamlarca Sözleşme’yle uyumlu olup olmadıkları yönünde bir inceleme yapılmadan önce icra edilmesi 13. maddeyle uyumlu değildir (Conka v. Belçika, No. 51564/99, § 79, ECHR 2002-I). Bireysel insan haklarının korunmasında kanun yollarının etkinliği prensibinin ulusal yargı sistemlerindeki yargılamalar için geçerli olduğunu kabul ederken, bunun Mahkeme önündeki uluslararası yargılamalarda geçerli olan ve Sözleşme özünde yer alan bir gereklilik olmadığını kabul etmek zordur.

125. Benzer şekilde, Sözleşme sisteminde, geçici tedbirler, uygulamada tutarlı olarak tatbik edildiği şekliyle (yukarıda 104 Nolu paragrafa bkz.), Mahkemenin başvuruyu incelemesine ve, duruma göre, başvuru sahibinin ileri sürdüğü Sözleşme haklarındanfiilen ve etkin bir şekilde yararlanmasına engel olan geri çevrilmesi mümkün olmayan durumlardan kaçınmada hayati bir rol oynamaktadır. Böylece, bu tür durumlarda, davalı bir Devletin geçici tedbire uymaması 34. maddenin güvence altına aldığı bireysel başvuru hakkının etkinliğini ve Devletin 1. madde bağlamında Sözleşme’deki hak ve özgürlükleri koruma konusundaki resmi yükümlülüğünü zedeleyecektir.

Mevcut davada olduğu gibi Mahkeme tarafından geçici tedbir kararının bildirilmesi, Mahkeme’ye sadece başvuruyu etkin bir şekilde inceleme imkanı sağlamayacak fakat aynı zamanda Sözleşme tarafından başvuru sahibine sağlanan korumanın etkili olmasını sağlayacaktır. Bu tür geçici tedbir kararları (indications) aynı zamanda daha sonradan Bakanlar Komitesi’ne nihai kararın icrasını denetleme imkanı sunacaktır. Bu tür tedbirler bu şekilde ilgili Devletin Sözleşme’nin 46. maddesi gereğince yasal olarak bağlayıcı olan nihai Mahkeme kararına uyma yükümlülüğünü yerine getirmesine imkan sağlayacaktır.

126. Dolayısıyla, bir Sözleşmeci Devlete -bu olayda Davalı Devleteyönelik olarak bir geçici tedbir kararının bildirilmesinin etkileri, Sözleşme’nin 1, 34 ve 46 maddelerince Sözleşmeci Devletlere yüklenen yükümlülükler ışığında incelenmelidir.

127. Yukarıda belirtildiği şekilde davanın gerçekleri açık bir şekilde ortaya koymuştur ki, Mahkeme, başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmelerinden dolayı, bunların yapmış oldukları şikayetleri benzeri davalardaki yerleşik uygulamaları gereğince sağlıklı bir şekilde incelemekten ve nihayetinde, gerektiğinde, iddia edildiği şekliyle Sözleşme’nin potansiyel olarak ihlaline karşı bu hakları korumaktan, alı konmuştur. Sonuç olarak, başvuru sahiplerinin iade edilmeleri, bu kişilerin Sözleşme’nin 34. maddesince güvence altına alınan bireysel başvuru haklarının etkin kullanımını faydasız bir hale getirerek boşa çıkarmıştır.

3. Sonuç

128. Mahkeme, Sözleşme’nin 34. maddesi gereğince, Sözleşmeci Devletlerin kişilerin bireysel başvuru haklarının etkin kullanımını engelleyebilecek herhangi bir eylem veya ihmalden kaçınma sorumluluğunu üslendiklerini tekrar hatırlatmaktadır. Bir Sözleşmeci Devlet’in geçici tedbirlere uygun hareket etmemesi, Mahkemenin başvuru sahibinin şikayetini etkin bir şekilde incelemekten alı konması ve başvuru sahibinin hakkının etkin kullanımının engellenmesi ve, bu yüzden, Sözleşmenin
34. maddesinin ihlali olarak değerlendirilecektir.

129. Elindeki mevcut delilleri dikkate alarak, Mahkeme, Türkiye’nin, Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde verilen geçici tedbir kararına uymaması nedeniyle, Sözleşme’nin 34. maddesinden doğan yükümlülüklerini ihlal ettiği sonucuna ulaşmıştır.

IV. SÖZLEŞME’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

130. Sözleşme’nin 41. maddesi şu şekildedir:

“Eğer Mahkeme Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve Yüksek Akit tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği taktirde, hakkaniyete uygun olarak zarar gören tarafın tazminine hükmeder”.

A. Zarar

131. Büyük Daire’de, başvuru sahiplerinin avukatları müvekkillerinden her biri için, maddi ve manevi tazminat olarak daha önce Daire’de yapmış oldukları 1.000.000 Fransız Frangı, yani 304.898 Euro tutarındaki tazminat taleplerini tekrarlamışlardır.

132. Daire aşağıdaki şekilde karar vermiştir (Daire kararının 115. paragrafına bkz.):

“Başvuru sahipleri ileri sürdükleri maddi zararın niteliğini belirtmediklerinden, Mahkemenin bu talebi reddetmekten başka bir alternatifi bulunmamaktadır. İddia edilen manevi zarara gelince, Mahkeme, 34. maddeye ilişkin tespitinin, 41. maddenin amacına uygun yeterli ve hakkaniyete uygun bir tazmin biçimi olduğuna hükmetmektedir.”

133. Hükümet, Büyük Daire’nin Sözleşme’nin ihlal edildiği sonucuna ulaşması durumunda, Daire’nin bulgularını kabul edeceğini belirtmektedir. Alternatifinde, talep edilen miktarların aşırı olduğunu değerlendirmektedir.

134. Daire kararında olduğu gibi, Mahkeme, iddia edilen maddi zararın ispat edildiğini düşünmemektedir.

Diğer taraftan, Mahkeme, davanın koşulları çerçevesinde Türkiye’nin 34. maddeyi ihlal etmesinin sonucu olarak başvuru sahiplerinin inkar edilemeyecek şekilde manevi zarara uğramış olduklarını ve bu zararın sadece davalı Devletin 34. maddeden doğan yükümlülüklerine uygun hareket etmediği tespitiyle tamir edilemeyeceğini düşünmektedir.

Dolayısıyla, Sözleşme’nin 41. maddesi gereğince hakkaniyet çerçevesinde hareket ederek, Mahkeme, her bir başvuru sahibine 5.000 Euro manevi tazminat ödenmesine hükmetmektedir.

B. Masraf ve Harcamalar

135. Başvuru sahiplerinin temsilcileri Daire önünde yaptıkları talepleri yinelemişler ve Büyük Daire önündeki yargılamadaki avukatlık ücreti konusunu Mahkeme’nin takdirine bırakmışlardır.

136. Hükümet masraf ve harcamalara ilişkin talebin usulüne uygun bir şekilde ispatlanmadığını düşünmektedir.

137. Daire kararına kadar olan yargılamalar için, Daire, başvuru sahiplerine, adli yardım olarak Avrupa Konseyi tarafından ödenen 905
Euro düşülmek suretiyle, 10.000 Euro ödenmesine hükmetmiştir.

138. Mahkeme başvuru sahiplerine Mahkeme’deki bütün masrafları karşılamak üzere adli yardım olarak Avrupa Konseyi’nden alınan 2.613,17
Euro düşülmek suretiyle, 15.000 Euro ödenmesine hükmetmiştir.

C. Temerrüt Faizi

139. Mahkeme, temerrüt faizinin Avrupa Merkez Bankası’nın yıllık bazda marjinal ödünç verme oranına yüzde üç eklenmesi sonucu ortaya çıkacak miktara denk düşecek şekilde belirlenmesinin uygun olacağını değerlendirmektedir.

Bu gerekçelerle, Mahkeme;

1. On dört oya karşı üç oyla Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edilmediğine;

2. Oybirliğiyle şikayetin Sözleşme’nin 2. maddesi çerçevesinde ayrıca incelenmesine gerek olmadığına;

3. Oybirliğiyle Sözleşme’nin 6. maddesinin 1. paragrafının Türkiye’deki iade prosedürüne uygulanmayacağına;

4. On üç oya karşı dört oyla Özbekistan’daki ceza yargılamasına ilişkin olarak 6. maddenin 1. paragrafının ihlal edilmediğine;

5. On dört oya karşı üç oyla Türkiye’nin Sözleşme’nin 34. maddesinden kaynaklanan yükümlülüklerine uymadığına;

6. On dört oya karşı üç oyla aşağıdaki şekilde hükmetmiştir:

(a) Davalı Devlet, üç ay içerisinde, tahakkuk edecek her türlü vergiyle birlikte aşağıdaki meblağları ödeyecektir:

(i) Her bir başvuru sahibinin ikamet ettiği ülkedeki ulusal para birimine çevrilmek suretiyle başvuru sahiplerinin her birine manevi tazminat olarak 5.000 (beş bin) Euro;

(ii) Masraf ve harcamalar için adli yardım olarak Avrupa Konseyi’nden alınan 2.613,17 Euro (iki bin altı yüz on üç Euro on yedi sent) düşülmek ve ödeme günü kurundan Türk Lirası’na çevrilmek suretiyle 15.000 (on beş bin) Euro;

(b) Yukarıda meblağlara yukarıda belirtilen üç aylık süreden itibaren ödeme gününe kadar temerrüt süresince Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal ödünç verme kolaylığına uyguladığı basit faiz oranına üç puan eklenmek suretiyle elde edilecek oran üzerinden faiz işletilecektir;

7. Oybirliğiyle başvuru sahiplerinin hakkaniyete uygun geri kalan tazminat taleplerinin reddine karar vermiştir.

4 Şubat 2005 tarihinde İngilizce ve Fransızca olarak Strasburg’daki İnsan Hakları Binası’nda yapılan açık duruşmada hüküm altına alınmıştır.

Luzuis Wildhaber         Paul Mahoney
Başkan                      Katip

Sözleşme’nin 45/2 ve Mahkeme İçtüzüğü’nün 74/2. maddeleri gereğince, aşağıdaki ayrı görüşler işbu karara eklenmiştir:

(a) Bay Cabral Barreto’nun aynı yöndeki görüşü;

(b) Baz Rozakis’in kısmi muhalefet görüşü;

(c) Sir Nicolas Bratza, Bay Bonello ve By Hedigan’ın müşterek kısmi muhalefet görüşü;

(d) Bay Caflisch, Bay Türmen ve Bay Kovler’in müşterek kısmi muhalefet görüşü.

L. W.    P. J. M.

Hakim Cabral Barreto’nun Aynı Yönde Görüşü

Türkiye’nin mevcut davada Sözleşme’nin 34. maddesinden kaynaklanan yükümlülüklerine uymadığı yönündeki çoğunluk görüşüne katılmaktayım.

Mahkeme’nin davayı incelemesinden önce başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmemeleri yönündeki talebine Türkiye’nin uymaması başvurunun etkili bir şekilde incelenmesini imkansız kılmıştır.

Bu yüzden, başvuru sahiplerinin bireysel başvuru haklarını etkili bir şekilde kullanmalarına mani olunmuştur (kararın 127. paragrafına bkz.).

Bununla birlikte, çoğunluğun “bir Sözleşmeci Devlet’in geçici tedbirlere uygun hareket etmemesi, Mahkeme’nin başvuru sahibinin şikayetini etkin bir şekilde incelemekten alı konması ve başvuru sahibinin hakkının etkin kullanımının engellenmesi ve, bu yüzden, Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlal edilmesi olarak değerlendirilecektir” (kararın 128. paragrafına bkz.) şeklindeki görüşüne katılmakta zorlanmaktayım.

Bu genel sonuç, geçmiş yıllarda Cruz Varas ve Diğerleri v. İsveç kararında tesis edilen ve daha sonra Conka v. Belçika kararında dafiilen teyit edilen prensiplerden bir ayrılma teşkil etmektedir.

Eğer çoğunluğun gerekçesini doğru bir şekilde anlamış isem, bir hükümetin geçici tedbir kararı talebine uygun hareket etmemesi gerçeği tek başına kendiliğinden (per se) Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlalini icap ettirmektedir.

Benim katılamadığım husus Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlal edildiğine yönelik olarak ulaşılan bu “mekanik” bulgudur.

Bana göre, Devletlerin geçici tedbirlere bağlayıcı bir nitelik tanımayı daima reddetmiş olmaları, Mahkeme’nin bu niteliği tanımasına ve Devletlere kabul etmekten imtina ettikleri yükümlülükleri yüklemesine engel olmaktadır.

Sözleşme’ye Taraf Devletler bununla birlikte bireysel başvuru hakkının kullanımına mani olmama yükümlülüğünü üslenmişlerdir.

Dolayısıyla, eğer bir geçici tedbir kararına uyma talebinin reddedilmesi başvuru hakkının kullanımını engeller ise, bu durumda Sözleşme’nin 34. maddesinden doğan yükümlülüklerin ihlal edildiği sonucuna ulaşılmalıdır.

Bununla birlikte, eğer, böyle bir ret kararına rağmen, başvuru sahibinin başvuru hakkını etkili bir şekilde kullanması ve Mahkeme’nin davayı hakkıyla incelemesi mümkün olmuş ise, bu takdirde ulaşılacak sonuç farklı olmalıdır.

Bu sonuç, benim kanaatime göre, Sözleşme ve Mahkeme İçtüzüğü hükümlerinin etkisini gösteren ve kararda vurgulanması gereken bir değerlendirmedir.

Bir hükümetin Mahkeme’nin yapmış olduğu bir talebe uymamasına rağmen, başvuru sahibinin bireysel başvuru hakkını etkili bir şekilde kullanabildiği ve mahkemenin tatmin edici koşullarda başvuruyu hakkıyla inceleyebildiği durumların varlığını biliyorum.

Özellikle aklıma Sözleşme’nin 3. maddesi kapsamına girebilecek ve geçici tedbirlerin alınmasını haklı çıkaracak koşullarda hastalığa maruz kalan bir kişinin tutukluluk koşulları gelmektedir.

Bu durumlarda, usuli yönler devreye girmemektedir.

Her ne kadar hükümetin Mahkeme’nin talebine uymaması 3. mad denin ihlal edildiği, hatta ağır bir şekilde ihlal edildiği, sonucuna ulaşılmasını icap ettirse de, başvuru sahibinin başvuru hakkını kullanmış olmasından ve Mahkeme’nin de şikayeti usulünce incelemiş olmasından dolayı, bu durum 34. maddenin ihlali sonucunu doğurmayacaktır.

Aklıma gelen diğer bir dava türü ise bir kişinin başvurunun incelenmesinden önce iade edilmemesi yönünde Mahkeme’nin talepte bulunmasına rağmen, bu kişinin ölüm cezasının olduğu bir ülkeye iade edilmesi durumudur.

Bu duruma rağmen, başvuru sahibinin iadeyi talep eden devlette çalışan bir avukat tarafından temsil edilmiş olması, başvuru sahibi ile avukatı arasında şikayetin daha iyi koşullarda yapılmasına yardım edecek şekilde faydalı bir irtibatın kurulmasına imkan sağlamıştır.

Avrupa Konseyi’ne üye Devletlerin Mahkeme’ye bağlayıcı geçici tedbir kararı verme yetkisi tanımamasını üzüntüyle karşılarken, eğer Sözleşmeci Devlet’in geçici tedbir kararına uymaması başvuru sahibinin başvuru hakkını kullanmasına mani olur ve bu şekilde Mahkeme’nin şikayeti etkili bir şekilde incelemesi imkansız hale gelir ise, ancak bu takdirde Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlal edilmiş olacağı sonucunu kabul etmek durumunda kalabilirim.

Hakim Rozakıs’in Kısmi Muhalefet Görüşü

Mahkeme çoğunluğunun davanın koşullarında Sözleşme’nin 34. maddesinin ihlal edildiği ancak 3. maddesinin ihlal edilmediği yönündeki görüşünü paylaşmakla birlikte, Hakim Bratza, Bonello ve Hedi gan’ın müşterek kısmi muhalefet görüşlerinde açıkladıkları ve benim de tamamıyla katıldığım gerekçeler nedeniyle, çoğunluğun 6. maddenin ihlal edilmediği yönündeki bulgularına katılamamaktayım.

Hakim Bratza, Bonello ve Hediıgan’ın Müşterek Kısmi MUHALEFET GÖRÜŞÜ

1. Mahkeme çoğunluğunun başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmeleri yüzünden Türkiye’nin Sözleşme’nin 34. maddesinden doğan yükümlülüklerine uymadığına ilişkin sonuç ve gerekçelerini paylaşmakla birlikte, çoğunluğun başvuru sahiplerinin iade edilmelerinin Sözleşme’nin 3 ve 6. maddelerini ihlal etmediği yönündeki sonucuna katılamamaktayız. Kanaatimize göre, mevcut davanın koşulları çerçevesinde, başvuru sahiplerinin haklarının her iki madde açısından da ihlali söz konusudur.

Madde 3

2. Bir bireyin iadesi veya sınır dışı edilmesi olaylarında Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanmasıyla ilgili genel prensipler kararın 66 ila 70. paragrafları arasında özetlenmiştir. Bu özete şu hususu eklemek isteriz ki, 3. maddenin yasakladığı kötü muamele, sınır dışı ve iade olaylarında dahi mutlak bir yasaklama özelliğine sahip bulunmaktadır. Bir bireyin faaliyetleri hangi ölçüde istenmeyen, tehlikeli veya terörizmle ilişkili bir faaliyet olursa olsun, 3. maddeye aykırı bir muamele görme konusunda gerçek bir riskin varlığının gösterildiği durumlarda, söz konusu faaliyetler bu yasaklamayı ortadan kaldıracak bir husus olarak göz önüne alınamayacaktır (bkz., 15 Kasım 1996 tarihli the Chahal v. Birleşik Krallık kararı, Reports 1996-VI, §§ 79-80). Böyle bir riskin varlığının gösterildiği durumlarda, iadenin reddedilmesi, uluslararası antlaşmalardan doğan haklara bir müdahale veya uluslararası adli süreçle ilgili normların ihlalini teşkil etmeyeceği gibi, kaçınılmaz şekilde Sözleşme’nin 3. maddesinin standartları karşısında Sözleşme’ye taraf olmayan iade talebinde bulunmuş ülkedeki koşulların değerlendirilmesini icap ettirecektir (bkz., Mahkeme’nin 7 Temmuz 1989 tarihli Soering v. Birleşik Krallık kararı, Seri A, No. 161, §§ 83 ve 88-91).

3. Kararda belirtildiği gibi, ilgili kişinin iade edilmesi halinde iade edildiği ülkede 3. maddenin yasakladığı muameleye maruz kalma riskinin varlığı esas olarak söz konusu iade veya sınır dışı işleminin icra edildiği zamanda söz konusu kişiyi iade etmekten sorumlu Sözleşmeci Devlet’in bildiği veya bilmesi gerektiği gerçekleri dikkate alarak değerlendirilmelidir. İlgili kişinin iadesinden sonra gün ışığına çıkan ve Sözleşmeci Devlet’in yapmış olduğu takdiri ya da başvuru sahibinin korkularının haklı temele dayanıp dayanmadığını teyit veya reddetme noktasında potansiyel değere sahip olan bilgileri göz önüne almaktan Mahkemeyi alı koyan herhangi bir husus bulunmamaktadır. Ancak, Mahkeme’nin Vilvarajah kararında açıkça görüldüğü üzere (Vilvarajah ve Diğerleri v. Birleşik Krallık, 30 Ekim 1991 tarihli karar, Seri A, No. 215, s. 37, § 112), başvuru sahibinin iadesini müteakip iade edildiği ülkede gördüğüfiili muameleye ilişkin deliller nihai belirleyici olmayıp, esas belirleyici husus, sınır dışı edilme zamanında ilgili kişinin 3. maddeyi ihlal edebilecek düzeyde kötü muameleye tabi olacağının öngörülüp öngörülemeyeceğidir.

4. İki başvuru sahibi Türkiye’de sırasıyla 3 ve 5 Mart 1999 tarihlerinde tutuklanmışlardır. Daire Başkanı, 18 Mart 1999 tarihinde Mahkeme İçtüzük Kuralları’nın 39. maddesini uygulayarak, Daire’nin başvuruyu inceleme fırsatının olacağı 23 Mart 1999 tarihindeki toplantısına kadar, taraf menfaatleri ve Mahkeme önündeki yargılamanın düzgün işleyişi açısından başvuru sahiplerinin Özbekistan’a iade edilmelerinin arzu edilmediğini Türk Hükümeti’ne bildirmiştir. Türk Hükümeti 19 Mart’ta başvuru sahiplerinin sınır dışı edilmelerine karar vermiştir. 23 Mart’ta, Daire, 39. madde gereğince bildirdiği geçici tedbir kararını yeni bir açıklama yapıncaya kadar uzatma kararı vermiştir. Başvuru sahipleri 27 Mart’ta Özbek yetkililerine teslim edilmiştir. Dolayısıyla cevap verilmesi gereken soru başvuru sahiplerinin daha sonraki bir tarihte 3. maddenin yasakladığı muameleye uğrama konusunda gerçek bir riskle karşı karşıya olduklarına inanmak için esaslı nedenlerin olup olmadığıdır.

5. Mahkeme’nin ilgili Dairesi İçtüzüğün 39. maddesini uygulayarak, en azından böyle bir riskin ilk bakışta (prima facia olarak) varlığı konu sunda gereken şekilde tatmin olmuştur. Böyle bir görüşün kabulü bize göre de sağlam bir temele dayanıyor gözükmektedir. Kararda belirtildiği şekilde, söz konusu zaman diliminde Özbekistan’daki genel insan hakları durumu çok kötü olup, uluslararası insan hakları örgütlerinin son zamanlardaki raporları bu ülkedeki siyasi muhaliflerin idari bir uygulama olarak işkence ve diğer kötü muamele çeşitlerine maruz kaldığını ifşa etmektedir. Özellikle, Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Komitesi için Uluslararası Af Örgütü tarafından hazırlanıp Ekim 1999 tarihinde kamu oyuna açıklanan brifingde Özbekistan’ın İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’nden kaynaklanan yükümlülüklerini tamamıyla uygulama konusunda başarısız olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Söz konusu brifing, diğer hususların yanında, 1997 yılından bu yana İslami cemaatlerin üyesi olduğu düşünülen kişilerin kanun uygulayıcı makamlarca kötü mua mele ve işkenceye tabi tutuldukları konusundaki raporların sayısındaki artıştan bahsetmekte, ayrıca özellikle Şubat 1999’da başkent Taşkent’te meydana gelen bombalama olaylarını müteakiben yasaklı siyasi muhalif parti ve hareketlerin (özellikle Erk ve Birlik) destekçisi olduğundan şüphelenilen kişilerin yakalanması, kötü muamele ve işkenceye tabi tutulmalarına ilişkin raporlara dikkat çekmektedir. Brifing ayrıca işkenceyle elde edildiği bildirilen itirafa dayalı delillerin rutin olarak yargılama sürecinde kullanıldığı ve Uluslararası Af Örgütü tarafından incelenen pek çok davada mahkumiyet kararlarının bu itiraflara bağlı olarak alındığına ilişkin bağımsız ve güvenilir raporlara atıfta bulun muştur. Yine brifingde Özbekistan Devlet Başkanı’nın ifadeleri dahil Özbek yetkilileri tarafından kamu oyuna yapılan açıklamalara atıfta bulunularak, bu açıklamaların eğer Devlet görevlileri tarafından şiddetin kullanılmasını doğrudan yaptırıma bağlamıyor ise, en azından işkence ve kötü muamelenin kullanımına göz yumma şeklinde anlaşılabileceği belirtilmektedir.

6. Çeşitli insan hakları örgütlerinin raporlarındaki bulguların Özbekistan’daki genel durumu doğru bir şekilde tanımladığını kabul etmekle birlikte, Mahkeme çoğunluğu, bu bulguların başvuru sahiplerinin mevcut davada yapmış oldukları somut suçlamaları desteklemeye yetmediğini ve başka delillerle bunun teyit edilmesi gerektiğini değerlendirmektedir (karar, § 73). Çoğunluğun görüşüne göre, başvuru sahiplerinin iade edilmeleri zamanında 3. maddenin yasakladığı bir muameleye uğrama konusunda gerçek bir riskle karşı karşıya olduklarını ortaya koyacak esaslı nedenlerin var olduğu sonucuna Mahkeme’nin ulaşmasını sağlayacak yeterli teyit edici deliller toplanamamıştır (karar, § 77).

7. Özbekistan’daki genel durumla ilgili tartışmasız şekilde ortaya konan bulguların başvuru sahiplerinin bu ülkeye iade edildikleri takdirde kötü muameleye uğrama konusunda gerçek bir risk altında bulundukları yönündeki somut iddiaları desteklemediği görüşüne katılamamaktayız. Tam tersine, ulaşılan bu bulguların başvuru sahiplerinin böyle bir muameleye uğrama konusunda özellikle risk altında olduklarını ortaya koyan kuvvetli delil teşkil ettiğini düşünmekteyiz.

Her iki başvuru sahibi hem Erk üyesi olmaktan, hem de bombalama neticesinde yaralanmalara neden olmaktan ve Özbekistan Devlet Başkanına terörist saldırı girişiminden dolayı cinayet şüphesiyle Mart 1999 tarihinde (Taşkent’te meydana geldiği bildirilen terörist bombalama saldırılarından hemen sonra) tutuklanmışlardır.

8. Mahkeme’nin bildirmiş olduğu geçici tedbir kararına Türkiye’nin uymamış olmasının Mahkeme’yi normal usulleri gereğince başvuruyu tam ve etkili şekilde incelemekten alı koyan ve özellikle mevcut dava gibi bir olayda başvuru sahiplerinden makul bir şekilde istenebilecek başka ne gibi teyit edici delillerin olabileceği bize açık ve net gözükmemektedir. Böyle bir durumda, Mahkeme’nin 39. maddenin uygulanmasına temel teşkil eden endişeleri gidermek için gerekli zorlayıcı delillerin yokluğunda 3. madde gereğince yapılan bir şikayeti reddetmekte aceleci hareket etmemesi gerektiğini düşünüyoruz.

9. Gerekli risk düzeyinin yeterince gösterilmediği sonucuna ulaşırken, Mahkeme çoğunluğu davanın üç somut özelliğine vurgu yapmaktadır Özbek Hükümetince verilen teminatlar; bu teminatlara eşlik eden Cumhuriyet Başsavcısı’nın Özbekistan’ın Birleşmiş Milletler İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne taraf olduğu ve bu Sözleşme gereklerine uyma yükümlülüğünü kabul ve teyit ettiğine dair açıklaması; ve iki başvuru sahibinin tutulduğu Özbek hapishanesi doktorlarından alınan sağlık raporları.

10. Bu faktörlerden hiç birinin tek başına ya da birlikte iade edilmelerini müteakip başvuru sahiplerini bekleyen muameleye ilişkin ciddi kaygıları giderecek ölçüde bağlayıcı veya yeterli olduğunu düşünmüyoruz. Teminatlara gelince, başvuru sahiplerinin tesliminden önce verilen tek teminatın (yani 9 Mart 1999 tarihli olan) bile Mahkeme’ye 39. mad denin uygulanmasından ve Mahkeme’nin geçici tedbir kararı dikkate alınmaksızın iade işleminin icra edildiği tarihten çok sonra, 19 Mart 1999 tarihine kadar gönderilmemesini çarpıcı buluyoruz. Ayrıca, iyi niyetli verilmiş olsa bile bir bireyin kötü muameleye tabi tutulamayacağına dair bir teminat, kendiliğinden, bu teminatın etkili bir şekilde uygulanacağına ilişkin şüphelerin olduğu durumlarda, yeterli bir güvence teşkil etmeyecektir (örneğin; bkz., yukarıda bahsi geçen the Chahal v. Birleşik Krallık kararı, § 105). İadeyi talep eden Devlet tarafından verilen teminatlara tanınacak ağırlık her bir olay için söz konusu zaman diliminde o Devlette mevcut koşullara bağlı olacaktır. Başvuru sahiplerinin teslimi zamanında Özbekistan’daki siyasi muhaliflere yapılan muameleye ilişkin deliller, bizim kanaatimize göre, başvuru sahiplerine yeterli bir güvenlik garantisi sağlama noktasında verilen teminatların etkinliğine ilişkin ciddi şüphelere neden olacak niteliktedir.

11. Aynı düşünce çoğunluğun Özbekistan’ın İşkenceyi Önleme Sözleşmesi’ne taraf olmasına yapılan vurgu için de geçerlidir. Bu bağlamda, Uluslararası Af Örgütü’nün Özbekistan’ın bu Sözleşme’den doğan akdi yükümlülüklerini yerine getirmediği ve bu yükümlülüklere rağmen, başvuru sahiplerinin yakalanma ve teslim tarihinde, muhalif parti ve hareket mensuplarına yönelik geniş çaplı işkence ve kötü muamele iddialarının yapılmaya devam ettiği yönündeki bulgusuna özellikle dikkat çekmek isteriz.

12. Zarafshan ve Şayhali hapishanelerindeki doktorların verdikleri sağlık raporlarına ilişkin olarak, bu çok genel ve ayrıntılı olmayan raporların (birinci başvuru sahibi için) Aralık 2000 ve Nisan 2001 tarihi ile (ikinci başvuru sahibi için) Temmuz ve Ekim 2001 tarihinde yapılan tıbbi muayeneler sonucu verildiği gözükmektedir. Bu ise en azından başvuru sahiplerinin iade edilmelerinden itibaren yirmi bir ay, yargılama ve mahkumiyetlerinden itibaren ise on sekiz ay geçtikten sonraki bir tarihtir. İade işlemi yapıldıktan sonra meydana gelen olayların, dikkate alınabildiği ölçüde, arada geçen sürede ve özellikle yargılamaya kadar geçen sürede, başvuru sahiplerinin gördüğü muamele konusuna herhangi bir ışık tutmayan bu raporlara çok fazla bir ağırlık verememekteyiz. Kanaatimize göre, söz konusu olaylardan çok sonra başvuru sahiplerininfiziksel bütünlüklerine ilişkin ortaya konan deliller, başvuru sahiplerinin iade edildikleri zamanki korkularının haklı bir nedene dayandığı hususunu reddetmek için kullanılamaz.

13. Bu nedenlerden dolayı, başvuru sahiplerinin kötü muamele görme konusunda gerçek bir riskle karşı karşıya olduklarına inanmak için esaslı delillerin ortaya konduğunu ve bu riske rağmen başvuru sahiplerinin iade edilmesiyle Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiğini düşünüyoruz.

Madde 6

14. Mahkeme, her ne kadar bu güne değin bir bireyin sınır dışı veya iade işleminin icra edilmesi halinde Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlal edildiği sonucuna ulaşmamış olmakla birlikte, sınır dışı edilen kişinin gönderildiği ülkede adil yargılanma hakkının ağır bir şekilde ihlal edildiği veya ihlal edilme riskinin mevcut bulunduğu durumlarda oldukça sıklıkta böyle bir sonucun ihtimal dışı olmadığını hüküm altına almıştır (örnek olarak bkz., yukarıda bahsi geçen Soering v. Birleşik Krallık, paragraf 113; Drozd ve Janousek v. Fransa ve İspanya, 26 Haziran 1992 tarihli karar, Seri A. No. 240, § 110; Einhorn v. Fransa (karar), No.71555/01, 16 Ekim 2001, § 32; Razaghi v. İsveç (karar), No. 64599/01, 11 Mart 2003; Tomic v. Birleşik Krallık (karar), No. 17837/03, 14 Ekim 2003). Neyin adaletin “ağır” ihlalini oluşturduğu Mahkeme içtihadında tamamıyla açıklanmış bulunmamaktadır. Ancak “ağır” sıfatının kullanımı net bir şekilde Sözleşmeci Devlet’in kendi ülkesinde meydana gelmesi halinde 6. maddenin ihlali sonucunu doğurabilen yargılama prosedüründeki basit düzensizlikler veya güvencelerdeki yetersizliğinin ötesinde daha sıkı bir haksızlık testinin uygulanmasını amaçlamaktadır. Mahkemenin de vurguladığı gibi, 6. madde, bir bireyin iade edileceği ülkede onu bekleyen koşulların Sözleşme’deki güvencelerin her biri ile tam uyumlu olduğu hususunda bir Sözleşmeci Devlet tatmin olmadıkça bu bireyin teslim edilemeyeceği manasına gelecek bir genel prensip olarak yorumlanamaz (bkz., yukarıda bahsi geçen Soering kararı, § 86). Bizim görüşümüze göre, “ağır” kelimesinin vermek istediği mana 6. maddenin güvence altına aldığı hakkın özünü temelinden geçersiz kılacak veya tahrip edecek ölçüde bu maddenin güvence altına aldığı adil yargılanma prensiplerinin ihlal edilmesidir.

15. Sözleşme’nin 3. maddesinin yasakladığı muamele riskinde olduğu gibi, 6. maddenin amaçları doğrultusunda da, ilgili kişinin iade edildiği ülkede adaletin ağır bir şekilde ihlal edilme riski, esas olarak, iade işleminin yapıldığı esnada davalı Devletin bildiği veya bilmesi gerektiği gerçekler temel alınarak değerlendirilmelidir.

16. Mahkeme çoğunluğu eldeki mevcut deliller ışığında başvuru sahiplerinin Özbekistan’da adil yargılanma görecekleri hususundan “şüphelenmek için söz konusu zaman dilimi itibarıyla haklı nedenlerin bulunabileceğini” teyit etmektedirler (karar, § 91). Bununla birlikte, mahkeme çoğunluğu, yargılamadaki herhangi bir düzensizliğin Mahkeme’nin Soering kararındaki içtihadı anlamında adaletin ağır bir şekilde ihlalini oluşturacağı konusunda yeterli delil olmadığı sonucuna ulaşmıştır.

17. Bunun aksine, söz konusu zaman dilimindeki mevcut deliller bazında, başvuru sahiplerinin adil bir yargılanma görmelerinden şüphe etmenin yanı sıra aynı zamanda adaletin ağır bir şekilde ihlal edilmesine maruz kalma konusunda gerçek bir risk altında oldukları hususunda esaslı deliller bulunduğunu değerlendirmekteyiz. Bizim düşüncemize göre, Uluslararası Af Örgütü’nün brifing dokümanı, işkenceyle elde edilen itirafların mahkumiyet kararı vermek için rutin olarak kullanıldığını, sanıkların kendi seçtikleri bir avukatla görüşme hakkından oldukça sıkça mahrum bırakıldıklarını, kanun uygulayıcı makamların işkence riskinin yüksek olduğu birkaç gün süreyle sanık göz altında tutulduktan sonra sanıkların avukatlarıyla görüşmelerine izin verdiğini haklı çıkaracak güvenilir delilleri ortaya koymaktadır. İlave olarak, pek çok durumda kanun uygulayıcı makamların sanık itirafını imzaladıktan sonra bir avukatla görüşmesine izin verdikleri ve avukatlar ile müvekkilleri arasındaki görüşmelere izin verildikten sonra bile bunun genellikle seyrek olarak gerçekleştiği ve savunma avukatlarının soruşturmanın bütün aşamalarında bulunmalarına nadiren izin verildiği sonucuna ulaşılmıştır.

18. Şimdiye kadar iki başvuru sahibinin davasında haksız yargılamanın giderilmesine ilişkin korkular konusunda, bu kişilerin iade edilmesinden sonra ortaya çıkan bilgiler, ancak bu endişelerin haklı temellere dayandığını teyit etme amacına hizmet etmektedir. Başlangıç kısmında, başvuru sahiplerinin Özbekistan’daki mal varlıkları ve görecekleri muameleler konusunda Türk Hükümeti’ne teminat verilmesine rağmen, başvuru sahiplerinin tabi olacakları ceza yargılamasının adil olması konusunda Türk Hükümeti tarafından talep edilen veya Özbek yetkililerden alınmış olan herhangi bir teminatın gözükmediğini vurgulamıştık. Daha spesifik olarak, başvuru sahiplerine yapılan suçlamaların ağırlığına rağmen, başvuru sahiplerinin yasal temsilcileriyle olan temaslarının devamını güvence altına almak veya Özbekistan’a iade edildiklerinde adli yardım veya kendi seçecekleri bağımsız avukatlardan yardım görmelerini sağlamak için herhangi bir gayret gösterilmediği gözükmektedir. Aslında, yasal temsilcilerinin ortaya koyduğu ve üzerinde ihtilaf edilmeyen delillere göre, iade bir defa gerçekleştikten sonra, avukatları, her iki başvuru sahibiyle de yargılamanın öncesinde ve sonrasında ne mektup, ne de telefonla temas kurma imkanına sahip olamamışlardır. Özbek yetkililer, mahkumiyet kararlarının esas olarak dayandığı itirafların başvuru sahiplerinin serbest iradeleri sonucu alındığını ve yargılamaların kamuya açık yapıldığını ve ayrıca yargılamaya, diğerlerinin yanı sıra, “insan hakları örgütlerinin temsilcilerinin” katıldığını ileri sürmüşlerdir. Ancak, bu iddialar Mahkeme önündeki diğer deliller ve özellikle başvuru sahiplerinin duruşmalarına katılmalarına izin verilen tek insan hakları örgütü olan İnsan Hakları İzleme (Human Rights Watch) Örgütü’nün Müdahil Üçüncü Kişi sıfatıyla ortaya koyduğu deliller ışığında değerlendirilmelidir. Bu delillere göre, başvuru sahiplerine kendi seçtikleri avukatlar aracılığıyla temsil edilme hakkı tanınmamış, savunma avukatı cumhuriyet savcısı tarafından tayin edilmiş, başvuru sahipleri Haziran 1999’da yargılama başlayıncaya kadar kimseyle görüştürülmeksizin tutuklu olarak bulundurulmuş; dava kamuya, başvuru sahiplerinin bütün aile fertlerine ve savunma adına tutulan avukatlara kapalı tutulmuş; ve başvuru sahiplerinin mahkumiyetinde kullanılan itiraflar bu kişilerin göz altında tutulduğu ve kendi avukatlarıyla görüşme imkanının olmadığı yargılama öncesi polis soruşturması sırasında imzalanan beyanlara dayanmaktadır.

19. Kanaatimize göre, mevcut davada Mahkeme önündeki deliller, iade tarihinde başvuru sahibi açısından adaletin ağır bir şekilde ihlali konusunda gerçek bir riskin varlığını tesis etmek için yeterlidir. Bu koşullarda, başvuru sahiplerinin teslimi aynı zamanda Sözleşme’nin 6. maddesini ihlal etmektedir.

Hakim Caflish, Türmen ve Kovler’in Kısmi Muhalefet Görüşü

1. Kısmen muhalif olduğumuz bu karar Mahkemece belirlenen geçici tedbirlerin bağlayıcı etkisi konusunda muğlak bulunmaktadır. Şüphesiz önemli bir konu olmakla birlikte, Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesinde, “bildirilen” (indicated) geçici tedbirlerin yasal sonuçlarına yönelik doğrudan herhangi bir atıf bulunmamaktadır. Bununla birlikte, kararın 128. paragrafından çoğunluğun bu tedbirlere bağlayıcı bir nitelik atfetmek istediği sonucu çıkarılabilecektir. Bu karar geçici tedbirlerin emredici niteliğini esas itibariyle Sözleşme’nin 34. maddesine dayandırmaktadır. Kararın 128. paragrafı, bir Sözleşmeci Devlet’in geçici tedbir lere uymamasının Mahkeme’nin başvuru sahibinin şikayetini etkin bir şekilde incelemesine engel olacağını, başvuru sahibinin hakkını etkin bir şekilde kullanmasına mani olacağını ve böylece Sözleşme’nin 34. maddesinin (bireysel başvuru hakkının) ihlal edilmiş olacağını ifade etmektedir.

2. Sözleşme’nin 34. maddesinin, Mahkeme’nin vermiş olduğu geçici tedbir kararlarının Sözleşmeye Taraf Devletler için bağlayıcı olduğu sonucuna varmada bir temel olarak kabul edilemeyeceği görüşündeyiz. -Tarafımızca kabulü mümkün olmamakla birliktebazı durumlarda geçici tedbirlere uymamanın 34. maddeyi ihlal edeceği kabul edilse bile, böyle bir uymamanın Mahkeme’nin gerçekten başvuru sahibinin şikayetini incelemesine mani olup olmadığının ve bireysel başvuru hakkının etkili bir şekilde kullanımına engel teşkil edip etmediğinin her bir durumda belirlenmiş olması gerekir. Mahkeme’nin, geçici tedbir kararına uyulmamasına rağmen, başvuru sahibinin şikayetini incelemesi için gerekli bütün unsurlara sahip olduğu durumlar kesinlikle bulunmaktadır. Ayrıca, Mahkeme’nin 39. maddeyi hükümete değil başvuru sahibine (örneğin açlık grevine gidildiği durumlarda) uyguladığı durumlar da söz konusudur.

3. Mevcut davada, Mahkeme, başvuru sahiplerinin 3. madde altındaki şikayetlerini incelemek için gerekli bütün unsurları elinde bulundurmaktadır. Davalı Hükümet, başvuru sahiplerinin ölüm cezasına çarptırılmayacağı; işkenceye tabi tutulmayacakları ve mal varlıklarına el konulmayacağı hususlarında Özbek yetkililerinden resmi garantiler almış bulunmaktadırlar. Mahkeme’ye sunulan sağlık raporları, başvuru sahiplerinin cezaya çarptırıldıktan ve hapishaneye konduktan sonra kötü muameleye uğramadıklarını, hemfiziksel hem de psikolojik olarak sağlık durumlarının iyi olduğunu göstermektedir. Ayrıca, Taşkent’teki Türk Büyükelçiliği’nin iki mensubu başvuru sahiplerini hapishanede ziyaret etmiş ve izlenimlerini Mahkeme’ye rapor etmişlerdir. Verdikleri raporlara göre, başvuru sahiplerinin sağlık durumları iyi olup; kendi leri davadan önce ya da davadan sonra tutuklu bulundukları yerlerde herhangi bir kötü muameleye maruz kalmamışlar ve aileleri bu kişileri düzenli olarak ziyaret edebilmektedirler.

4. Bu başlangıç değerlendirmelerimizi müteakip olarak, bu karara muhalif kalmamızı tetikleyen somut konuya, yani Mahkeme’nin “bildirdiği” geçici tedbirlere uyulmamasının Sözleşme’nin 34. maddesini ihlal edeceği yönünde Mahkeme’nin varmış olduğu bulguya dönmek istiyoruz. Bu konuyu sırasıyla (i) Mahkemenin dava hukuku; (ii) Ulusla rarası Adalet Divanı’nın (UAD) dava hukuku; (iii) akdi yorum kuralları ışığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi; ve (iv) ilgili genel uluslararası hukuk kurallarını incelemek suretiyle ele alacağız.

2. Mahkemenin Dava Hukuku

5. Mahkeme’nin konuyla ilgili pozisyonu Cruz Varas ve Diğerleri v. İsveç davasında (20 Mart 1991 kararı, Seri A, No. 201) özetlenmiş bulunmaktadır. Bu davada, başvuru sahipleri, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’nun bildirdiği (indicated) (Komisyon İçtüzüğü’nün 36. mad desi mevcut Mahkeme İçtüzüğü’nün 39. maddesine benzer bir metin içermektedir) geçici tedbirler konusunda Sözleşmede somut herhangi bir kural bulunmamasına rağmen, Sözleşme’nin 25. (şimdi Sözleşme madde 34/1) maddesinin garanti altına aldığı bireysel başvuru hakkını tamamıyla sağlamak için bu tedbirlere bağlayıcı etki tanınmasının gerekli olduğunu savunmuşlardır. Mahkeme vermiş olduğu cevapta “Sözleşme’de geçici tedbirlere ilişkin bir hükmün yokluğunda, 36. madde gereğince verilen bir geçici tedbirin Sözleşmeci Devletler üzerinde bağlayıcı yükümlülük doğuracağı şeklinde anlaşılamayacağını” (§ 98), “herhangi bir şekilde bu hakkın etkin kullanımına engel olmamayı üslenme kelimelerinden 36. madde (şimdi 39) gereğince Komisyon’un vermiş olduğu geçici tedbirlere uyma zorunluluğunun çıkarılmasının 25. maddenin (şimdi 34) lafzını zorlayacağını” (§ 99), ve “geçici tedbirler emretme yetkisinin gerek 25. maddeden, netice olarak (infine), gerekse diğer kaynaklardan çıkarılamayacağını” (§ 102) ifade etmiştir. Mahkeme bu sonuca pratikte “bu tedbirlere neredeyse tamamıyla uyulmasına” rağmen ulaştığını (§ 100; bu konuda ayrıca bkz §§ 7 ve 18) eklemiştir. Bu “müteakip uygulama”, “ Sözleşmeci Devletlerin Sözleşme hükmünün yorumlanması konusunda varmış oldukları bir mutabakat olarak algılanabilir (burada Mahkeme’nin Soering kararına ve 23 Mayıs 1969 tarihli Akitler Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi’ne atıfta bulunulmaktadır), ancak Sözleşme’de başlangıçta düzenlenmeyen yeni hak ve yükümlülüklerin yaratılması şeklinde anlaşılamaz (18 Aralık 1986 tarihli Johnston ve Diğerleri kararına atıf, Seri A, No. 112, § 53)” (vurgu eklenmiştir). Mahkeme, “36. maddede düzenlenen geçici tedbirlere riayetle ilgili uygulamanın bu tedbirlerin bağlayıcı bir yükümlülüğe neden olduğu anlayışına dayandırılamayacağı ve bu tatbikatın makul ve uygulanabilir olarak değerlendirildiği durumlarda Komisyon ile iyi niyetli bir şekilde işbirliği yapma meselesi olduğu“ sonucuna (yani meselenin bir kolaylık sağlama ve nezaket konusu olduğuna) ulaşmıştır (ibid).

6. Yukarıda açıklanan emsal içtihat, yakın tarihte, Mahkeme’nin verdiği ve -davalı Devletin dikkate almadığıgeçici tedbirler ile bağlantılı olarak, Mahkeme tarafından Conka v. Belçika kararında da teyit edilmiş bulunmaktadır (13 Mart 2001 tarihli karar, No. 51564/99). Mevcut davadaki çoğunluk görüşü, Mahkeme’nin kendi yargı yetkisine ilişkin olarak Cruz Varas davasında -ki bu davada Mahkeme kendisinin değil Komisyonunun geçici tedbir kararı verme yetkisini incelemiştirortaya koyduğu prensipleri yinelemiş olduğu Conka kararı ışığında çok ikna edici değildir. Conka kararından bu tarafa Mahkeme’nin dava huku kunu taban tabana zıt bir sonuca ulaşacak şekilde yeniden gözden geçirmesini haklı çıkaracak herhangi bir değişikliğin olduğunu düşünmüyoruz. Mevcut davada ifade edildiği üzere, (Mahkeme) “yasal belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleri çerçevesinde, kendi içtihadından, haklı bir neden olmaksızın, ayrılmamalıdır” (§ 121).

7. Yukarıda açıklanan dava hukuku esas itibariyle şu manaya gelmektedir ki, Sözleşme hükümlerini yorumlama hakkı olmakla birlikte, Mahkeme, -yorum yoluyla veya usul kuralları vazetmek suretiyle ya da her ikisi aracılığıyla arzu edilen manada oldukça yaygın bir uygulama olsa bile, buna eşlik eden ve opinio juris ile desteklenen yeknesak bir uygulama olmadığı müddetçe (Belçika’nın Conka davasındaki tavrına veya Türkiye’nin bu davadaki davranışına bkz.), Sözleşme metnine yeni kurallar yazamaz. Sadece Sözleşmeci Devletler bir bütün olarak Sözleşme’yi yapılacak eklemelerle değiştirebilirler. Burada eklenmesi gereken bir yorum da şudur ki, eğer geçici tedbirlerin bağlayıcı niteliği Sözleşme’nin 34. maddesinde düzenlenen bireysel başvuru hakkına tam etki verilmesi lüzumundan çıkarılacak ise, Devletler arası başvurularda durum ne olacaktır? Bu tür davalarda belirlenen tedbirler ihtiyari olmaya devam edecek midir? Ya da bu tedbirler, kıyas yoluyla, Sözleşme’nin 33. maddesine (devletler arası davalarda) tam etki verebilmek için bağlayıcı olarak mı değerlendirilecektir?

3. Uluslararası Adalet Divanı’nın Dava Hukuku: La Grand Davası

8. Mahkeme’nin kararı Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) yakın tarihteki La Grand davasında verdiği karara dayanmaktadır (27 Haziran 2001 tarihli karar, ICJ Reports, §§ 48 ve 117). Bu dayanma yanlış yönlendirilmiş gözükmektedir. Çünkü, Uluslararası Adalet Divanı’nın kendisini bulduğu konum ile bu Mahkeme’nin durumu arasında esaslı bir fark bulunmaktadır.

9. La Grand davasında, Uluslararası Adalet Divanı’ndan, kendi kurucu antlaşmasının bir hükmünü yani Statüsü’nün 41. maddesini yorumlaması istenmiştir. Bu Statü’ye Taraf Devletler tartışmasız bir şekilde bu maddeye muvafakat etmişler ve işbu maddeyle bağlı bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, buradaki konu tamamıyla bir akdin yorumlanması meselesidir, yani 41. maddede kullanılan “bildirilen” (indicated) kelimesinin bu hüküm çerçevesinde alınan tedbirlerin uyuşmazlığa taraf Devletler açısından bağlayıcı olup olmadığı konusunda karar verilmesi meselesidir. Bu meseleyle uğraşmaktan uzun yıllar kaçındıktan sonra, Uluslararası Adalet Divanı, La Grand davasında, 1969 tarihli Antlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi’nde düzenlenen yorum kurallarını temel alarak ve özellikle bütün Sözleşmeci Devletler için bağlayıcı bir yükümlülük olan Statü’nün 41. maddesinin amaç ve hedefine dayanarak olumlu bir sonuca ulaşmıştır. 41. maddeye ilişkin olarak, bahse konu “amaç ve hedef” “her iki tarafın söz konusu haklarını korumak” ve Divana Statüsü’nün 59. maddesi gereğince bağlayıcı kararlar alma imkanı tanımaktır. Ayrıca, bu hükme ulaşılması tabii olarak geçici tedbirlerin bağlayıcı nitelikte olması gerektiği sonucunu mantıklı kılmaktadır. Diğer bir ifadeyle burada imkan sağlayan bir akdi hükümle ulaşılacak hedef arasında yakın bir ilişki vardır.

10. Lahey Divanı Statüsü’nün 41. maddesine benzer ifadeleri kullanan geçici tedbir hükümleri içeren diğer uluslararası uyuşmazlık çözüm mekanizmalarına Taraf Devletlerin de, Divan’ın yeni dava hukuku ile aynı kategori içinde yer alacağı beklenmektedir. Bu uluslararası çözüm mekanizmaları tabii olarak bu şekilde hareket etme hakkına sahiptirler. Çünkü bütün yapacakları şey yorumlama yetkisine sahip oldukları mekanizmayı kurucu belgede düzenlenen geçici tedbirler hakkındaki hükmü incelemekten ibarettir.

11. Bunun tam tersine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde böyle bir hüküm mevcut değildir. Ne Mahkemeye İçtüzük Kuralları vazetme yetkisi veren Sözleşme’nin 26(d) maddesi, ne de bireysel başvuru hakkını düzenleyen 34. Maddesi, ex nihilo, bağlayıcı geçici tedbirler düzenlemek ve böylece Sözleşme’ye Taraf Devletlere rızaları olmak sızın bir yükümlülük yüklemek suretiyle, Sözleşmedeki bir “boşluğu” doldurmak açısından inceleme altındaki konuyla yeterince irtibatlıdır. Değişik bir şekilde ifade etmek gerekirse, bir akdin sadece yorumlanması ile bunun değiştirilmesi ve yargısal fonksiyonların kullanımı ile uluslararası hukuk yapımı arasında önemli bir fark vardır.

12. Mahkeme’nin Büyük Dairesi’nin ve ondan önce ilgili Dairesi’nin Mamatkulov ve Askarov kararları ile gerçekleştirdiği husus yasama fonksiyonunu kullanmaktır. Zira, mevcut haliyle Sözleşme’nin hiçbir yerinde Sözleşme’ye Taraf Devletler için Mahkemenin bildireceği geçici tedbirlere bağlayıcı etki tanıma zorunluluğu şart koşulmamaktadır. Bu yüzden kanaatimize göre bu Mahkeme Lahey Divanı’nın gösterdiği yolda gidemez ve mevcut dava hukukundan ayrılmak için bir neden bulunmamaktadır.

4. Akdi Yorum Kuralları Işığında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

13. Avrupa Mahkemesi’nin mevcut dava hukukunun, geçici tedbirlere bağlayıcı etkiye sahip bir kural olarak Sözleşme’de yer verilme olasılığı ve buna yönelik bir dayanak sunmadığı ortaya konmuştur. Ne de böyle bir gerekçe veya olasılık Lahey Divanı’nın yakın tarihteki kararlarından ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte, bu iki faktörden bağımsız olarak, Antlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi’nin 31 ve 32. maddelerinde yer verilen yorum kurallarının Mahkeme’nin mevcut davada ulaşmış olduğu sonuçları destekleyip desteklemediği üzerinde durulması gerekecektir. Bu bağlamda, 1969 tarihli Viyana Sözleşmesi’nin yorumuna ilişkin olarak aşağıdaki kurallar inceleme konusu yapılabilir: antlaşmanın metni; teleolojik (amaçsal) yorum; Sözleşmeci Devletlerin müteakip uygulamaları; hazırlık çalışmaları; ve ilgili uluslararası hukuk kuralları.

14. Daha önce vurgulandığı üzere, Sözleşme’nin metni, geçici tedbirler ve bunların bağlayıcılık etkisi konusunda sessiz bulunmaktadır. Bu tedbirler için söz konusu tek dayanak Mahkeme genel kuruluna İçtüzük Kuralları vazetme yetkisi veren Sözleşme’nin 26(d) maddesinde bulunabilir. Mahkeme aynen bunu yaparak 39. maddeyi İçtüzük Kuralları’nın içine yerleştirmiştir. Açıktır ki, söz konusu kural Sözleşmeci Devletlere Sözleşme’de düzenlenmeyen yükümlülükleri yüklemekle Sözleşme’yi ihlal etmediğinden dolayı Mahkeme’nin bunu yapmaya yetkisi bulunmaktadır. Yine açıktır ki, Taraflar, Sözleşme’yi hazırlarken, sadece Mahkeme’nin vazedeceği İçtüzük Kuralları’nın gücüne bağlı olarak Mahkeme’ce belirlenecek geçici tedbir kararlarına uyma yükümlülüğü vermek niyetine kesinlikle sahip bulunmamaktadırlar. Ek Protokoller’de geçici tedbirler ve bunların bağlayıcı niteliği konusunda herhangi bir bahsin mevcut olmayışı ve geçici tedbirlerin bağlayıcı niteliği konusunun bir Protokol hükmüyle düzenlenmesine ilişkin önerilerin kabul edilmemesi göstermektedir ki, taraflar daha sonra da böyle bir şey yapma niyetine sahip bulunmamaktadırlar (aşağıda bkz., § 18).

15. “Yaşayan belge” doktrini bağlamında Mahkeme’ce uygulanan teleolojik (amaçsal) yorum metodu (antlaşmanın “amaç ve hedefi”) kararda büyük ölçüde dayanak olarak kullanılmış olmakla birlikte, bizler böyle bir hareket tarzı için pek fazla bir neden görememekteyiz. Cruz Varas davasında bu metot açık bir şekilde kullanılmamıştır bile. Ayrıca, geçici tedbirlerin niteliğine ilişkin olarak, kararın verildiği tarih ile şimdiki zaman arasında çok fazla bir şey değişmemiştir: bağlayıcı geçici tedbirler o zaman olduğu kadar şimdi de arzu edilen bir husustur. Bununla birlikte, Mahkeme’nin kurucu belgesi olan Sözleşme’de buna imkan sağlayan bir hükmün yokluğunda, böyle bir bağlayıcılık haklı çıkarılamaz. Ayrıca, Mahkeme’nin Cruz Varas kararındaki içtihadı, mahkemenin kendisinin verdiği tedbirlere ilişkin olarak Conka kararı ile UAD’nın La Grand kararından sadece üç ay önce teyit edilmiş bulunmaktadır.

16. Sözleşme’nin 34. maddesinin sağladığı bireysel başvuru hakkının Mahkemeye bağlayıcı geçici tedbirler alma yetkisi tanımaksızın çok fazla bir mana ifade etmeyeceği ve bu yüzden bu maddenin amaç ve hedeflerini karşılamadığı için geçici tedbirlerin emredici niteliğinin kabul edilmesinin zaruri olduğu ileri sürülmüştür. Aslında, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde, bağlayıcı geçici tedbirler alınma olasılığı içermeyen başvuru hakkının kesinlikle etkili bir başvuru hakkı olmadığı ifade edilmiştir. Mahkemelerin zorunlu yargı yetkisinin üstün geldiği ulusal düzeyde bu doğru olabilir. Ama uluslararası düzeyde bu kesinlikle doğru değildir. İlk olarak, devletler uluslararası mahkemelerin zorunlu yargı yetkisini kabul edip etmemekte ve eğer kabul ederlerse de, örneğin geçici tedbirlerin bağlayıcı niteliğine ilişkin kurallara yer vermeyerek kapsamını sınırlamakta tamamıyla serbesttirler. 18 Mart 1965 tarihli Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümüne İlişkin Washington (Dünya Bankası) Sözleşmesi’nin kurduğu tahkim usulü çerçevesinde durum böyledir (Madde 47). İkinci olarak, uzun yıllar boyunca Uluslararası Daimi Adalet Divanı (1920-1939) ve onun halefi Uluslararası Adalet Divanı, var olduğu sürenin büyük bir kısmında (1946-2001) kendilerini bağlayıcı niteliğini belirtmeksizin geçici tedbir kararı vermekle sınırlandırmışlardır. Üçüncü olarak, Sözleşme’nin 34. maddesi Devletlerden “bireysel başvuru yapma hakkının” etkin kullanımına herhangi bir şekilde engel olmamalarını şart koşmuştur (vurgu eklenmiştir). Geçici tedbirler sağlamamaktan dolayı ve evleviyetle (a fortiori) bu geçici tedbirlere bağlayıcı etki tanımamak nedeniyle bireysel başvuru hakkına hiçbir şekilde “engel” olunmamaktadır. Bunun aksini söylemek 34. maddenin anlamını Mahkeme’nin yorumlama işini bırakıp yasama fonksiyonunu üslendiği bir noktaya taşımak olacaktır. Bunun böyle olduğu başka uyuşmazlık çözüm araçlarıyla da gösterilmiştir: başka hiçbir yerde yargı yetkisi ve başvuru hakkı geçici tedbirlerin verilmesi ve bağlayıcı etkiye sahip olması konusuyla irtibatlandırılmamıştır. Dolayısıyla, Lahey Divanı, LaGrand davasında geçici tedbir kararlarının niteliğini karara bağlarken -Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 34. maddesinin aşağı yukarı dengi olan Statüsü’nün 35. maddesine dayanmaktan kaçınmıştır. Divan kendi Statüsü’nün 41. maddesini yorumlamış ve bu hükmün alınan tedbirlerin ihtiyari olması halinde amacını karşılayamayacağı sonucuna ulaşmıştır. Eğer 1950 tarihli Sözleşme Lahey Divanı Statüsü’nün 41. maddesi ile mukayese edilebilir bir hükme sahip olsaydı, bizler de muhtemelen, bu hüküm bazında, geçici tedbir kararı “bildirmenin” (indicate), teleolojik yorum yoluyla, bu tedbirleri “emretmek” ya da “şart koşmak” manasına gelmesi gerektiği sonucuna varacaktık. Kurucu belgesi -İçtüzüğü değil!UAD Statüsünün 41. maddesine benzer bir hüküm içeren Amerikan İnsan Hakları Mahkemesi’nin durumunda, bu husus bir sorun bile olmamaktadır. Çünkü, Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 63/2. maddesi, Mahkeme’nin geçici tedbir kararı emretmesine imkan sağlamaktadır. Mevcut davadaki problem ise benzeri bir sonuca ulaşmak için makul bir yasal temelin bulunmamasıdır. Sözleşme’nin 34. maddesi bu amaca hizmet edememekte ve geçici tedbirlerin bağlayıcılığı nosyonunun Sözleşme metnine ithalini imkansız kılmaktadır.

17. Sözleşme’nin hazırlık çalışmaları Viyana Antlaşmalar Sözleşme si’nin 32. maddesi gereğince göz önünde bulundurulabilecektir. Avrupa Mahkemesi’nin Cruz Varas davasındaki kararı, 1950 Sözleşmesi’ne UAD Statüsü’nün 41. maddesine benzer bir hükmün konulmasına ilişkin önerilere rağmen, bunun yapılmadığını göstermektedir – ki bu durum tabii olarak bağlayıcı geçici tedbirler verme yetkisinin Sözleşmeye ithalini destekleyen bir husus değildir.

18. Cruz Varas kararında da tartışılan ve incelenmesi gereken diğer bir husus ise, Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nde bir yorum unsuru olarak bahsedilen Sözleşmeci Devletlerin müteakip uygulamalarıdır. Söz konusu Sözleşme’nin 31 (3)(b) maddesi “antlaşmanın uygulanmasında tarafların antlaşmanın yorumu üzerinde mutabık kaldıklarını ortaya koyan herhangi bir müteakip uygulamaya” atıfta bulunmaktadır. Bu uygulama aynı şekilde Cruz Varas davasında göz önünde bulundurulmuştur. Sözleşme organlarının konuyla ilgili tavsiyeler benimseme konusunda baştaki başarısız girişimlerinden sonra (§ 96), Mahkeme, geçici tedbirlere -tamamıyla olmasa da hakim bir şekilde uyulması konusunda Sözleşmeci Devletlerin işbirliği yapma arzusundan esinlendikleri sonucuna ulaşmıştır. Diğer bir ifadeyle, bu uygulamanın, Viyana Sözleşmesinin gerektirdiği şekilde, “Tarafların ilgili antlaşmanın yorumu konusunda mutabık olduklarını ortaya koyduğuna” dair herhangi bir delil bulunmamaktadır. İnsan Haklarını Koruma Usullerinin İyileştirilmesine İlişkin Uzmanlar Komitesi’nin (DH-PR) 1994 yılı başındaki olağanüstü toplantısında 31 Ocak 1994 tarihinde Avrupa İnsan Hakları Komisyonu tarafından gönderilen reform önerileri, bunun aksinin doğru olduğunu göstermektedir (Dokümanlar DH-PR(94)2 ve DH-PR(94)4). Hem Komisyon hem de Mahkeme, yeni Mahkeme’nin Sözleşme’de sağlanacak bir hükümle yasal olarak bağlayıcı etkiye sahip geçici tedbir kararı verme yetkisinin olması gerektiğini düşünmektedir. Mahkeme’nin önerisi 1969 tarihli Amerikan İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 63(2). maddesine benzer bir niteliktedir. Komisyon’un tercihi geçici tedbir kuralları ile ilgili Komisyon (Madde 36) ve Mahkeme’nin (Madde 36) İçtüzük Kuralları’nın Sözleşme metni içinde yer alması yönündedir. İsviçre delegasyonu da geçici tedbirlerle ilgili “Mahkeme’nin gerekli her türü geçici tedbir kararını şart koşabileceği …” şeklinde bir maddenin Sözleşmeye konması amacıyla bir öneri sunmuştur (Doküman DH-PR(93)20, 22 Kasım 1993).

19. Bu üç teklif, eğer kabul edilmiş olsaydı, Mahkeme’nin geçici tedbir kararlarının zorunlu addedilmesi (UAD Statüsü’nün 41. mad desinde olduğu gibi) gerektiği hususunun ileri sürülmesini mümkün kılacaktı. Ancak her üç teklifte hükümet uzmanlarınca reddedilmiştir. Daha sonra, Göç, Mülteciler ve Demografi Komitesi, Mahkeme İçtüzüğü’nün 36. maddesi gereğince bildirilen geçici tedbirlerin üye Devletler için zorunlu yapılmasını teklif etmiştir. (Taslak Rapor, AS/PR (1997) 2 gözden geçirilmiş, 19 Şubat 1997). Bakanlar Komitesi geçici tedbirler konusundaki bir hükmü Sözleşme’ye koymaktan imtina etmiştir. Bu ise uygulamadaki söz konusu yaygın kabulün, üzerinde mutabık kalınan bir yorumdan değil, ancak nezaket, işbirliği ve kolaylık sağlama düşüncesinden kaynaklandığı anlamına gelmektedir. Bakanlar Komitesi de bağlayıcı geçici tedbirlere ilişkin bir hükmün 14 Nolu Taslak Protokole konmasını önermeye hazır gözükmemiştir. Komite’nin geçici tedbirlerin bağlayıcılığı varsayımı hakkında herhangi bir şey yapmayı lüzumsuz görmesinden dolayı değil, bu tedbirleri zorunlu yapma konusunda herhangi bir mutabakat olmadığından bu sonuca ulaşılmıştır.

20. Mevcut davada, Mahkeme’nin bizzat kendisi geçici tedbir kararlarının ihtiyari olduğunu değerlendirmiştir. Bu husus hem “bildirme” (suggested) ve “benimsenmelidir” (should be adopted) ibarelerini kullanan 39. maddenin lafzından, hem de, davalı devlet Türkiye’ye yönelik 18 Mart 1999 tarihli mektubun metninden açık bir şekilde görülmektedir. Söz konusu mektupta şu ifade yer almaktadır:

“Birinci Kısmın Başkanı, Mahkeme İçtüzük Kuralları’nın 39. maddesi çerçevesinde tarafların menfaati ve Mahkeme önündeki yargılamanın düzgün işleyişi açısından başvuru sahibinin yetkili dairenin 23 Mart 1999 tarihindeki toplantısından önce Özbekistan Cumhuriyeti’ne iade edilmemesinin arzu edildiği hususunu hükümetinize bildirmeye karar vermiştir.”

21. Antlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi’nin 31(3)(c) maddesi çerçevesinde Daire’nin uyguladığı “Taraflar arasındaki ilişkilere uygulanan ilgili uluslararası hukuk kuralları” konusunda nasıl bir değerlendirme yapılacaktır? Uluslararası mahkemeler ve yargı organlarını kuran pek çok antlaşmanın geçici tedbirlerin bildirilmesine (indication) (antlaşmaların pek çoğunda bu terim kullanılmaktadır) yetki verdiği doğrudur. UAD’nın La Grand davasında bu terime atfetmiş olduğu anlam şüphesiz bir şekilde bu antlaşmaların yorumlanmasında önemli bir etkiye sahip olacaktır. Ancak, bu terim, mevcut Mahkeme üzerinde, bu Mahkemeyi kurucu belge olan Avrupa Sözleşmesi geçici tedbir kararı “bildirme” (indicate) hususunda herhangi bir yetki içermediği müddetçe, böyle bir etkiye sahip olamayacaktır.

5. İlgili Uluslararası Hukuk Kuralları

22. Geriye incelenmesi gereken Mahkeme uluslararası hukukun bir genel kuralına göre ya da medeni milletlerce kabul görmüş hukukun genel prensiplerine göre: (i) geçici tedbir kararı bildirebilir mi (indica te); ve (ii) böyle bir tedbiri emredebilir mi (order), sorusu kalmaktadır.

Eğer bu mümkün olacak ise, Mahkeme, geçici tedbir kararı verilmesine imkan sağlayan herhangi bir antlaşma hükmünün yokluğunda bile, böyle bir kuraldan ya da prensipten hareketle zorunlu geçici tedbirler vazetme yetkisini haklı çıkarabilecektir. Medeni milletlerce kabul görmüş hukukun genel prensiplerine ilişkin olarak, ulusal düzeyde geçerli zorunlu yargı kuralı çerçevesinde bu düzeyde zorunlu geçici tedbirler hakkında geniş çapta uygulanan bir kuralın varlığı kuvvetle muhtemeldir. Bunun tam tersine, daha önce altı çizildiği gibi (§ 16), bu kural uluslararası düzeyde hakim bir kural olmadığı için, bu düzeyde bağlayıcı bir şekilde uygulanması mümkün değildir. Diğer bir ifadeyle, bu prensibin uluslararası mahkemelerin işleyiş alanına aktarılması mümkün değildir.

23. Bununla birlikte bir antlaşma hükmünün yokluğunda bile, uluslararası mahkeme ve yargı organlarının İçtüzük Kuralı vazedebilmelerine izin veren bir örf ve adet kuralının mevcut olması gerekir ki, bu kural geçici tedbir kararı düzenleme yetkisini içerebilsin. Fakat söz konusu bu kural, geçici tedbirler emretme yetkisini içerecek şekilde anlaşılamaz.

6. Sonuçlar

24. Yukarıdaki bütün açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkmaktadır ki, işbu Mahkeme’ce “bildirilen” geçici tedbirlerin zoru nlu niteliği, ne uluslararası hukukun genel prensiplerinden, ne de 23 Mayıs 1969 tarihli Antlaşmalar Hukukuna İlişkin Viyana Sözleşmesi ışığında yorumlandığı şekilde 34. maddeden (bireysel başvuru hakkı) veya 26. maddenin (d) paragrafından (Mahkeme’nin içtüzük kuralları vazetme hakkı) çıkarılabilir. Aynı sonuca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, mevcut davanın başlangıcındaki tavrı dahil, kendi uygulamasından hareketle de ulaşılabilir (bkz., kararın 24. paragrafı).

25. Bu nedenle burada incelenen konunun yargısal bir işlemden ziyade bir yasama işlemi olduğu temel sonucuna ulaşmış bulunuyoruz. Ne bu Mahkeme’nin kurucu belgesi, ne de genel uluslararası hukuk prensipleri, Devletlerin geçici tedbir kararlarına uymak zorunda oldukları sonucuna varılmasını mümkün kıldıkları için, Mahkeme bunun aksi yönde karar veremez ve bu yüzden Taraf Devletler üzerinde yeni bir yükümlülük getiremez. İşbu Mahkeme’nin pozitif hukuk (de legelata) açısından bağlayıcı nitelikte geçici tedbir kararı verme yetkisine sahip olduğu sonucuna ulaşmak, Sözleşme’de verilen yetkinin dışına çıkmaktır (ultra vires). Böyle bir yetki arzu edilir gözükebilir; ancak bunu sağlamak Sözleşmeci Taraflara düşmektedir.

 

 

 

Ukrayna: “Sözde Değil, Özde Hareket Edin. Ukrayna’ya İnsan Haklarını Getirin…”

Uluslararası Af Örgütü tarafından hazırlanan “Sözde Değil, Özde Hareket Edin. Ukrayna’ya İnsan Haklarını Getirin…” başlıklı Ukrayna raporuna ve Türkçe çevirisine UAÖ Türkiye Şubesinin web sitesinden ulaşabilirsiniz. Hem coğrafi konumu hem de iltica ve göç sistemleri konularında Türkiye ile önemli benzerlikler taşıması nedeni ile raporun bu alanda çalışanlar için önemli bir belge olduğunu düşünüyoruz.

Rapora ulaşmak için tıklayın: http://www.amnesty.org.tr/ai/node/1578

Z.N.S. / Türkiye

Z.N.S. / Türkiye Davası
Başvuru no. 21896/08
KARAR
STRAZBURG
19 Ocak 2010

 

USUL

Türkiye Cumhuriyeti aleyhine açılan 21896/08 no’lu davanın nedeni Z.N.S. adlı İran vatandaşının (“başvuran”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (“AİHM”) 8 Mayıs 2008 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme’nin (“AİHS”) 34. maddesi uyarınca yapmış olduğu başvurudur. Daire Başkanı, başvuranın, isminin ifşa edilmemesi talebini kabul etmiştir.
Başvuran, AİHM önünde Ankara Barosu avukatlarından S. Efe tarafından temsil edilmiştir.


OLAYLAR


DAVA OLAYLARI

Başvuran 1967 doğumludur ve halen Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde tutulmaktadır.


A. Sınırdışı işlemleri ve başvuranın Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ne yerleştirilmesi

Başvuran Türkiye’ye ilk olarak 24 Eylül 2002 tarihinde sahte pasaportla giriş yapmıştır. Türk makamları ya da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ni (BMMYK) haberdar etmeden İstanbul’da yaşamaya ve çalışmaya başlamıştır.

22 Ekim 2003 tarihinde başvuran BMMYK’ya başvurarak mülteci olarak tanınmayı talep etmiştir. 2004 yılı içerisinde Türk yetkililerce yakalanarak İran’a sınırdışı edilmiştir. Başvuran, sınırdışı edildiği İran’da 9 ay hapis cezası çektiğini ve kötü muameleye uğradığını iddia etmektedir.

İran’da cezaevinden salıverilmesini takiben başvuran Türkiye’ye yine yasadışı olarak 3 Şubat 2005 tarihinde giriş yapmış ve BMMYK önündeki dosyasının gıyabında kapatıldığını öğrenmiştir.
Başvuran 2007 yılı içerisinde BMMYK’ya başvurarak dosyasının yeniden incelenmesini talep etmiştir.
Başvuran, vize ihlali ve resmi belgelerde sahtecilik yaptığı şüphesiyle 9 Mayıs 2008 tarihinde yakalanmıştır. Başvuran, sorgusunda İran’da yaşamak istemediğini ve BMMYK’ya başvurmak amacıyla Türkiye’ye geldiğini ifade etmiştir. Başvuran, sınırdışı edilmek amacıyla aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şube Müdürlüğü’ne konulmuştur.
Başvuran, 16 Mayıs 2008 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği mektupta sağlık durumunu öne sürerek acilen tedavi görmesi için serbest bırakılmasını ve BMMYK ve AİHM’ye yaptığı başvurular sonuçlanana kadar ikamet izni verilmesini talep etmiştir.
Aynı tarihte İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde yapılan sorgusunda başvuran, Türkiye’ye ilk olarak sahte pasaportla giriş yaptığını, İran’a sınırdışı edildiğini, orada 9 ay cezaevinde yattığını, 3 Şubat 2005 tarihinde Türkiye’ye tekrar giriş yaptığında derhal BMMYK’ya başvurduğunu, İran’daki mevcut hükümete karşı olduğunu ve kendisinin ve ailesinin İran’da baskı gördüğünü ifade etmiştir. Vizesinin yenilenmesinin tek yolu olduğu için Türkiye’ye giriş-çıkış yaptığını belirtmiştir. Ayrıca BMMYK’daki dosyası kapatıldığı için Türk makamlarına daha önce başvurmadığını iddia etmiştir.
6 Mayıs, 16 Mayıs ve 2 Haziran 2008 tarihlerinde başvuranın temsilcisi İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği dilekçelerde başvuranın serbest bırakılıp BMMYK’ya yaptığı başvuru sonuçlanana kadar ikamet tezkeresi verilmesini talep etmiştir.
Başvuran 10 Haziran 2008 tarihinde Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ne nakledilmiştir.
18 Temmuz 2008 tarihinde, İçişleri Bakanlığı başvuranın Türk makamları önündeki davasının AİHM kararının açıklanmasına kadar bekletildiğini bildirmiştir.
29 Aralık 2008 tarihinde başvuran ve oğlu, dinsel gerekçelerle BMMYK yetkisi kapsamında mülteci olarak tanınmıştır.
14 Nisan 2009 tarihinde başvuranın temsilcisi Ankara İdare Mahkemesi’nde bir dava açarak İçişleri Bakanlığı’nın müvekkilinin serbest bırakılmaması kararının iptal edilmesi ve yargılama süresince sözkonusu kararın yürütmesinin durdurulması talebinde bulunmuş, mahkeme talebi 28 Mayıs 2009 tarihinde reddetmiştir.
Başvuranın temsilcisi temyize gitmiş, Ankara Bölge İdare Mahkemesi temyiz talebini 24 Haziran 2009 tarihinde reddetmiştir.


B. Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ndeki koşullar, başvuranın tıbbi yardım alamadığı ve kötü muamele gördüğü iddiası


1. Başvuranın beyanı

AİHM’ye 16 Mayıs 2008 tarihinde yaptığı beyanda başvuranın temsilcisi, başvuranın Haziran 2006 tarihinde geçirdiği operasyondan kaynaklanan ciddi sorunlar yaşıyor olmasına karşın Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde doktora erişimi bulunmadığını savunmuştur. Temsilci, başvuranın bir doktor tarafından muayene edildiğini ve doktorun ilave muayene yapılması talimatı verdiğini 18 Haziran 2008 tarihinde AİHM’ye bildirmiştir. Buna karşın İçişleri Bakanlığı başka bir muayeneye izin vermemiş, başvuranın sağlık durumu kötüye gitmiştir.
Başvuran 27 Ağustos 2008 tarihinde, Merkeze konulması ve Merkezdeki şartları protesto etmek üzere diğer dört kişiyle birlikte ölüm orucuna başlamıştır.
Başvuran, AİHM önünde, Merkezin fiziki şartlarının Avrupa İşkencenin Önlenmesi Komitesi’nin (AİÖK) belirlediği asgari standartların altında olduğunu savunmuştur. Başvuran, iddialarını desteklemek üzere Merkezin çeşitli bölümlerinin fotoğraflarını ibraz etmiştir. Fotoğraflarda, odalardan birinde, üzerinde yastık ve battaniyeler olan iki ranza görülmektedir. Yataklarda çarşaf bulunmamaktadır. Başka bir odada çarşaf, yastık ve battaniyeli iki yatak görünmektedir. Mutfak lavabosu ve fırını gösteren başka bir fotoğrafta bunların kullanılamaz durumda olduğu görülmektedir. Başka bir fotoğraf banyoda dört adet lavabonun bulunduğunu, tuvaletlerin kısmen koyu renkli bir madde ile kaplı olduğunu
göstermektedir. Etiketleri Kiril alfabesiyle yazılmış temizlik malzemelerinin kullanım sürelerinin 9-10 yıl önce dolduğu görülmektedir.
Başvuran son olarak Merkezde çalışan görevlilerin tutuklulara iyi davranmadığını iddia etmiştir. Özellikle bir polis memuru tarafından hakarete uğradığını ve tehdit edildiğini öne sürmüştür.


2. Hükümetin beyanı

Hükümet, başvuranın Temmuz 2008’de Kırklareli Devlet Hastanesi’nde bir dizi tıbbi muayeneye tâbi tutulduğunu ve başvurana kan testleri, abdominopelvik ultrasonografi ve abdominal tomografi tetkiklerinin uygulandığını belirtmiştir. Doktorlar, bu tetkikler sonucunda patoloji tespit etmemişlerdir.
Hükümet, başvuranın Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nin fiziki şartlarının AİÖK tarafından belirlenen asgari düzeyi sağlamadığı iddiasını reddetmiştir. Hükümet, sözkonusu Merkezin bir tutukevi olmadığını belirterek Merkezin ortak alanında yapılan bir doğum günü ve nişan kutlamalarına ve Merkezin bahçesinde yapılan Kurban Bayramı kutlamasına ait fotoğraflar ibraz etmiştir.
Hükümet, 9 Eylül 2009 tarihli görüşlerinde, başvuranın kötü muamele iddiasına ilişkin olarak, başvurana hakaret ettiği iddia edilen polis memuru hakkında bir soruşturma başlatıldığını ifade etmiştir.


HUKUK


I. SINIRDIŞI İŞLEMLERİNE İLİŞKİN OLARAK AİHS’NİN 2. VE 3. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran, AİHS’nin 2. ve 3. maddelerine dayanarak, İran’a sınırdışı edilmesinin gerçek bir kötü muamele ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya bırakacağını öne sürmüştür.
AİHM, başvuranın şikâyetinin sadece AİHS’nin 3. maddesi temelinde incelenmesini uygun bulmaktadır (bkz. Abdolkhani ve Karimnia / Türkiye, no. 30471/08; N.A. – İngiltere, no. 25904/07 ve Said – Hollanda, no. 2345/02).


A. Kabuledilebilirlik

Hükümet, başvuran hakkında bir sınırdışı kararı alınmadığını ifade etmiştir. Başvuranın vize ve pasaport gereklerini ihlal ettiğini ve ulusal mevzuata göre sınırdışı edileceğini belirtmiştir. Bu durum, başvuranın sadece İran’a gönderilebileceği anlamına gelmemektedir. Vize temin etmesi halinde başvuran, başka bir ülkeye gönderilebilecektir. Hükümet ayrıca başvuranın AİHS’nin 35/1 maddesi kapsamında mevcut iç hukuk yollarını tüketmediğini savunmuştur. Başvuranın yetkili makamlara geçici sığınma talebinde bulunmadığını ve yetkililerin bu talebi reddetmeleri halinde idare mahkemelerine başvurabileceğini ifade etmiştir. Hükümet, görüşlerini desteklemek üzere sınırdışı kararlarının iptaline karar verilen birtakım idare mahkemesi kararları ibraz etmiştir.
Başvuran, resmi belgelere göre, sınırdışı edilmek üzere 3 Mayıs 2008 tarihinde İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’ne konulduğunu ifade etmiştir. Ayrıca kendisini 16 Mayıs 2008 tarihinde sorgulayan polis memuruna İran’daki mevcut hükümete karşı olduğunu ve ülkesine dönmek istemediğini söylediğini öne sürmüştür. Ancak Türkiye ile İran arasında “teröristlerin iadesi”ne ilişkin olarak yapılan bir anlaşma kapsamında sınırdışı edilebileceği korkusuyla, İran’da rejime karşı faaliyetlere katıldığını polise söylememiştir.
AİHM, 9 Mayıs 2008 ve 10 Haziran 2008 tarihli belgelere göre, başvuranın sınırdışı edilmek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne konulmuş olduğunu gözlemler. Dolayısıyla Hükümetin, başvuran hakkında sınırdışı kararı alınmadığı görüşünü kabul edemez. AİHM, ayrıca, başvuranın 16 Mayıs 2008 tarihli ifadesinde İran Hükümeti karşısındaki durumunu açıkça ifade ettiğini gözlemlemektedir. Ancak, İçişleri Bakanlığı başvuranın avukatına, başvuranla ilgili olarak uygulanacak prosedürün AİHM önündeki yargılama sonuçlanıncaya kadar ertelendiğini bildirmiştir. Ayrıca, Savunmacı Hükümet, mensup olduğu din nedeniyle BMMYK tarafından başvurana mülteci statüsü tanındığını, başvuranın AİHM’ye sunduğu mülteci belgesinin kendilerine gönderildiği 27 Mart 2009 tarihinde öğrenmiştir. Bu koşullar altında, AİHM, başvuranın iddialarıyla ilgili olarak ulusal makamlardan herhangi bir yanıt gelmemesi nedeniyle, başvuranın kendisinden beklenen her şeyi yaptığı sonucuna varmıştır.
Hükümet’in başvuranın idare mahkemelerine başvurabileceği yönündeki iddiasıyla ilgili olarak, AİHM, Türk mevzuatında sınır dışı kararının iptalini istemenin erteleyici bir etkisinin olmadığını, bu nedenle de AİHS’nin 35/1 maddesi uyarınca başvuranın bu tür iç hukuk yollarını tüketmek için idare mahkemelerine başvurmasına gerek olmadığını hatırlatır (Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda kaydedilen). Bu nedenle, AİHM, Hükümet’in itirazlarını reddeder.


B. Esas

Hükümet, başvuranın İran’da herhangi bir kötü muameleye maruz kalmaması nedeniyle haklı nedenlere dayanan bir zulüm korkusu olmadığını ileri sürmüştür. Hükümet, ayrıca, ne başvuran ne de avukatı tarafından ulusal makamlara sığınma talebinde bulunulduğunu kaydetmiştir.
Başvuran, bir kereye mahsus olarak itirazda bulunmasına fırsat tanınmadan İran’a sınır dışı edildiğini iddia etmiştir. Başvuran, ayrıca, yeniden sınır dışı edilme korkusu taşıdığından dolayı polise İran’daki siyasi faaliyetlerinden bahsetmediğini ifade etmiştir. Başvuran, Türkiye’ye gelmeden önce İran’da rejim karşıtı eylemlere katıldığı, Hıristiyan olduğu ve bunun da İran makamlarının bilgisi dahilinde olduğu için, İran’a gönderilmesi halinde ölüm veya kötü muamele riskiyle karşılaşacağını ileri sürmüştür. Başvuran, bu bağlamda, BMMYK tarafından mülteci olarak tanındığını vurgulamıştır.
AİHM, ilk olarak, başvuranın 3 Mayıs 2008 tarihinde yakalandığını ve 16 Mayıs 2008 tarihinde polise ifade verirken İran’a dönmek istemediğini ve BMMYK’ye başvurmak üzere Türkiye’ye geldiğini söylediğini gözlemlemektedir. Ancak, 9 Mayıs ve 10 Haziran 2008 tarihli belgelere göre, ulusal makamlar, başvuranın ifadelerini incelemeden sınır dışı edilmesini planlamışlardır. Ayrıca, başvuranın Türk makamları önündeki davası, AİHM önündeki yargılama sonuçlanıncaya kadar ertelenmiştir. Bu koşullar altında, AİHM, ulusal makamların başvuranın iddiasına ilişkin anlamlı bir değerlendirme yaptıkları konusunda ikna olmamıştır. Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde tutulduğu sırada sığınma talebi öncesinde yaşadıklarıyla ilgili olarak başvuranla görüşme yapma ve dini nedeniyle maruz kalabileceği riski değerlendirme görevi BMMYK Türkiye Ofisi’ne düşmüştür.
Başvuranın İran’a geri gönderilmesi halinde karşılaşacağını iddia ettiği risk konusunda BMMYK’nin vardığı sonuç AİHM için büyük önem arz etmelidir (Jabari / Türkiye, no. 40035/98; N.A. / Birleşik Krallık, yukarıda kaydedilen; Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda kaydedilen). AİHM, bu bağlamda, BMMYK’nin başvuranla görüşmesi sırasında, başvuranın korkularının inanılabilirliğini ve ülkesindeki koşullarla ilgili olarak anlattıklarının doğru olup olmadığını test etme imkanının bulunduğunu gözlemlemektedir. Bu görüşmenin ardından, BMMYK, başvuranın kendi ülkesinde zulme maruz kalma riski taşıdığı sonucuna varmıştır.
BMMYK’nin değerlendirmesi ışığında, AİHM, başvuranın İran’a geri dönmesi halinde, mensup olduğu din nedeniyle AİHS’nin 3. maddesinde güvence altına alınan hakkının ihlal edilme riskini taşıdığını kabul etmek için somut gerekçeler bulunduğuna karar verir.
Sonuç olarak, AİHM, başvuranın İran’a geri dönmesi halinde AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edileceği sonucuna varır.


II. AİHS’NİN 5/1, 5/3, 5/4, 6 VE 13. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuran, kanuna aykırı bir şekilde, tutukluluğunun meşruiyetine itiraz etme imkanından yoksun bırakıldığını iddia ederek AİHS’nin 5/1, 5/3, 5/4, 6 ve 13. maddelerinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür.
AİHM, söz konusu şikayetlerin AİHS’nin 5/1 ve 5/4 maddeleri uyarınca incelenmesinin daha uygun olacağı kanaatindedir.

A. Kabuledilebilirlik

AİHS’nin 35/3 maddesi uyarınca başvurunun bu kısmının açıkça dayanaktan yoksun olmadığını kaydeden AİHM, ayrıca başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru bulunmadığını tespit eder. Bu nedenle başvuru kabuledilebilir niteliktedir.

 

B. Esas


1. Özgürlükten mahrum bırakma ve AİHS’nin 5/1 maddesine uygunluk

Hükümet, başvuranın Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’nde alıkonmadığını, orada barındırıldığını ileri sürmüştür. Başvuranın gözaltı veya tutukluluk olarak tanımlanamayacak şekilde söz konusu merkeze yerleştirilme nedeni, makamların sınır dışı işlemleri tamamlanıncaya kadar yabancıları gözetim altında tutmak istemeleridir. Hükümet, söz konusu uygulamanın 5683 No.lu Kanun’un 23. maddesi ile 5682 No.lu Kanun’un 4. maddesine dayandığını ileri sürmüştür.
Başvuran, tutuklu bulunduğunu ve tutukluluğunun iç hukukta yeterli bir yasal dayanağı olmadığını ileri sürmüştür. Ayrıca, tutuklanmasına dair herhangi bir mahkeme kararının da bulunmadığını iddia etmiştir.
AİHM, Abdolkhani ve Karimnia davasında aynı şikayeti incelediğini hatırlatır. AİHM, adı geçen davada başvuranların Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ne yerleştirilmesi nedeniyle özgürlüklerinin kısıtlandığına karar vermiştir. AİHM, sınır dışı amacıyla tutukluluğu emreden veya tutukluluğu uzatan ve böylesi bir tutukluluk için belirli bir zaman sınırı koyan kesin bir yasal hüküm bulunmaması nedeniyle, AİHS’nin 5. maddesi uyarınca başvuranların özgürlüğünden mahrum bırakılmasının “yasal” olmadığı sonucuna varmıştır.
AİHM, söz konusu davayı incelemiş ve yukarıda bahsedilen Abdolkhani ve Karimnia kararında yapmış olduğu tespitlerden ayrılmasını gerektirecek herhangi bir özel koşul bulunmadığı sonucuna varmıştır. Dolayısıyla, AİHS’nin 5/1 maddesi ihlal edilmiştir.


2. AİHS’nin 5/4 maddesine uygunluk

Hükümet, kişilerin yabancı kabul ve barındırma merkezlerine yerleştirilmesine yönelik kararların iptali için idare mahkemelerine başvurmanın AİHS’nin 5/4 maddesi uyarınca etkili bir hukuk yolu olduğunu ileri sürmüştür.
Başvuran, ilk olarak, geçerli bir kimlik belgesine sahip olmaması nedeniyle avukat tutamadığını, dolayısıyla idare mahkemelerine başvuramadığını ileri sürmüştür. Başvuran, 16 Nisan 2009 tarihli ifadesinde, BMMYK tarafından mülteci olarak tanınmasının ardından, artık noter tasdikli bir vekaletname ile kendi adına yasal yollara başvurması için bir avukata yetki verebileceğini belirtmiştir. Dolayısıyla, başvuranın avukatı Ankara İdare Mahkemesi’ne başvurmuş ve başvuranın serbest bırakılmasını talep etmiştir. Başvuran, Mayıs ve Haziran 2009 tarihli ifadelerinde, söz konusu yargılamanın yeterince hızlı ilerlemediğini ileri sürmüştür.
AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesinin amacının, yakalanan veya tutuklanan kişilerin, maruz kaldıkları tedbirin yasaya uygunluğu hakkında mahkemeye başvurma hakkını güvence altına almak olduğunu hatırlatır (mutatis mutandis, De Wilde, Ooms ve Versyp / Belçika, 18 Haziran 1971). Bir kişinin tutukluluğu esnasında, tutukluluğunun yasaya uygunluğu konusunda ivedi olarak yargısal denetime başvurabilmesini sağlayacak bir hukuk yolu bulunmalıdır. Sözkonusu yargısal denetim, yeri geldiğinde serbest bırakma ile sonuçlanabilmelidir. AİHS’nin 5/4 maddesinin gerektirdiği hukuk yolunun varlığı sadece teoride değil uygulamada da yeterince kesin olmalıdır. Aksi halde, söz konusu hükmün amaçları açısından gerekli olan erişilebilirlik ve etkili olma özelliğinden yoksun olacaktır (mutatis mutandis, Stoichkov / Bulgaristan, no. 9808/02; Vachev / Bulgaristan, no. 42987/98).
AİHM, ilk olarak, başvuranın avukatının 14 Nisan 1999 tarihinde Ankara İdare Mahkemesi’ne dava açtığını, Bakanlık tarafından müvekkilinin serbest bırakılmamasına yönelik olarak verilen kararın iptalini ve yargılama sonuçlanıncaya kadar söz konusu kararla ilgili yürütmenin durdurulmasını talep ettiğini gözlemlemektedir. Avukatın talebi geri çevrilmiş, daha sonra üst mahkemeye yapılan başvurusu ise 24 Haziran 2009 tarihinde reddedilmiştir. Ayrıca, dava dosyasında yer alan bilgiye göre, söz konusu mahkeme önündeki yargılama halen derdesttir. Dolayısıyla, idare mahkemeleri tarafından yürütülen inceleme iki ay on gün sürmüştür.
AİHM, AİHS’nin 5/1 maddesi uyarınca, Türkiye’de sınır dışı edilene kadar tutuklu bulundurma prosedürünü düzenleyen yasal hükümler bulunmadığına dair tespitlerine atıfta bulunmaktadır. Söz konusu yargılamada herhangi bir karmaşık sorun ortaya konmamıştır.
AİHM, başvuranın tutukluluğu için yeterli yasal dayanak bulunmadığını gözlemlemek açısından Ankara İdare Mahkemesi’nin AİHM’ye göre daha iyi bir konumda olduğu kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM, söz konusu davadaki yargısal denetimin, başvuranın dilekçesi için “ivedi” bir cevap olarak görülemeyeceği sonucuna varmıştır (Khudyakova / Rusya, no. 13476/04; Kadem / Malta, no. 55263/00).
Dolayısıyla, AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesi uyarınca, Türk hukuk sisteminin, başvuranın tutukluluğunun yasaya uygunluğu konusunda ivedi olarak yargısal denetime başvurabilmesini sağlayacak bir hukuk yolu sunmadığı sonucuna varmıştır (S.D. / Yunanistan, no. 53541/07; Abdolkhani ve Karimnia, yukarıda kaydedilen).
Buna göre, AİHS’nin 5/4 maddesi ihlal edilmiştir.


III. BAŞVURANIN TUTUKLANMASI KAPSAMINDA AİHS’NİN 3. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİALARI

AİHS’nin 3. Maddesini dayanak olarak gösteren başvuran, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki fiziksel koşullardan şikayetçi olmuştur ve tıbbi yardım sağlanmadığını ileri sürmüştür. 22 Haziran 2009 tarihli ifadelerinde, aynı başlık altında, Barınma Evi’nde görevli polis memuru A.A. tarafından hakarete ve tehditlere maruz bırakıldığından da şikayetçi olmuştur.


1. Başvuranın A.A. tarafından kötü muameleye maruz bırakıldığı iddiası

Hükümet, başvuranın kötü muamele iddiaları hususunda başlatılan soruşturmanın halen devam etmekte olduğunu ileri sürmüştür.
Başvuran, bu hususta herhangi bir görüş belirtmemiştir.
AİHM, ceza kovuşturmasının ilke olarak kötü muamele iddialarına ilişkin etkili bir iç hukuk yolu teşkil ettiğini hatırlatır. Başvurana hakaret ettiği iddia edilen polis memurunun tutumlarına ilişkin başlatılan soruşturmanın halen devam ettiği göz önüne alındığında, AİHM başvurunun bu kısmının, iç hukuk yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle AİHS’nin 35. maddesinin 1. ve 4. paragrafları bağlamında reddedilmesi gerektiği kanaatindedir.


2. Tıbbi yardım

Hükümet başvuranın, tıbbi yardım alınamamasına ilişkin şikayetini ulusal makamlar önünde sunmadığını belirtmiştir. Başvurunun bu kısmı hususunda mevcut iç hukuk yollarını tüketmediğini iddia etmiştir.
Başvuran, iddialarını yinelemiştir.
AİHM, başvurunun sözkonusu kısmının aşağıda kaydedilen nedenlerden ötürü dayanaktan yoksun olması sebebiyle başvuranın iç hukuk yollarını tüketip tüketmediğini değerlendirmenin gerekli olmadığı kanaatindedir.
AİHM, 3. maddenin tutukluların sağlıklarının ve esenliklerinin, diğer hususlar meyanında, kendilerine gerekli tıbbi yardım sağlanarak güvence altına alınmasını gerektirdiğini hatırlatır. AİHM mevcut davada Mayıs 2008’de yasal temsilcisinin, ciddi bir hastalığı olduğunu belirterek yetkili makamlardan, başvuranı muayene etmelerini istediğini gözlemler. Müteakiben, Haziran ve Temmuz 2008’de, başvuran daha önce geçirmiş olduğu operasyon hususunda tıbbi muayenelerden geçmiştir. Bu muayenelerin sonucunda, doktorlar başvuranın hiçbir hastalığı bulunmadığını gözlemlemiştir. Yetkili makamların, yasal temsilcinin talep etmesinin hemen ardından başvuranın muayene sonuçlarına ve tıbbi geçmişine ilişkin yeterli bilgilere sahip olduklarını göz önüne alan AİHM, başvuranın yeterli tıbbi yardım aldığı sonucuna varır. Bu nedenle, başvurunun sözkonusu kısmının dayanaktan yoksun olduğu ve AİHS’nin 35. maddesinin 3. ve 4. paragrafları uyarınca reddedilmesi gerektiği kanısına varır.


3. Fiziksel koşullar


A. Kabuledilebilirlik

Hükümet, başvuranın şikayetini ulusal makamlar önünde yapmaması sonucu AİHS’nin 35/1 maddesinin gerektirdiği iç hukuk yollarının tüketilmemiş olması nedeniyle başvurunun sözkonusu kısmının reddedilmesi gerektiğini kaydeder.
Başvuran, şikayetinin olumsuz sonuçlarından endişe etmesi nedeniyle tutukluluk koşullarına ilişkin iddialarda bulunamadığı cevabını vermiştir.
AİHM, AİHS’nin 35/1 maddesinin amacının, Sözleşmeci Devletler’e aleyhlerindeki iddialar AİHM önünde sunulmadan önce bu iddiaları önleme ya da düzeltme fırsatını sağlamak olduğunu hatırlatır. Sonuç olarak, Devletler meseleleri kendi hukuk sistemleri dahilinde çözüme kavuşturmaya çalışmadan uluslararası bir kurum önünde filleri için hesap vermekten muaf olurlar. Ancak, AİHS’nin 35/1 maddesi bağlamında tüketilmesi gereken yegane iç hukuk yolları, iddia edilen ihlaller hususunda ve hem mevcut hem de uygun olanlardır. Bu tür iç hukuk yollarının mevcudiyeti, yalnızca teoride değil uygulamada da kesin olmalıdır, kesin olmaması halinde gerekli erişilebilirlikten ve etkinlikten yoksun olurlar.
Ayrıca, AİHM iç hukuk yollarının tüketilmesi alanında, AİHM’yi sözkonusu iç hukuk yolunun ilgili tarihte teori ve pratikte mevcut, bir diğer değişle, erişilebilir, başvuranın şikayetleri hususunda tazmin sağlayabilen ve makul başarı olasılıkları sunabilen etkili bir iç hukuk yolu olduğuna ikna etme hususundaki ispat yükümlülüğünün Hükümet’e ait olduğunu hatırlatır. Sözkonusu ispat yükümlülüğünün yerine getirilmesiyle, Hükümet’in ileri sürdüğü iç hukuk yolunun aslında tüketilmiş olduğunu ya da belirli bir nedenden ötürü dava koşulları altında uygun ve etkili olmadığını ya da kendisini sözkonusu gereklilikten muaf tutan özel koşulların mevcut olduğunu kanıtlama görevi başvurana ait hale gelir.
AİHM, mevcut davada öncelikle başvuranın, idari makamlardan bir çok kez serbest bırakılmayı talep ettiğini gözlemler. Bu amaçla, mahkeme önünde tutukluluk koşullarını açıkça belirtmemesine rağmen Ankara İdare Mahkemesi’nde dava açmıştır. Ayrıca, başvuran tutuklanmasını ve Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nin kötü koşullarını protesto etmek amacıyla “ölüm orucuna” başlamıştır.
AİHM ayrıca Mazlum-Der başvuran da dahil olmak üzere Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutuklu bulunan ve kötü tutukluluk koşullarından şikayetçi olan kişiler, Merkez’in müdürü ve Kırklareli Valisi ile yapılan görüşmeleri içeren bir rapor yayınlamıştır. Bu rapora göre, hem Merkez’in müdürü hem de Vali, tutukluluk koşullarına ilişkin iddialardan haberdar olmuştur. Bu nedenle AİHM, idari makamların başvuranın tutukluluk koşullarını inceleme ve gerektiğinde, tazmin sağlama fırsatına sahip oldukları kanısındadır.
Ayrıca, başvuranın ulusal makamlara şikayetini bildirmediği doğru olduğu halde, Hükümet hangi iç hukuk yollarının mevcut olduğunu ve başvurana ne çeşit tazminlerin sağlanabileceğini belirtmemiştir. Ulusal mahkemelere sunulan şikayetin ya da yapılan başvurunun ardından tutukluluk koşullarının geliştirildiği dava örneklerine de atıfta bulunmamıştır. Bu nedenle AİHM, mevcut davanın belirli koşulları altında, başvuranın tutukluluk koşullarına ilişkin şikayetini telafi edebilecek iç hukuk yollarının mevcut olduğunun yeterli bir kesinlikle tespit edilmediği sonucuna varır. Dolayısıyla, Hükümet’in itirazını reddeder.

 

B. Esas

Hükümet başvuranın Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki tutukluluk koşullarına ilişkin iddialarının dayanaktan yoksun olduğunu kaydetmiştir. Barınma Evi’ndeki odaların hiçbir zaman kilitlenmediğini belirtmiştir. Orada tutulan kişilerin, televizyon izledikleri ve akşam yemeği yedikleri ortak alanların mevcut olduğunu savunmuştur.
Başvuran Barınma Merkezi’nde tutuklulara verilen yemeklerin hijyen ve kalite açısından kötü olduğunu ve bu nedenle tutukluların, kantinden pahalı yiyecekler almak durumunda kaldıklarını belirtmiştir. İçme suyunun aşırı derecede kireçli olduğunu iddia etmiştir. Ayrıca, tutukluların gün içinden binadan yalnızca dört saatliğine çıkmalarına izin verildiğini ve antrenman yapma imkanlarının bulunmadığını iddia etmiştir. Buna ek olarak, “ölüm orucunda” olduğu sırada gün içinde yalnızca bir saatliğine açık havaya çıkmasına izin verildiğini belirtmiştir.
AİHM, AİHS’nin 3. maddesi bağlamında, Devlet’in kişinin, insanlık onuruna uygun koşullarda tutuklu bulunmasını, tedbirin uygulanma tarzının ve yönteminin, tutukluyu tutuklanmaktan kaynaklanan kaçınılmaz sıkıntı seviyesinin üzerinde bir strese ya da zorluğa maruz bırakmamasını ve kişinin sağlığının ve esenliğinin yeterince güvence altına alınmasını sağlaması gerektiğini hatırlatır. Tutukluluk koşulları değerlendirilirken, sözkonusu koşulların kümülatif etkileri ve tutukluluk süresi göz önüne alınmalıdır.
AİHM mevcut davada öncelikle başvuranın ve diğer tutukluların yiyeceklerinin, Barınma Merkezi yönetimi tarafından sağlandığını gözlemler. Bu nedenle, AİHM fotoğrafları AİHM’ye sunulan mutfağın başvuran ve diğer tutuklular tarafından kullanılmadığını varsayar. Sonuç olarak, AİHM Barınma Merkezi dahilinde, mutfak gibi kullanılmayan alanlara erişimin kısıtlanması gerektiği kanaatindedir. AİHM ayrıca başvuranın, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki yiyeceklerin ve içme suyunun kalitesine ilişkin şikayette bulunmasına rağmen, kireçli suyun sağlığını ne yönde etkilediğini belirtmediği ve yiyeceklerin kalitesine ilişkin iddialarını, uygun argümanlar ve delillerle desteklemediği kanısındadır.
Başvuranın, gün içinde dört saatten (ve “ölüm orucu” tuttuğunda bir saatten) fazla açık havaya çıkmasına izin verilmemesine ve antrenman yapma fırsatı bulamamasına ilişkin iddiaları hususunda AİHM, göç kapsamında tutuklanan yabancı vatandaşların, her gün açık havada antrenman yapmalarına izin verilmesi gerektiğine ilişkin Avrupa Konseyi İşkenceyi Önleme Komitesi (CPT) standardına atıfta bulunur. Başvuranın sürekli olarak kapalı tutulduğunu iddia etmemesini göz önüne alan AİHM, mevcut dava koşullarında 3. madde bağlamında çözümlenmesi gereken bir meselenin mevcut olmadığı kanısındadır.
AİHM ayrıca Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki odaların ve koridorların fotoğraflarının, odalara gün ışığı girdiğini ve temiz hava almak için geniş pencereler bulunduğunu gösterdiğini kaydeder. Bazı yataklarda çarşaf bulunmadığının doğru olmasına rağmen, diğer yatakların üzerlerinde temiz yatak takımlarının mevcut olduğu göz önüne alındığında, AİHM Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi yönetiminin, başvurana yatak çarşafı sağlamadığı sonucuna ulaşamaz.
AİHM, başvuranın sunduğu fotoğraflara dayanarak Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde hijyen konusunda eleştiri gerektiren iki eksiklik olabileceğini gözlemler. İlk husus, yenilenmesi gereken tuvaletlerin durumu ve ikinci husus, tutuklular tarafından kullanılıp kullanılmadıkları belirlenememiş olsa da, Kiril alfabesiyle yazılmış etiketleri bulunan ve son kullanım tarihleri dokuz ya da on yıl önce dolmuş olan temizleme malzemelerinin mevcut olmasıdır.
AİHM ayrıca başvuranın, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde onaltı aydan fazla bir süredir tutuklu bulunduğu ve iç hukukta bu tür tutuklulukların süreleri için sınır belirleyen bir prosedür bulunmaması nedeniyle AİHM’yi, AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiği sonucuna varmaya yönelten, tutukluğunun belirsiz bir süre daha devam edebileceği hususlarına önem vermektedir. AİHM bu belirsizliğin huzursuzluk duygusuna yol açabileceğini kabul eder. AİHM ayrıca Hükümet’in, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki yaşam koşullarına ilişkin ayrıntılı bilgiler ya da Barınma Merkezi’nde tutukluların bulundurulduğu kısımların fotoğraflarını ya da videosunu sunmadığının farkındadır. Bununla birlikte, AİHM yukarıda kaydedilen eksikliklere ve belirsiz tutukluluk süresinin, başvuranda yaratabileceği huzursuzluk duygusuna rağmen Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki fiziksel koşulların, bu koşulların AİHS’nin 3. maddesi bağlamında incelenmesine neden olacak kadar ağır olduğunun tespit edilmediği kanaatindedir.
Dolayısıyla, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki tutukluluk koşulları hususunda 3. madde ihlal edilmemiştir.


IV. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

AİHS’nin 41. maddesi şöyledir:
“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

SONUÇ


A. Tazminat

Başvuran, AİHS kapsamındaki haklarının ihlal edilmesi sonucu uğradığı manevi zarar için 20,000 Euro talep etmiştir. Ayrıca, tutuklanmamış olsaydı aylık 400 Euro harcayacağını (sic-metinde aynen alıntı) ileri sürerek 4,000 Euro maddi tazminat talep etmiştir.
Hükümet, bu taleplere itiraz etmiştir.
Tespit edilen ihlal ve ileri sürülen maddi zarar arasında illiyet bağı bulunmadığı sonucuna varan AİHM, bu talebi reddeder. Ancak, başvuranın ihlal tespiti ile başlıbaşına telafi edilemeyecek bir manevi zarara uğradığı kanaatindedir. Hakkaniyet temelinde, ihlallerin ciddiyetini göz önüne alan AİHM, başvuranın talebinin tam olarak tazmin edilmesine karar verir.


B. Yargılama masraf ve giderleri

Başvuran ayrıca AİHM önünde yaptığı masraf ve harcamalar için 3,100 Euro talep etmiştir. İstanbul Barosu’nun ücret skalasına atıfta bulunan başvuran, yasal olarak temsil edilmesine karşılık 3,000 Euro talep etmiştir. Ayrıca, çeviri, telefon ve faks harcamaları için 100 Euro talep etmiştir. Buna ek olarak, yasal temsilcisinin otuz beş saat yasal olarak çalıştığını belirtmiştir.
Hükümet, yalnızca gerçekten yapılan masrafların karşılanabileceğini ileri sürerek bu talebe itiraz etmiştir.
AİHM içtihadına göre, başvuran ancak gerçekten gerekli olduğu için yapıldığını ve miktarının makul olduğunu kanıtladığı sürece yargılama masraf ve giderlerinin tazminine hak kazanır. Mevcut davada başvuran, talep ettiği masrafları gerçekten yaptığını kanıtlamamıştır. Dolayısıyla, AİHM bu başlık altında tazminat ödenmesine karar vermemiştir.


C. Gecikme faizi

Gecikme faizi, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı orana üç puanlık bir artış eklenerek belirlenecektir.

 

KARAR

YUKARIDAKİ GEREKÇELERE DAYANARAK AİHM OYBİRLİĞİYLE,
1. Başvuranın AİHS’nin 3. maddesi bağlamında, İran’a sınırdışı edilme olasılığı ve tutukluluğuna ilişkin fiziksel koşullar hususundaki ve AİHS’nin 5. maddesi bağlamındaki şikayetlerinin kabuledilebilir olduğuna;
2. Başvurunun kalan kısmının kabuledilemez olduğuna;
3. Başvuranın İran’a sınırdışı edilmesinin AİHS’nin 3. maddesinin ihlaline neden olacağına;
4. AİHS’nin 5. maddesinin 1. ve 4. paragraflarının ihlal edildiğine;
5. Kırklareli Yabancı Kabul ve Barındırma Merkezi’ndeki tutukluluğa ilişkin fiziksel koşullar hususunda AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edilmediğine;
6. (a) Sorumlu Devlet’in başvurana, AİHS’nin 44 § 2. maddesi uyarınca kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, uygulanabilecek her tür vergi miktara eklenmek ve ödeme gününde geçerli olan kur üzerinden Yeni Türk Lirası’na çevrilmek üzere, manevi tazminat olarak 20,000 Euro (yirmi bin Euro) ödemesine;
(b)Yukarıda anılan üç aylık sürenin aşılmasından ödeme gününe kadar geçen süre için Avrupa Merkez Bankası’nın kısa vadeli kredilere uyguladığı faiz oranına üç puan eklemek suretiyle elde edilecek oranın gecikme faizi olarak uygulanmasına;
7. Başvuranın adil tazmin talebinin kalan kısmının reddine,

KARAR VERMİŞTİR.
İngilizce hazırlanmış, AİHM İç Tüzüğü’nün 77 §§ 2. ve 3. maddeleri uyarınca 19 Ocak 2010 tarihinde yazılı olarak tebliğ edilmiştir.

 


 

Kaynak:http://www.yargitay.gov.tr/aihm/upload/21896-08.pdf

Soering / Birleşik Krallık

Soering / Birleşik Krallık Davası

(14038/88)
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI
07.07.1989

 

DAVANIN ESASI (özet)

Alman vatandaşı olan başvurucu Kanada vatandaşı kız arkadaşı ile birlikte çek sahtekarlığı suçundan İngiltere’de yakalanmışlardır. Başvurucunun sorgulaması sırasında, öğrenci olduğu Amerika Birleşik Devleti’nin Virjinya eyaletinde bir yıl önce kız arkadaşının anne ve babasını bıçakla öldürdüğü anlaşılmıştır.

ABD yetkilileri başvurucunun ve arkadaşının iadesini istemiş, başvurucunun iade edilen kız arkadaşı, anne ve babasının öldürülmesi olayına yardım etmekten toplam 95 yıl hapis cezasına mahkum olmuştur.

Başvurucunun ABD’ye iade edilmesi halinde ise ölüm cezasına mahkum olması çok yüksek bir olasılıktır. İngiliz makamları ABD’den başvurucunun ölüm cezasına mahkum edilmesi halinde bunun infaz edilmeyeceği konusunda güvence verilmesini istemişlerdir. ABD makamları ise, başvurucunun ölüm cezasına mahkum edilmesi halinde cezanın infaz edilmemesi için İngiltere’nin isteğininin cezayı onaylamakla yetkili makamlara bildirileceği konusunda hafif bir güvence vermişlerdir.

Birleşik Krallık Hükümeti başvurucuyu iade etme kararı almıştır.

 

KOMİSYON’DAKİ YARGILAMA

76. Bay Soering, 8 Temmuz 1988’de Komisyona başvuruda bulunmuştur. Bay Soering başvurusunda, Birleşik Krallık Hükümeti güvence vermiş olsa bile, Amerika Birleşik Devletleri’ne iade edilecek olursa, ölüm cezasıyla cezalandırılmasının çok yüksek bir ihtimal olduğuna inandığını söylemiştir. Başvurucu, “ölüm koridoru olgusu” göz önünde tutulduğunda, Sözleşme’nin 3. maddesine aykırı olarak, kendisinin insanlıkdışı ve aşağılayıcı muamele ve cezaya tabi tutulacağını ileri sürmüştür. Başvurucu daha sonra, Virjinya Eyaletinde üst başvuru yollarını izlemek için adli yardım verilmediğinden, Birleşik Devletlere iade edilmesinin Sözleşme’nin 6(3)(c) bendini de ihlal edileceğini belirtmiştir. Başvurucu son olarak, Birleşik Krallık’ta, Sözleşme’nin 3. maddesi bakımından şikayeti konusunda etkili bir hukuk yoluna sahip olmamasının, Sözleşme’nin 13. maddesini ihlal ettiğini iddia etmiştir.

77. Komisyon Başkanı, 11 Ağustos 1988 tarihinde Birleşik Krallık Hükümetine, Komisyon İçtüzüğünün 36. maddesine göre, tarafların menfaati ve muhakemenin gereği gibi yürütülebilmesi için, Komisyon’un başvuruyu inceleme fırsatı buluncaya kadar, başvurucuyu Birleşik Devletlere iade etmemesinin uygun olacağını bildirmiştir. Bu bildirim, davanın Mahkeme önüne getirilmesine kadar, birçok kez uzatılmıştır.

78. Komisyon, başvuruyu 10 Kasım 1988’de kabuledilebilir bulmuştur.

Komisyon, 19 Ocak 1989’da kabul ettiği raporunda, dörde karşı yedi oyla Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edildiği; fakat beşe karşı altı oyla 3. maddenin, oybirliğiyle 6(3)(c) bendinin ihlal edilmediği görüşünü açıklamıştır.

[Dava, süresi içinde Mahkeme’nin önüne getirilmiştir.]

 

KARAR GEREKÇESİ

I. Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali iddiası

80. Başvurucu, İçişleri Bakanlığının kendisini Amerika Birleşik Devletleri makamlarına teslim etme kararının, uygulanacak olması halinde, Birleşik Krallık tarafından Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlaline yol açacağını iddia etmiştir. Bu madde şöyledir:

“Hiç kimse işkenceye, insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulamaz.”

A. Sözleşme’nin 3. maddesinin iade olaylarına uygulanabilirliği

81. Bu konudaki ihlal iddiası, başvurucunun “ölüm koridoru” denen olguya maruz kalacak olmasından kaynaklanmaktadır. Bu olgu, başvurucunun cinayet isnadıyla karşılaşacağı Virjinya’ya iade edildikten sonra kendisine ölüm cezası verilmesi halinde, maruz kalacağı koşullardan meydana gelen bir olgu olarak tanımlanabilir.

82. Komisyon, raporunun 94. paragrafında, “bir kimsenin gönderileceği devlette, Sözleşme’nin 3. maddesine aykırı bir muameleye tabi tutulabileceğine inanmak için ciddi sebeplerin bulunması halinde, o kimsenin sınırdışı veya iade edilmesinin Sözleşme’nin 3. maddesi bakımından bir mesele doğuracağına dair içtihadını” teyid etmiştir.

Federal Almanya Cumhuriyeti Hükümeti, Alman mahkemelerinin içtihatlarındaki benzer bir yaklaşıma işaret ederek, Komisyon’un yaklaşımını desteklemiştir.

Başvurucu da benzer şekilde, Sözleşme’nin 3. maddesinin Sözleşmeci Devletlerin sadece kendi egemenlik alanları içinde meydana gelebilecek bir insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya sebebiyet vermelerini yasaklamadığını, ama aynı zamanda, bir kimseyi başka devletlerin ellerinde, bu tür bir muamele veya cezaya uğrayacağı veya katlanabileceği bir duruma sokmama yükümlülüğünü de içerdiğini ileri sürmüştür. Başvurucuya göre, Sözleşme’nin 3. maddesi söz konusu olduğunda, bir kimsenin yararlanabileceği koruyucuların Sözleşme’nin standartları kadar etkili olduğu kesinlik kazanmadıkça, kendisi Sözleşme’nin koruyucu alanından dışarıya çıkarılmamalıdır.

83. Öte yandan Birleşik Krallık Hükümeti ise, Sözleşme’nin 3. maddesinin bir Sözleşmeci Devletin egemenlik yetkisi dışında meydana gelen fiillerden dolayı kendisine sorumluluk yüklenebilecek şekilde yorumlanmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Hükümete göre, özellikle iade, devletin egemenlik yetkisi dışında iade edilen kişinin uğrayabileceği insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezadan dolayı iade eden devletin sorumluluğunu doğurmaz. Hükümete göre, iade eden devletin, kaçak bir suçluyu teslim etmek suretiyle, iade edilen devlette mahkum edilecek ve cezalandırılacak olması nedeniyle, kendisini herhangi bir muameleye veya cezaya “tabi tuttuğunu” kabul etmek, Sözleşme’nin 3. maddesinin lafzını katlanılmaz bir şekilde zorlamak olur. Komisyon’un yaklaşımı karşısında Hükümetin ileri sürdüğü diğer argümanlar şöyledir: Komisyon’un yaklaşımı, uluslararası bir andlaşmadan doğan haklara müdahale etmektedir; aslında Sözleşme’ye veya Sözleşme organları önündeki bir yargılamada taraf olmayan yabancı devletlerin uluslararası ilişkileri üzerinde hüküm vermek suretiyle, uluslararası yargısal sürecin normları ile çelişmeye yol açmaktadır; yabancı devletlerdeki yabancılarla ilgili hukuk sistemleri ve uygulamaları üzerinde inceleme yapmayı gerektirmekle, değerlendirme ve ispatta çok ağır güçlükler yüklemektedir; ulusal mahkemelerin ve uluslararası toplumun uygulamaları, bu yaklaşımı desteklemek için kullanılamaz; korunan kimseyi barındırmaya zorlanan Sözleşmeci Devletin ağır bir zarar riskiyle karşılaşmasına sebebiyet vermekte ve suçluları yargılanmadan, serbest ve cezasız bırakmaktadır.

Birleşik Krallık Hükümeti, alternatif olarak, Sözleşme’nin 3. maddesinin iade olaylarına uygulanmasının, yurtdışındaki muamele veya cezanın kesin, yakın ve ağır olduğu hallerle sınırlı tutulmasını savunmuştur. Hükümete göre, kaçak suçluları adalet önüne çıkarmada bütün devletlerin ortak ve meşru menfaatinin bulunması karşısında, şikayet konusu şeyin tanımı gereği sadece beklenen (anticipated) bir şey olması, makul kuşkudan arınmış bir şekilde kanıtlanmış olması gereken kötü muamelenin gerçekten meydana geleceği konusunda çok yüksek bir derecede risk yaratır.

84. Mahkeme, aşağıdaki düşüncelerle konuya yaklaşacaktır.

85. İade edilmeme hakkı gibi bir hak, Sözleşme tarafından korunmamaktadır; çünkü iade, “… hakkında … iade kararı alınan kişinin … iadesi için hukuka uygun olarak gözaltına alınması veya tutulması”na izin veren Sözleşme’nin 5(1)(f) bendinden doğmaktadır. Bununla birlikte bir iade işleminin, Sözleşme’de yer alan bir hakkın kullanılması üzerinde olumsuz sonuçlar yaratacak olması halinde, bu sonuçların çok uzak olmadığı da düşünülecek olursa, Sözleşme’nin ilgili güvenceleri bakımından Sözleşmeci Devletlerin yükümlülüklerine dikkat çekebilir (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, göçmenlik alanındaki haklarla ilgili olarak, 25.05.1985 tarihli Abdülaziz, Cabales ve Balkandali kararı, parag. 59-60). Mevcut davadaki mesele, iade eden devletin egemenlik yetkisi dışında, iade alan devletin uyguladığı bir muamele veya cezadan doğan, iadenin olumsuz sonuçlarıyla karşılaşıldığı veya karşılaşılabileceği zaman, Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanabilir olup olmadığıdır.

86. Sözleşme’nin, “Sözleşmeci Devletler, bu Sözleşme’nin Birinci Bölümünde tanımlanan hak ve özgürlükleri, kendi egemenlik yetkisi içinde bulunan herkes için güvence altına alırlar” diyen 1. maddesi, Sözleşme’nin kapsamına, özellikle ülkesel (territorial) olarak bir sınır getirmektedir. Ayrıca, bir Sözleşmeci Devlet tarafından üstlenilen taahhüt, devletin kendi “egemenlik yetkisi” (jurisdiction) içinde bulunan kişilerin sıralanan haklarını ve özgürlüklerini “güvence altına almak”la (Fransızca metinde “reconnaitre”) sınırlıdır. Dahası Sözleşme, kendisine taraf olmayan devletlerin faaliyetlerini düzenlemediği gibi, Sözleşmeci Devletlerin Sözleşme standartlarını diğer devletlere empoze etmesini gerektiren bir vasıta da değildir. Sözleşme’nin 1. maddesi, bir Sözleşmeci Devletin, iade yükümlülüğüne rağmen, gönderileceği ülkede bireyi bekleyen şartların, Sözleşme’deki her bir koruyucuyla tam uyumlu olduğuna kanaat getirmeden kendisini teslim etmeyebileceği anlamına gelen genel bir prensibi haklı kılacak şekilde yorumlanamaz. Gerçekten de, Sözleşme’nin ve özellikle 3. maddenin uygulama kapsamı belirlenirken, Birleşik Krallık Hükümetinin vurguladığı gibi, iadenin kaçak suçluların adaletten kurtulmasını engellemeye yardımcı olma amacı ihmal edilemez.

Mevcut olayda Birleşik Krallık’ın, başvurucunun şikayetlerine konu olan Virjinya makamlarının düzenlemeleri veya uygulamaları üzerinde hiçbir yetkisinin bulunmadığı ortak bir görüştür. Ayrıca, Birleşik Krallık Hükümetinin zikrettiği, örneğin 1951 tarihli Mültecilerin Statüsüyle ilgili Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 33. maddesi, 1957 tarihli Suçluların İadesi Hakkında Avrupa Sözleşmesi’nin 11. maddesi ve 1984 tarihli İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlıkdışı ve Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 3. maddesi gibi diğer uluslararası belgelerin, bir kimseyi istenmeyen sonuçların meydana gelebileceği bir başka ülkeye göndermekten doğan sorunlardan açıkça ve özel olarak söz ettikleri doğrudur.

Ne var ki bu tespitler, Sözleşmeci Devletleri iadenin kendi egemenlik alanları dışında karşılaşılan tüm ve önceden görülebilir sonuçları konusunda, Sözleşme’nin 3. maddesindeki sorumluluğundan kurtarmaz.

87. Sözleşme yorumlanırken, Sözleşme’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin birlikte yerine getirilmesi için yapılmış özel karaktere sahip bir andlaşma olduğu göz önünde tutulmalıdır (bk. 18.01.1978 tarihli İrlanda — Birleşik Krallık kararı, parag. 239). Sözleşme’nin bireylerin korunması konusunda bir belge olarak amaç ve gayesi, Sözleşme hükümlerinin, Sözleşme’nin koruyucularını pratik ve etkili kılacak şekilde yorumlanmasını ve uygulanmasını gerektirir (bk. diğerleri arasında 13.05.1980 tarihli Artico kararı, parag. 33). Ayrıca, güvence altına alınan hak ve özgürlüklere dair bir yorumun, “demokratik bir toplumun ideallerini ve değerlerini korumak ve geliştirmek için tasarlanmış bir belge olan Sözleşme’nin genel esprisi” ile uyumlu olmalıdır (bk. 07.12.1976 tarihli Kjeldsen, Busk Madsen ve Pedersen kararı, parag. 53).

88. Sözleşme’nin 3. maddesinde bir istisna hükmü bulunmamakta ve bu maddeden savaş veya olağanüstü durumlarda 15. maddeye göre yükümlülük azaltmaya (derogation) izin verilmemektedir. Sözleşme hükümlerinde işkence ve insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezanın mutlak bir şekilde yasaklanmış olması, Avrupa Konseyi’ni oluşturan demokratik toplumların en temel değerlerinden birini yansıtmaktadır. Bu yasak, 1966 tarihli Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ve 1969 tarihli İnsan Haklarına Dair Amerikan Sözleşmesi gibi diğer uluslararası belgelerde benzer ifadelerle yer almakta ve genellikle uluslararası alanda kabul edilmiş bir standart olarak görülmektedir.

Buradaki mesele, kaçak bir suçlunun, işkence veya insanlıkdışı veya aşağılayıcı bir muamele veya ceza göreceği ve görebileceği bir başka devlete iade işleminin kendisinin, bir Sözleşmeci Devletin Sözleşme’nin 3. maddesine göre sorumluluğunu doğurup doğurmayacağıdır. İşkenceye karşı duyulan nefret, Birleşmiş Milletler İşkenceye ve Diğer Zalimane, İnsanlıkdışı veya Aşağılayıcı Muamele veya Cezaya Karşı Sözleşme’nin 3. maddesinde “hiçbir Taraf Devlet, bir kimsenin diğer bir devlette işkence tehlikesine maruz kalacağına inanmak için esaslı sebeplerin bulunması halinde, bu kimseyi … iade edemez”, denilmek suretiyle gösterilmiştir. İşkence yasağıyla ilgili özel bir yükümlülüğün konuya özgü bir andlaşmada ayrıntılı olarak ifade edilmesi, benzer bir temel yükümlülüğün, Avrupa Sözleşmesi’nin 3. maddesinin genel ifadesine içkin olmadığı anlamına gelmez. İşlendiği iddia edilen suç ne kadar tiksindirici olursa olsun, bir Sözleşmeci Devletin bir kaçağı, işkence tehlikesine maruz kalacağına inanmak için esaslı sebeplerin bulunduğu bir diğer devlete bilerek teslim etmesi, Sözleşme’nin Başlangıç kısmında belirtilen “siyasal gelenekler, idealler, özgürlükler ve hukukun üstünlüğü bakımından ortak miras” şeklindeki Sözleşme’nin temel değerleriyle bağdaştırılması pek mümkün değildir. Bu şartlarda bir iade, Sözleşme’nin 3. maddesinin özlü ve genel ifadesinde açıkça söz edilmemiş olmakla birlikte, bu maddenin ruhuna ve anlamına tamamen aykırı düşer. Mahkeme’ye göre bu şekilde bir suçluyu iade etmeme yükümlülüğü, kaçağın iadeyi alan Devlette, Sözleşme’nin 3. maddesinde yasaklanmış olan bir insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezayla karşılaşma riskinin bulunduğu halleri de kapsar.

89. Neyin “insanlıkdışı veya aşağılayıcı bir muamele veya ceza” oluşturacağı, olayın şartlarına bağlıdır (bk. aşağıda parag. 100). Ayrıca, toplumun genel yararının gerektirdikleri ile bireyin temel haklarının korunmasının gerektirdikleri arasında adil bir denge arayışı, Sözleşme’nin bütününe içkin bir husustur. Seyahatin daha kolaylaştığı ve suçun uluslararası bir boyut kazandığı bir dünyada, yurtdışına kaçan suç zanlılarının adalet önüne çıkarılması, giderek bütün ulusların daha fazla menfaatine bir durum haline gelmektedir. Öte yandan kaçaklar için bir suçlular cennetinin yaratılması, sadece korunan kişiyi barındırmakla yükümlü devlete karşı bir tehlike oluşturmakla kalmaz, fakat aynı zamanda suçluların iadesinin temellerini çürütür. Bu noktalar ayrıca, insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya ceza kavramlarının suçluların iadesi olaylarında yorumlanması ve uygulanması sırasında dikkate alınacak faktörler arasına dahil edilmelidir.

90. Sözleşme’nin, potansiyel olarak ihlal edildiğini veya edilmediğini açıklamak, normal şartlarda Sözleşme organlarının görevi değildir. Ancak bir başvurucunun, kendisinin iade edilmesine dair bir kararın yerine getirilmesi halinde, iadeyi talep eden ülkedeki önceden görülebilir sonuçlar nedeniyle, iadenin Sözleşme’nin 3. maddesine aykırı olacağını iddia etmesi halinde, katlanılacağı iddia edilen riskin ağırlığı ve onarılmaz niteliği karşısında, Sözleşme’nin 3. maddesinin öngördüğü koruyucunun etkililiğini sağlamak için (bk. yukarıda parag. 87), bu prensipten ayrılmak gerekir.

91. Özetle, bir Sözleşmeci Devlet tarafından bir kaçağın iadesine ilişkin olarak verilen bir karar, Sözleşme’nin 3. maddesi bakımından bir mesele ortaya çıkartabilir ve söz konusu kişinin iade edilmesi halinde iade talep eden ülkede gerçekten işkence veya insanlıkdışı veya aşağılayıcı muamele veya cezaya tabi tutulma riskiyle karşılaşacağına inanmak için önemli sebeplerin bulunduğu gösterilmiş ise, o devletin sorumluluğunu doğurabilir. Böyle bir sorumluluğun kanıtlanması kaçınılmaz olarak, iadeyi talep eden ülkedeki koşulların, Sözleşme’nin 3. maddesi karşısındaki durumunun bir değerlendirmesini içerir. Bununla birlikte, iadeyi alan ülkenin, genel uluslararası hukuka veya Sözleşme’ye veya başka bir metne göre sorumlu olup olmadığı hakkında bir yargılama veya kanıtlama sorunu söz konusu değildir. Sözleşme’ye göre karşılaşılan veya karşılaşılabilecek olan sorumluluk, bir bireyi yasaklanmış olan kötü muameleye maruz bırakma şeklinde doğrudan bir sonucu bulunan bir işlemi yapmış olması nedeniyle, iade eden Sözleşmeci Devletin karşılaşacağı sorumluluktur.

B. Sözleşme’nin 3. maddesinin mevcut davada uygulanması

92. Devlet Bakanı, başvurucunun Birleşik Devletlere teslim edilmesini emreden müzekkereyi imzaladığından (bk. yukarıda parag. 24), başvurucunun iade süreci Birleşik Krallık’ta tamamlanmıştır. Bu karar her ne kadar yerine getirilmemiş ise de, başvurucuyu doğrudan etkilemektedir. O halde, Bay Soering’in Birleşik Devletlere geri verilmesinin önceden görülebilir sonuçlarının, yukarıdaki prensiplere göre, Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanmasını gerektirecek nitelikte olup olmadığını tespit edilmelidir. Bu konudaki bir araştırma, ilk önce Bay Soering’in Virjinya’da ölüm cezasıyla cezalandırılma riski altında bulunup bulunmadığına yoğunlaşmayı gerektirir; çünkü iddia edilen insanlıkdışı ve aşağılayıcı muamele veya ceza, yani “ölüm koridoru olgusu”, ölüm cezasının verilmesine dayanmaktadır. Bu soruya sadece olumlu cevap verilmesi halinde, “ölüm koridoru olgusu”nun, olayın şartları içinde, başvurucuyu Sözleşme’nin 3. maddesiyle bağdaşmayan bir muamele veya cezaya maruz bırakıp bırakmadığının Mahkeme tarafından incelenmesini gerektirir.

1. Başvurucunun gerçekten bir ölüm cezası riskiyle ve böylece “ölüm koridoru olgusuyla” karşı karşıya olup olmadığı

93. Birleşik Krallık Hükümeti, Federal Almanya Cumhuriyeti Hükümetinin, Komisyon’un ve başvurucunun aksine, bir ölüm cezası riskinin, Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanmasını gerektirecek düzeye ulaşmadığını kabul etmiştir. Birleşik Krallık Hükümetinin gerekçeleri dört noktada toplanmıştır.

İlk olarak, başvurucunun Alman savcı tarafından alınan ifadesinde de görüldüğü gibi, başvurucu kasten öldürme bulunduğunu inkar etmiş (bk. yukarıda parag. 16) ve böylece cinayet (capital murder) isnadını kabul etmemiştir.

İkinci olarak, şimdiye kadar başvurucu aleyhine sadece ilk bakışta haklı görünen bir olay (prima facie case) isnad edilmiştir. Birleşik Krallık Hükümetine göre özellikle psikiyatrik deliller (bk. yukarıda parag. 21), Bay Soering’in Virjinya hukuku bakımından akıl hastalığı savunması yapması için yeterli ölçüde akıl hastalığı bulunup bulunmadığı konusunda muğlaktır (bk. yukarıda parag. 50).

Üçüncü olarak, Bay Soering cinayetten mahkum olsa bile, genel olarak kullandıkları takdir yetkisi çerçevesinde, jürinin ölüm cezasını tavsiye edeceği, yargıcın bunu teyid edeceği ve Virjinya Yüksek Mahkemesinin bunu onaylayacağı varsayılamaz (bk. yukarıda parag. 42-47 ve 52). Birleşik Krallık Hükümeti, suçun işlendiği sırada başvurucunun yaşı ve zihinsel durumu ile adli sabıkasının (previous criminal activity) bulunmaması gibi, jüri ve daha sonra ayrı ceza verme muhakemesinde (sentencing proceedings) yargıç tarafından dikkate alınması gereken önemli hafifletici unsurların (mitigating factors) mevcut olduğunu belirtmiştir (bk. yukarıda parag. 44-47 ve 51).

Dördüncü olarak, Birleşik Devletler’den alınan güvence (bk. yukarıda parag. 20, 37 ve 69), en azından bir ölüm cezasının verilme veya infaz edilme riskini önemli ölçüde düşürmüştür.

Bununla birlikte duruşmada Başsavcı, Hükümetinin Bay Soering’i Birleşik Devletlere iade etmesi halinde, ölüm cezasının verilebileceğine dair “ihmal edilemeyecek ölçüde risk” bulunduğu görüşünde olduğunu açıklamıştır.

94. Başvurucunun bizzat işaret ettiği gibi, Amerikalı ve Britanyalı polis memurları ile iki psikiyatra Haysom’ların öldürülmesine katıldığını kabul ettiği, fakat Alman savcısı tarafından sorgulandığı zaman, bu kabullerini bir ölçüde geri aldığı (bk. yukarıda parag. 13, 16 ve 21) görülmektedir. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi, psikiyatrik delillere dayanarak akıl hastalığı savunmasının geçerli olup olmayacağı konusunda karar vermek suretiyle, Virjinya mahkemelerinin fonksiyonunu gasp edemez. Birleşik Krallık Hükümeti, Bay Soering’in isnad edilen cinayet suçundan kesinlikle ve hatta muhtemelen mahkum edileceğine dair bir varsayım kurulamayacağı iddiasında (bk. yukarıda parag. 13/son ve 40) haklıdır. Bununla birlikte, Başsavcının da duruşmada kabul ettiği gibi, başvurucunun bu şekilde mahkum edileceğine dair “önemli bir risk” bulunmaktadır.

95. Virjinya hukukuna göre, bir ölüm cezası verilmeden önce iddia makamı, sanığın gelecekteki tehlikeliliği veya suçun iğrençliği (vileness) gibi kanuni ağırlaştırıcı iki koşuldan en az birinin varlığını hiç kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kanıtlamak zorundadır. Bu bağlamda, olaydaki öldürme fiillerinin korkunçluk (horrible) ve vahşilik (brutal) özellikleri (bk. yukarıda parag. 12), suçun “iğrençliği”ni ortaya koymak için dayanılan içtihatlar göz önünde tutulduğunda (bk. yukarıda parag. 43), çok büyük olasılıkla başvurucunun aleyhine bir durum oluşturacaktır.

Elbette, hafifletici faktörler kendi başlarına ele alındıklarında ölüm cezası verilme ihtimalini düşürmektedirler. Virjinya Ceza Kanununda hafifletici unsur olarak açıkça ifade edilen beş unsurdan dördünün, Bay Soering’in durumuna uygulanabileceği iddia edilebilir. Bu unsurlar, bir sanığın adli sabıkasının bulunmaması, bir sanığın aşırı derecede zihinsel veya duygusal çöküntü içinde olduğu bir sırada suçu işlemiş olması, bir suçun işlendiği sırada sanığın fiilin suç oluşturduğunu değerlendirme veya davranışlarını hukukun gereklerine uydurma kapasitesinin önemli ölçüde zayıflamış olması, sanığın yaşı (bk. yukarıda parag. 45).

96. Ölüm cezasının verilmesi veya verilmemesi için savunulan bu çeşitli unsurlar, iddia makamlarının tutumu ışığında değerlendirilmelidir.

97. Başvurucu hakkındaki soruşturmada yetkili Bedford County Eyalet savcısı Bay Updike, “eğer Jens Soering, isnad edildiği gibi cinayetten suçlu bulunacak olursa, … ceza verilme aşamasında, Birleşik Krallık’ın ölüm cezasının verilmemesi veya infaz edilmemesi arzusunda olduğu yönünde, Birleşik Krallık namına yargıca girişimde bulunulacağını (bk. yukarıda parag. 22) yazıyla bildirmiştir. Mahkeme, tıpkı Divisional Court Yargıcı Lloyd gibi (bk. yukarıda parag. 22) bu taahhüdün, “iade talep eden Tarafın ölüm cezasının infaz edilmeyeceğine dair yeterli güvenceler vermesi”nden söz eden Birleşik Krallık ile Birleşik Devletler arasında 1972 tarihli Suçluların İadesi Andlaşması’nın 4. maddesindeki (bk. yukarıda parag. 36) ifade tarzını yansıtmaktan çok uzak olduğunu kaydeder. Öte yandan isnad edilen suç, federal bir suç olmayıp eyaletlerin yetkili olduğu bir suç olduğundan, Virjinya Eyaletinin yargı yetkisine girmektedir. Bunun sonucu olarak, bir eyalet veya federal makam tarafından eyalet savcısına bundan daha büyük özveride bulunması için talimat verilemez. Virjinya mahkemeleri, yargısal organlar olarak, deliller çerçevesinde ne karar verecekleri konusunda kendilerini önceden bağlayamazlar. Virjinya Valisi de, uygulamanın bir gereği olarak, daha sonra bir ölüm cezasını hafifletme yetkisini kullanacağına dair söz veremez (bk. yukarıda parag. 58-60).

Bu durumda Bay Updike’in taahhüdü, olayın şartları içinde Birleşik Krallık’ın Birleşik Devletlerin federal hükümetinden alabileceği en iyi “güvence” sayılabilir. Birleşik Krallık İçişleri Bakanının 1987’de Parlamentodaki konuşmasına göre, bu şartlarda bir taahhüdün alınması, “Birleşik Krallık makamlarının, ölüm cezasının infaz edilmeyeceği şeklinde açık anlayış üzerine, bir kaçağı geri vermesi veya bir vatandaşı bir Amerikan mahkemesinde yargılanmak üzere göndermeye hazırlanması anlamına gelmektedir … Bu koşullarda geri verilen bir kimsenin ölüm cezasının infaz edilmesi, bu iki ülke arasında suçluların iadesi düzenlemeleri konusunda esaslı bir fırtına koparır” (bk. yukarıda parag. 37). Ne var ki böyle bir taahhüt, henüz bir testten geçmemiştir.

98. Başvurucu, yabancı bir hükümetin arzularıyla ilgili bir girişimin, Virjinya Ceza Kanununa göre hukuken kabul edilmeyeceğini, kabul edilse bile, bunun cezayı verecek yargıcın üzerinde bir etkisinin olmayacağını ileri sürmüştür.

Virjinya hukukuna göre durum her ne olursa olsun (bk. yukarıda parag. 42, 46, 47 ve 69) ve Birleşik Krallık ile Birleşik Devletler arasında suçluların iadesi konusunda diplomatik bağlantı nasıl olursa olsun, objektif olarak bakıldığında, ceza verilmesi aşamasında yargıca, Birleşik Krallık’ın arzusunun bildirileceği taahhüdünün, ölüm cezası verilmesi riskini ortadan kaldırdığı söylenemez. Eyalet savcısının kendisi de, takdir yetkisini bağımsız bir şekilde kullanarak, ölüm cezası istemeye ve bu isteğinde ısrarlı davranmaya karar vermiştir; çünkü kendisinin tespitine göre deliller, böyle bir tutumu desteklemektedir (bk. yukarıda parag. 20/son). Suçu soruşturmakla yetkili ulusal makamlar böylesine sert bir tutum alıyorlarsa, Mahkeme’nin, başvurucunun ölüm cezasıyla cezalandırılma ve böylece “ölüm koridoru olgusunu” yaşama riskiyle karşılaşmayacağına inanmak için esaslı sebeplerin bulunmadığına karar vermesi beklenemez.

99. Bu nedenle Mahkeme, başvurucunun “ölüm koridoru olgusu”na maruz kalma korkusunun, Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanmasını sağlayacak şekilde ortaya konulmuş olduğu sonucuna varmaktadır.

2. Bu olayda “ölüm koridoru olgusu”na maruz kalma riskinin, iadeyi Sözleşme’nin 3. maddesine aykırı hale getirip getirmeyeceği

(a) Genel düşünceler

100. Mahkeme’nin yerleşik içtihatlarında görüldüğü üzere, ceza dahil, bir kötü muamelenin Sözleşme’nin 3. maddesinin kapsamına girebilmesi için, asgari bir ağırlık düzeyine ulaşması gerekir. Bu asgari düzeyin değerlendirilmesi, işin doğası gereği görecelidir; muamelenin veya cezasının niteliği ve bağlamı, bunların icra edilme tarzı ve yöntemi, süresi, doğurduğu maddi veya manevi sonuçları ve bazı olaylarda mağdurun cinsiyeti, yaşı ve sağlık durumu gibi olayın bütün koşullarına dayanır (bk. yukarıda geçen İrlanda — Birleşik Krallık kararı, parag. 162 ve 25.04.1978 tarihli Tyrer kararı, parag. 29 ve 30).

Mahkeme muameleyi, hem kasten yapıldığı (premeditated), gergin bir durumda saatlerce uygulandığı ve “bedensel bir yaralanmaya değilse bile, en azından yoğun maddi ve manevi acıya neden olduğu” için “insanlıkdışı” hem de “mağdurlarında korku, şiddetli üzüntü ve bayağılık gibi duygular uyandırarak, onların utanma ve aşağılanmalarına ve muhtemelen fiziksel ve moral dirençlerinin kırılmasına neden olduğu” için “aşağılayıcı” bulmuştur (bk. yukarıda geçen İrlanda — Birleşik Krallık kararı, parag. 167). Bir cezanın veya muamelenin “insanlıkdışı” veya “aşağılayıcı” sayılabilmesi için, içerdiği acı veya aşağılanmanın her halükarda meşru bir cezanın kaçınılmaz olarak doğurduğu acı veya aşağılanmanın ötesine geçmesi gerekir (bk. Tyrer kararı, aynı yer). Bu bağlamda, sadece çekilecek olan maddi acılar değil; fakat aynı zamanda, cezanın infazından önce uzun bir gecikme bulunması halinde, hakkında ceza verilmiş olan kişinin, kendisine uygulanacak şiddeti beklerken duyduğu şiddetli manevi üzüntüyü de dikkate almak gerekir.

101. Sözleşme’nin 2(1). fıkrasında, bazı koşullar altında ölüm cezasına izin verilmiştir. Bu fıkra şöyledir:

“Her bireyin yaşama hakkı hukuk tarafından korunur. Kanunun ölüm cezası öngördüğü bir suç nedeniyle bir mahkemenin verdiği ölüm cezasının infazı dışında, hiç kimse yaşama hakkından kasten yoksun bırakılamaz.”

Başvurucu, bu ifade tarzı karşısında, ölüm cezasının kendiliğinden (per se) Sözleşme’nin 3. maddesini ihlal ettiğini söylememiştir. Başvurucu, iki Taraf Hükümet gibi, bir kimsenin ölüm cezası riski altına gireceği bir ülkeye iade edilmesinin, kendiliğinden Sözleşme’nin 2 ve 3. maddeleri bakımından bir sorun doğurmadığı şeklindeki Komisyon’un görüşüne katılmıştır. Öte yandan Uluslararası Af Örgütü sunduğu yazılı mütalaada (bk. yukarıda parag. 8), ölüm cezasının varlığı ve uygulanması konusunda Batı Avrupa’da gelişen standartların, artık ölüm cezasının Sözleşme’nin 3. maddesi anlamında bir insanlıkdışı ve aşağılayıcı ceza olarak görülmesini gerektirdiğini iddia etmiştir.

102. Elbette, “Sözleşme, günün koşulları ışığında yorumlanması gereken … yaşayan bir belgedir” ve Mahkeme, belirli bir muamele veya cezanın, Sözleşme’nin 3. maddesi bakımından insanlıkdışı veya aşağılayıcı olup olmadığını değerlendirirken, “bu alanda Avrupa Konseyine üye devletlerin ceza politikalarında geliştirdikleri ve ortaklaşa kabul ettikleri standartlardan etkilenebilir” (bk. yukarıda geçen Tyrer kararı, parag. 31). Sözleşme’ye taraf devletlerde barış zamanı için ölüm cezası artık fiilen kalmamıştır. Ölüm cezasını barış zamanı suçlar için halen kanunlarında saklı tutan birkaç Sözleşmeci Devlet, ceza verilmiş olsa bile, bu cezayı bugünlerde uygulamamaktadırlar. Uluslararası Af Örgütünün ifadesiyle, “Batı Avrupa hukuk sistemlerinde, mevcut şartlar için, ölüm cezasının bölgesel adalet standartlarıyla uyumlu olmadığına dair zımni konsensus”, barış zamanında ölüm cezasının kaldırılmasını öngören Sözleşme’ye 6. Protokol ile yansıtılmıştır. Sözleşme’ye 6. Protokolün Nisan 1983’te imzaya açılmış olması, Avrupa Konseyi’nin uygulamasında, Konseye Üye Devletlerden herhangi birinin, buna bir itirazının olmadığını göstermektedir. Bu Protokol, Mart 1985’te yürürlüğe girmiş ve bugüne kadar Sözleşme’ye taraf olan on üç devlet tarafından onaylanmıştır; ancak bunlar arasında Birleşik Krallık yer almamaktadır.

İşaret edilen bu değişikliklerin, ölüm cezasının kendiliğinden Sözleşme’nin 3. maddesindeki kötü muamele yasağı kapsamına girmesi sonucunu doğurup doğurmadığı, Sözleşme’nin yorumuyla ilgili prensiplere dayanılarak belirlenmelidir.

103. Sözleşme bir bütün olarak okunmalı ve bu nedenle Sözleşme’nin 3. maddesi, 2. maddesinin hükümleriyle ahenkli bir şekilde yorumlanmalıdır (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, 06.09.1978 tarihli Klass ve Diğerleri kararı, parag. 68). Bu temelden bakıldığında, Sözleşme’yi oluşturanların, Sözleşme’nin 3. maddesinde ölüm cezasına dair genel bir yasak koymak istemiş olmadıkları açıktır; çünkü bu, 2(1). fıkrasının açık ifadesini hükümsüz kılacaktır.

Daha sonra ulusal ceza politikalarında ölüm cezasının genelleştirilerek yasaklanması uygulaması, Sözleşmeci Devletlerin, 2(1). fıkrada öngörülen istisnayı kaldırmak ve 3. maddenin geliştirici yorumu için, metin kapsamındaki sınırlamayı gidermek konusunda anlaştıklarını ortaya koydukları şeklinde anlaşılabilir. Ancak daha sonra yapılmış bir anlaşma olan 6. Protokol, 1983 yılına kadar hala Sözleşmeci Devletlerin niyetinin, barış zamanında ölüm cezasını kaldırmak üzere yeni bir yükümlülük getirmek için, metnin normal yoldan değiştirme yöntemini benimsediklerini ve dahası bunu her bir devlete böyle bir taahhüdü üstlenme zamanını seçme hakkı tanıyan bir seçmeli belgeyle yapmak istediklerini göstermektedir. Bu koşullarda, Sözleşme’nin özel karakterine rağmen (bk. yukarıda parag. 87), 3. madde, ölüm cezasını genel olarak yasaklamış olarak yorumlanamaz.

104. Ancak bu, ölüm cezasıyla ilgili koşulların hiçbir zaman 3. madde bakımından bir sorun doğurmayacağı anlamına gelmez. Ölüm cezasının verilme ve infaz edilme tarzı, ölüm cezasına mahkum edilen kişinin özel koşulları ve işlenmiş olan suçun ağırlığıyla orantısızlığı, ayrıca infazı beklerken tutulma şartları, bu cezaya mahkum kişi tarafından görülen muamele veya cezayı, Sözleşme’nin 3. maddesindeki yasak kapsamına sokabilecek faktörlere örnektir. Sözleşmeci Devletlerin ölüm cezasına karşı günümüzdeki tutumları da, ıstırabın veya aşağılamanın kabul edilebilir sınırlarının aşılıp aşılmadığı değerlendirilmesi bakımından önemlidir.

(b) Özel durumlar

105. Başvurucu, Devlet Bakanlığının kendisini Birleşik Devletlere geri gönderme kararının uygulanmasının bir sonucu olarak maruz kalacağı koşullar ard arda geldiğinde, iade edilmesinin Sözleşme’nin 3. maddesini ihlal edecek türden ağır bir muamele oluşturacağını ileri sürmüştür. Başvurucu özellikle, bir ölüm cezası verildikten sonra yapılan üst başvuru ve denetim usullerindeki gecikmeler sırasında, giderek artan bir gerilime ve psikolojik travmaya tabi tutulacağını belirtmiştir. Kendisinin dediğine göre yargıç veya jüri cezayı belirlerken, sanığın suçun işlendiği tarihteki yaşını veya zihinsel durumunu dikkate almak zorunda değildir; yaşı, rengi ve milliyeti nedeniyle şiddete ve cinsel saldırılara uğramayı beklediği Mecklenburg Cezaevi’ndeki “ölüm koridoru”nda, çok ağır koşullarda tutulacaktır ve sürekli olarak kendisini, infaz töreninde infaz edilirken hayal edecektir. Başvurucu ayrıca, Devlet Bakanlığı kararının orantısızlığını vurgulamak için, Federal Almanya’ya iadesi veya gönderilmesi ihtimali üzerinde durmuş ve buna itiraz etmeyeceğini söylemiştir.

Federal Almanya Hükümeti, bütün koşullar birlikte ele alındığında, başvurucuyu Virjinya’da bekleyen muamelenin, bir ölüm cezası verilmesi ve infazıyla kaçınılmaz olarak bağlantılı muamelenin çok ötesine geçeceğini ve bunun Sözleşme’nin 3. maddesi anlamında bir “insanlıkdışı muamele” oluşturacağını savunmuştur.

Öte yandan Komisyon, bu muamelenin, Sözleşme’nin 3. maddesinin tasarladığı ağırlık derecesine ulaşmayacağı sonucuna varmıştır.

Birleşik Krallık Hükümeti bu görüşe katılmıştır. Hükümet özellikle, başvurucunun Mecklenburg’da ölüm koridoruyla ve burada kendisini bekleyen akıbetle ilgili maddi iddialarından birçoğuna karşı çıkmıştır.

i. İnfazdan önceki tutulma süresinin uzunluğu

106. Virjinya’da, ölüm cezasına mahkum edilmiş bir mahpusun infaz edilmeden önce ölüm koridorunda bekleyebileceği süre, ortalama altı yıl ile sekiz yıl arasındadır (bk. yukarıda parag. 56). Komisyon’un ve Birleşik Krallık Hükümetinin kaydettiği gibi, ölümü beklerken geçen sürenin uzunluğuna, Virjinya hukukunun tanıdığı bütün üst başvuru yollarını kullanması nedeniyle, büyük ölçüde mahpusun bizzat kendisi yol açmaktadır. Virjinya Yüksek Mahkemesine otomatik üst başvuru, normal şartlarda altı aydan fazla zaman almamaktadır (bk. yukarıda parag. 52). Geri kalan süreye, bizzat mahpus tarafından açılan Eyalet ve Federal mahkemeler önündeki habeas corpus davaları ile Birleşik Devletler Yüksek Mahkemesine certiorari denetimi için yapılan başvurular sebebiyet vermekte, mahpus her aşamada yürütmeyi durdurma isteyebilmektedir (bk. yukarıda parag. 53-54). Virjinya hukukuna göre mevcut hukuk yolları, nihai ölüm cezasının hukuka aykırı ve keyfi olarak verilmemesini sağlama amacına hizmet etmektedir.

Bununla birlikte, üst başvuru koruyucuları ölüm cezasına mahkum bir kimseye sağlanacaksa, cezanın verilmesi ile infaz arasında bir süre geçmesinin kaçınılmaz olması gibi, aynı ölçüde, kişinin bu koruyucuları tam olarak kullanmak suretiyle yaşama tutunması da insan doğasının bir parçasıdır. Virjinya’daki ceza verme sonrası sağlanan karmaşık usuller, ne kadar iyi niyetli ve hatta potansiyel olarak kişinin menfaatine olsa da, cezayı almış olan kişi, sonuçta ölüm koridorundaki şartlara, büyük üzüntüye ve mevcut ölümün gölgesinde yaşamının yarattığı gerilime tahammül etmek zorunda kalacaktır.

ii. Ölüm koridorundaki şartlar

107. Başvurucunun ölüm cezasıyla cezalandırılması halinde tutulmayı beklediği Mecklenburg Cezaevi’ndeki şartlar konusunda Mahkeme, Birleşik Krallık Hükümeti tarafından itiraz konusu yapılmayan maddi noktalara dayanmakta, başvurucu tarafından, özellikle ölüm koridorunda mahpusların uğradıkları eşcinsel istismar ve fiziksel saldırılar konusunda gösterilen ek delillerin (bk. yukarıda parag. 64) güvenilirliğini belirlemeyi gerekli görmemektedir.

Mecklenburg Cezaevi’ndeki rejimin ve ayrıca burada hükümlülere sağlanan tıbbi, hukuki ve sosyal hizmetler ile yasal, yargısal ve idari denetimlerin sertliğinden, yukarıda (bk. yukarıda parag. 61-63 ve 65-68) biraz ayrıntılı olarak söz edilmiştir. Bu bağlamda Birleşik Krallık Hükümeti, cinayet nedeniyle ölüm cezasına çarptırılmış mahkumların emniyeti için ekstra güvenlik tedbirlerinin gerekliliğine dikkat çekmiştir. Kural olarak bunlar haklı görülebilecek olsa bile, Mecklenburg Cezaevi’nde ölüm koridorunda olduğu gibi uygulanan özel rejimin ağırlığı, hükümlülerin ortalama altı yıldan sekiz yıla kadar uzayan bir süreyle buna tabi tutulması nedeniyle şiddetlenmektedir.

iii. Başvurucunun yaşı ve zihinsel durumu

108. Öldürme olayları sırasında, başvurucu sadece 18 yaşındadır; itiraz konusu edilmeyen bazı psikiyatrik delillere göre, o dönemde kendisinde “eylemlerinden ötürü sorumluluğunu esaslı ölçüde zayıflatacak ölçüde … zihinsel anormallik bulunmaktadır” (bk. yukarıda parag. 11, 12 ve 21).

1966 tarihli Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 6. maddesi ile 1969 tarihli İnsan Hakları Amerikan Sözleşmesi’nin 4. maddesi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 2. maddesinden farklı olarak, suçun işlendiği tarihte 18 yaşın altında bulunan kimselere ölüm cezası verilmesini açıkça yasaklamaktadır. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 2. maddesinin kısa ve genel metnine içkin görülsün veya görülmesin, bu yasağın ilki Avrupa Sözleşmesi’ne Taraf Devletlerin büyük çoğunluğu tarafından onaylanmış olan daha sonraki iki uluslararası belgede açıkça ifade edilmiş olması, en azından genel bir kural olarak, diğer koşullarla birlikte söz konusu kişinin gençliğinin, ölüm cezasıyla bağlantılı tedbirlerin 3. maddeye uygunluğunu tartışmalı hale getirdiğini göstermektedir.

Aynı sonucu verecek şekilde akıl sağlığı bozukluğunu ele almak, Sözleşme’nin 3. maddesinin uygulanması bakımından yukarıda 100. paragrafta özetlenen Mahkeme içtihatlarına uygun düşer.

109. Birleşik Krallık Hükümetinin ve Komisyon’un vurguladığı gibi, elbette ki Virjinya hukuku bu iki faktörü ihmal etmemektedir. Virjinya Ceza Kanununa göre bir sanığın akıl bozukluğu, ya tam akıl hastalığı (insanity) derecesine vardığında mahkumiyete mutlak engel olarak veya ceza verme aşamasında yaş gibi hafifletici bir durum olarak dikkate alınır (bk. yukarıda parag. 44-47 ve 50-51). Buna ek olarak, ihtiyaç duyan cinayet sanıklarının, ayrı ceza verme muhakemesinde savunma hazırlamalarına yardımcı olmak üzere, kendileri için bir akıl sağlığı uzmanının görevlendirilmesine hakları vardır (bk. yukarıda parag. 51). Amerikan mahkemelerinin de söylediği gibi, Virjinya Ceza Kanunundaki bu hükümler hiç kuşkusuz, ölüm cezasının keyfi olarak ve kızgınlıkla verilmesini önlemeye ve bu cezayı verecek olanların takdir yetkilerini daraltmaya hizmet etmektedir (bk. yukarıda parag. 48). Bununla birlikte bu hükümler, ölüme mahkum edilmiş bir birey için Sözleşme’nin 3. maddesine göre “ölüm koridoru olgusu”nun kabuledilebilirliği bakımından, yaşın ve akli durumun önemini ortadan kaldırmamaktadır.

Cezai sorumluluk ve cezanın uygunluğu konularında hüküm vermek bu Mahkeme’nin işi değilse de, suçun işlendiği sırada başvurucunun gençliği ve mevcut psikiyatrik delillere göre akli durumu, bu olayda ölüm koridoru muamelesini, Sözleşme’nin 3. maddesi kapsamına sokmaya katkıda bulunan faktörler olarak dikkate alınmalıdır.

iv. Federal Almanya Cumhuriyetine iade ihtimali

110. Birleşik Krallık Hükümetine ve Komisyon çoğunluğuna göre, başvurucunun yargılanmak üzere, ölüm cezasının Anayasa ile kaldırılmış olduğu Federal Almanya Cumhuriyeti’ne iade veya sınırdışı edilme ihtimali (bk. yukarıda parag. 16, 19, 26, 38 ve 71-74), mevcut durum bakımından önemli değildir. Birleşik Krallık’a göre, iade edilecek kimselerden böyle bir alternatife sahip olan talihlileri Sözleşme’nin korumasından yararlandıran ve fakat bu kadar talihli olmayanları yararlandırmayan başka herhangi bir yaklaşım, “çifte standarda” yol açacaktır.

Bu argüman, hafif bir argüman değildir. Ayrıca Mahkeme, Bay Soering’e isnad edilen cinayetlerin korkunçluğunu veya suçla mücadelede iade düzenlemelerinin meşruiyetini ve yararlılığını gözden uzak tutamaz. Birleşik Krallık ile Birleşik Devletler arasındaki Suçluların İadesi Andlaşmasına göre, Birleşik Devletlerin başvurucunun gönderilmesini istemekteki amacı, hiç kuşkusuz meşru bir amaçtır. Bununla birlikte Bay Soring’in yargılanmak üzere kendi ülkesine gönderilmesi, kaçak bir suçlunun cezasız kalmasını önleyeceği gibi, ölüm koridoru nedeniyle yoğun ve uzun bir süre acı çekme riskini de ortadan kaldıracaktır. O halde bu, Sözleşme’nin 3. maddesine göre bütünsel bir değerlendirme yapılırken, mevcut olayda menfaatler arasında gerekli adil denge arayışına ve tartışma konusu iade kararının orantılılığına giren önemli bir unsurdur.

(c) Sonuç

111. Ölüme mahkum olan herhangi bir mahpus için, cezasının verilmesi ile infazı arasında bir sürenin geçmesi ve sert hapislik için gerekli şartlarda ağır stres yaşanması kaçınılmazdır. Virjinya hukuk sisteminin genel olarak demokratik bir karaktere sahip olduğundan ve Virjinya’daki ceza verme ve üst başvuru yargılamalarının pozitif özellikleri bulunduğundan kuşku yoktur. Mahkeme, başvurucunun Birleşik Devletler’de tabi tutulacağı adalet mekanizmasının bizzat kendisinin keyfi veya gayri makul olmadığı ve fakat daha çok hukukun üstünlüğüne saygı gösterdiği ve bir cinayet davasında sanığa önemli usul koruyucuları sağladığı konusunda, Komisyon’un görüşüne katılmaktadır. Ölüm koridorundaki hükümlülerin, kendilerine sağlanan özellikle psikolojik ve psikiyatrik hizmetlerden yararlanmaları mümkündür (bk. yukarıda parag. 65).

Ancak Mahkeme’ye göre, ölüm cezasının infazını beklemenin yarattığı çok büyük üzüntüyle ölüm koridorundaki böylesi ağır koşullar altında çok uzun bir süre geçirilmesi ve başvurucunun özellikle yaşı ile suçun işlendiği tarihteki zihinsel durumu gibi kişisel durumu dikkate alındında, başvurucunun Birleşik Devletlere iade edilmesi, kendisini Sözleşme’nin 3. maddesinin eşiğinin ötesine geçen bir muamele riskine maruz bırakacaktır. Dikkate alınması gereken bir husus da, mevcut olayda suçlunun iadesinin meşru amacının, bu denli yoğun ve uzun bir ıstırabı gerektirmeyen başka vasıtalarla gerçekleştirilebilecek olmasıdır.

Buna göre, Devlet Bakanlığının başvurucunun Birleşik Devletlere iade edilmesi kararı, uygulanacak olursa, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlaline yol açacaktır.

Bu tespit, bu davanın başından beri, ilk olarak Sözleşme organları tarafından verilmiş tedbir kararları gereğince başvurucunun Birleşik Devletlere teslimini durdurmak ve ikinci olarak bir yargısal karar için bu davayı bizzat Mahkeme önüne getirmek suretiyle (bk. yukarıda parag. 1, 4, 24 ve 77), Sözleşme’den doğan yükümlülüklerine uymak istediğini gösteren Birleşik Krallık Hükümetinin iyi niyeti üzerinde kuşku uyandırmamaktadır.

II. Sözleşme’nin 6. maddesinin ihlali iddiası

A. Birleşik Devletlerdeki ceza yargılaması

112. Başvurucu, Federal mahkemeler önünde tali (collateral) itirazları parasal açıdan desteklemek için Virjinya’da adli yardım verilmediğinden (bk. yukarıda parag. 57), Birleşik Devletlere dönmesi halinde, Sözleşme’nin 6(3)(c) bendinin gerektirdiği şekilde yasal olarak temsil edilmeyeceğini ileri sürmüştür. Bu bend şöyledir:

“Hakkında bir suç isnadı bulunan bir kimse, asgari şu haklara sahiptir:

(c) kendisini bizzat veya seçeceği bir avukat aracılığıyla savunma; avukata ödeme yapabilmek için yeterli imkanı yoksa ve adaletin yararı gerektiriyorsa ücretsiz hukuki yardım alma;

…”

Komisyon, başvurucu hakkında düşünülmüş olan iadenin, Birleşik Krallık Hükümetinin Sözleşme’nin 6(3)(c) bendi bakımından sorumluluğunu doğuramayacağı görüşünü açıklamıştır. Birleşik Krallık Hükümeti bu çözümlemeye katılmış ve alternatif olarak, başvurucunun iddialarının temelsiz olduğunu savunmuştur.

113. Sözleşme’nin 6. maddesinde yer verildiği şekilde, ceza muhakemesinde adil yargılanma hakkı, demokratik bir toplumda öncelikli bir yer tutar (bk. diğerleri arasında, 12.02.1985 tarihli Colozza kararı, parag 32). Mahkeme, bir kaçağın iadeyi talep eden ülkede adil yargılama görmeme şeklinde açık bir riskle karşılaşmış veya karşılaşacak olması halinde, bir iade kararının Sözleşme’nin 6. maddesiyle ilgili bir meselenin istisnai olarak doğabileceği ihtimalini gözden uzak tutmamaktadır. Ancak mevcut davadaki olaylar, böyle bir riskin bulunduğunu ortaya koymamaktadır.

Buna göre, bu noktada Sözleşme’nin 6(3)(c) bendi bakımından bir mesele bulunmamaktadır.

B. İngiltere’deki iade yargılaması

114. Başvurucu ayrıca, Magistra Mahkemesindeki iade yargılamasında, kendisinin psikiyatrik durumuyla ilgili delillerin incelenmemesi nedeniyle, Sözleşme’nin 6(1). fıkrası ile 6(3)(d) bendinin ihlal edildiğini ileri sürmüştür. Bu konudaki hükümler şöyledir:

“1. Herkes, … hakkındaki bir suç isnadının karara bağlanmasında … adil … yargılanma hakkına sahiptir. …”

3. Hakkında bir suç isnadı bulunan bir kimse, asgari şu haklara sahiptir:

(d) aleyhine olan tanıkları sorguya çekme ve sorguya çektirme; lehine olan tanıkların aleyhine olan tanıklarla aynı şartlarda hazır bulunmalarını ve sorguya çekilmelerini sağlama;

…”

115. Komisyon temsilcisinin de işaret ettiği gibi, bu şikayet Komisyon önünde ileri sürülmemiştir. Başvurucunun, psikiyatrik delillerin gereği gibi dikkate alınmadığına dair daha sonra bulunduğu iddialar Sözleşme’nin 3. maddesiyle ilgili olup, Devlet Bakanlığının kendisini Birleşik Devletlere nihai olarak iade etme kararıyla sınırlıdır. Başvurucu, Magistrate Mahkemesindeki yargılamanın kapsamı ve şekli konusunda, Sözleşme’nin 6. veya 3. veya 13. maddesi bakımından bir şikayet formüle etmemiştir. Bu durumda, başvurucunun Sözleşme’nin 6. maddesine aykırılık iddiası, sadece başka bir hukuki iddia veya argüman değil, fakat Komisyon’un kabuledilebilirlik kararıyla çerçevelenmiş olan bu davanın kapsamı dışında kalan yeni ve ayrı bir şikayettir (bk. diğerleri arasında 04.12.1979 tarihli Schiesser kararı, parag. 41 ve 18.12.1986 tarihli Johmston ve Diğerleri kararı, parag. 48).

Buna göre Mahkeme’nin, bu meseleye girme yetkisi yoktur.

III. Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlali iddiası

116. Başvurucu son olarak, Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmiştir. Bu madde şöyledir:

“Bu Sözleşme’de düzenlenen hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi sıfatla hareket eden kişilerden başka kimseler tarafından işlenmiş olsa da, ulusal bir makam önünde etkili bir hukuki bir yola başvurma hakkına sahiptir.”

Başvurucu, Birleşik Krallık’ta Sözleşme’nin 3. maddesine dayanan şikayeti bakımından etkili bir hukuk yoluna sahip olmadığını ileri sürmüştür. Komisyon çoğunluğu aynı sonuca varmıştır. Ancak Birleşik Krallık Hükümeti, Sözleşme’nin 13. maddesinin mevcut olayda uygulanabilir olmadığını veya alternatif olarak, iç hukukta öngörülen hukuk yolları toplamının yeterli olduğunu iddia ederek, bu görüşe katılmamıştır.

117. Mahkeme’nin Sözleşme’nin 3. maddesi konusunda vardığı sonuç (bk. yukarıda parag. 111) göz önünde tutulduğunda, başvurucunun 3. madde bakımından iddiası, Sözleşme hükümleriyle bağdaşmaz veya esas bakımından “savunulamaz” görülemez (bk. diğerleri arasında, 27.04.1988 tarihli Boyle ve Rice kararı, parag. 52).

Buna rağmen Birleşik Krallık Hükümeti, Sözleşme’nin 13. maddesinin bu olaydaki şartlara uygulanabilir olmadığını, çünkü aslında bu itirazın Birleşik Krallık ile Birleşik Devletler arasındaki andlaşma hükümlerine karşı olduğunu ve ayrıca maddi hükmün ihlali iddiasının ileride gerçekleşecek bir duruma ilişkin olduğunu savunmuştur.

Mahkeme, Sözleşme’nin 13. maddesinin uygulanabilirliğiyle ilgili bu iki itirazı özel olarak incelemesi gerekmediğini düşünmektedir; çünkü Mahkeme, her halükarda 13. maddesindeki şartların ihlal edilmediği sonucuna varmıştır.

118. Birleşik Krallık Hükümeti, habeas corpus başvurusu ile yargısal denetim başvurusunun, Magistrate Mahkemesi önündeki yargılamanın toplam olarak sağladığı hukuk yoluna (bk. yukarıda parag. 21-23, 32-33 ve 35) dayanmıştır.

119. Mahkeme, incelemesine yargısal denetim yargılamalarını incelemekle başlayacaktır; çünkü bu, alınan bir iade kararına karşı mevcut olan başlıca itiraz vasıtasıdır.

Hem başvurucu ve hem de Komisyon, yargısal denetimin kapsamının, başvurucunun Sözleşme’nin 3. maddesine göre yaptığı şikayetin konusunu incelemeye izin vermeyecek kadar dar olduğu görüşündedirler. Başvurucu ayrıca, idarenin kararlarına karşı mahkemelerin tedbir kararları verme yetkileri bulunmamasının, yargısal denetimin etkili bir hukuk yolu olmamasına yol açan ilave bir gerekçe olduğunu iddia etmiştir.

120. Sözleşme’nin 13. maddesi, Sözleşme’deki hak ve özgürlükler iç hukuk düzeninde hangi biçimde korunmuş olursa olsun, ulusal düzeyde bu hak ve özgürlüklerin özünün uygulanabilmesi ve böylece bunlara aykırılık bulunduğunun iddia edilebilmesi için, bir hukuk yolunun mevcudiyetini güvence altına almaktadır (bk. yukarıda geçen Boyle ve Rice kararı, parag. 52). Sözleşme’nin 13. maddesi, bir kimsenin hem iddiası hakkında karar verilmesi hem de gerektiği taktirde bir giderim elde etmesi için bir hukuk yoluna sahip olmasını gerektirir (bk. diğerleri arasında, 25.03.1983 tarihli Silver ve Diğerleri kararı, parag. 113(a)).

121. Bir mahkeme bir yargısal denetim yargılamasında, idarenin takdir yetkisini kullanmasını, yasaya aykırılık (illegality), mantıksızlık (irrationality) veya usulsüzlük (procedural improperiety) gerekçesiyle hukuka aykırı bulabilir. Bir iade olayında, “Wednesbury prensipleri” denilen prensiplere dayanılarak uygulanan “mantıksızlık” testi, hiçbir makul Devlet Bakanının o koşullarda kişiyi teslim etme kararı vermeyeceği anlamına gelmektedir (bk. aynı yer). Birleşik Krallık Hükümetine göre bir mahkeme, bir kaçağın insanlıkdışı veya aşağılayıcı bir muamele göreceği ortaya çıktığı halde bir ülkeye gönderilmesi kararına karşı itiraz edilmesi halinde, makul hiçbir Devlet Bakanının böyle bir karar alamayacağı gerekçesiyle, kararı iptal etme yetkisine sahiptir. Sözleşme Birleşik Krallık hukukunun bir parçası olarak görülmediği halde, Mahkeme, İngiliz mahkemelerinin Bay Soering tarafından Sözleşme organları önünde Sözleşme’nin 3. maddesi bağlamında dayandığı türden faktörlerin ışığında verilen bir iade kararının “makullüğünü” denetleyebileceğine ikna olmuştur.

122. Bay Soering, elbette habeas corpus başvurusuyla birlikte, bir yargısal denetim başvurusunda bulunmuş; fakat Yargıç Lloyd’un “mantıksızlık” konusunda olumsuz yanıtıyla karşılaşmıştır (bk. yukarıda parag. 22). Ancak, Yargıç Lloyd’un da izah ettiği gibi bu talep, prematüre olduğu için olumsuz karşılanmıştır; çünkü mahkemelerin sadece, Bakanlığın gerçekten karar vermiş olması halinde denetim yetkileri vardır (bk. aynı yer). Kaldı ki Bay Soering tarafından ileri sürülen argümanlar, Sözleşme organları önünde Sözleşme’nin 3. maddesine göre yaptığı şikayeti haklı göstermek için dayandığı argümanlarla hiçbir şekilde aynı değildir. Başvurucunun avukatı Divisional Court önünde, Birleşik Devletler makamları tarafından verilen güvencelerin, makul hiçbir Devlet Bakanı tarafından Andlaşmaya göre tatmin edici bulunamayacağını ileri sürmekle yetinmiştir. Bu argüman, ölüm cezasının verilmesine karşı çıkan, fakat ölüm cezası üzerine Bay Soering’i bekleyen muamelenin niteliği hakkında hiçbir şey söylemeyen bir argümana benzemektedir; ki, başvurucunun insanlıkdışı ve aşağılayıcı muamele iddiasının esası budur.

Bay Soering’i, uygun anda bir yargısal denetim başvurusunda bulunmaktan ve “ölüm koridoru olgusu” bağlamından Sözleşme organları önünde gösterdiği aynı materyallere dayanarak “Wednesbury mantıksızlığı”nı iddia etmekten alıkoyan bir şey bulunmamaktadır. Böyle bir iddia, tehlikede olan insan hakkı temel bir niteliğe sahip olduğu için, “çok derinden incelenecektir” (bk. yukarıda parag. 35). Sözleşme’nin 13. maddesi bakımından bir hukuk yolunun etkililiği, Bay Soering için kesin olumlu bir sonuç vermesine dayanmamaktadır (bk. 06.02.1976 tarihli İsveç Makinistler Sendikası kararı, parag. 50); her halükarda, İngiliz mahkemelerinin vereceği kararın ne olacağı konusunda spekülasyonda bulunmak Mahkeme’ye düşmez.

123. İngiliz mahkemelerinin idarenin bir işlemine karşı tedbir kararı verme yetkisinin bulunmaması (bk. yukarıda parag. 35/son), Mahkeme’ye göre, mevcut bağlamda yargısal denetimin etkililiğini azaltmaz; çünkü pratikte, bir kaçağın Divisional Court’a başvuru yapmasından ve daha sonra buna karşı üst başvurusunun karara bağlanmasından önce teslim edileceğini gösteren bir belirti yoktur.

124. Mahkeme, Bay Soering’in İngiliz hukukuna uyarınca Sözleşme’nin 3. maddesiyle ilgili şikayeti bakımından etkili bir hukuk yoluna sahip olduğu sonucuna varmaktadır. Bu durumda, Birleşik Krallık Hükümeti tarafından dayanılan diğer iki iç hukuk yolunu incelemeye ihtiyaç bulunmamaktadır.

Bu nedenlerle, Sözleşme’nin 13. maddesi ihlal edilmemiştir.

IV. Sözleşme’nin 50. maddesinin uygulanması

125. Sözleşme’nin 50. maddesi şöyledir:

“Mahkeme, bir Sözleşmeci Tarafın resmi makamları veya diğer makamları tarafından verilen bir kararın veya yapılan bir tasarrufun tamamen veya kısmen bu Sözleşme ile üstlendiği yükümlülüklere aykırı olduğunu tespit ederse ve bu Sözleşmeci Tarafın iç hukuku verilen kararın veya yapılan tasarrufun sonuçlarını ancak kısmen onarmaya imkan veriyorsa, Mahkeme gerekli gördüğü takdirde zarara uğrayan tarafa adil bir karşılık ödenmesine hükmedebilir.”

Bay Soering’in söylediğine göre, yaptığı başvurunun gayesinin Sözleşme tarafından güvence altına alınmış olan haklardan yararlanabilmek olduğundan, iddialarıyla ilgili bir adil karşılık, ancak Mahkeme’nin vereceği kararın etkili bir şekilde yerine getirilmesiyle gerçekleştirilebilir. Başvurucu, Mahkeme’yi kararın yerine getirilmesiyle ilgili talimatlar vermek suretiyle kendisine ve bu davanın Tarafı olan Devletlere yardımcı olmaya davet etmiştir.

Başvurucu ayrıca, Amerika Birleşik Devletler makamları tarafından Birleşik Krallık Hükümetine kendisinin iadesiyle ilgili talebinden doğan yargılamada temsil ücretlerini ve masraflarını talep etmiştir. Bu miktarı, avukatlarının ücretlerini iç hukuktaki yargılamada bakımından 1,500 Sterlin, Strasbourg yargılaması bakımından 21,000 Sterlin; avukatlarının Sözleşme organları önüne çıkabilmek için seyahat masraflarını 2,067 Sterlin, kalma masraflarını 4,885.60 Fransız Frangı; cepten yaptıkları harcamalar konusunda ilki için 2,185.80 Sterlin ile 145 Fransız Frangı olarak, toplam 26,752.80 Sterlin ve 5,030.60 Fransız Frangı olarak belirlemiştir.

126. Sözleşme’nin 3. maddesi henüz ihlal edilmemiştir. Bununla birlikte Mahkeme, Devlet Bakanının başvurucuyu Amerika Birleşik Devletlerine iade etme kararının yerine getirilmesi halinde Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edileceğini tespit ettiğinden, 50. madde mevcut davaya uygulanabilir olarak görülmelidir.

127. Mahkeme, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edildiğinin tespit edilmiş olmasının, 50. madde bakımından yeterli adil karşılık oluşturduğunu kabul etmektedir. Mahkeme, Sözleşme’de başvurucunun talep ettiği türden yardımcı talimatlar vermekle yetkili kılınmamıştır (bk. ayrıntılardaki farklılıklarla birlikte, 24.02.1983 tarihli Dudgeon kararı, parag. 15). Mahkeme kararlarının icrasını gözetme görevi, Sözleşme’nin 54. maddesi vasıtasıyla Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesine bırakılmıştır.

128. Birleşik Krallık Hükümeti, ücretler ve masrafların geri ödenmesine kural olarak karşı çıkmamış, fakat Mahkeme’nin başvurucunun şikayetlerinden bir veya birden fazlası için ihlal tespit etmesi halinde, Mahkeme’nin 50. maddenin gerektirdiği şekilde hakkaniyet esasına göre karar verirken, hükmedeceği miktarı buna göre indirmesinin uygun olacağını belirtmiştir (bk. 18.11.1982 tarihli Le Compte, Van Leuven ve De Meyere kararı, parag. 21).

Başvurucunun temel düşüncesi ve tarafların argümanlarının tamamı, Sözleşme’nin 3. maddesine göre yapılan şikayet üzerine yoğunlaşmış olup, bu konuda başvurucu olumlu sonuç elde etmiştir. Bu nedenle Mahkeme, hakkaniyet gereği, başvurucunun ücretler ve masraflarının bütünüyle karşılanması gerektiğini kabul etmektedir.

KARAR

BU GEREKÇELERLE MAHKEME OYBİRLİĞİYLE,

1. Devlet Bakanının başvurucunun Amerika Birleşik Devletlerine iade edilmesi kararının uygulanacak olması halinde, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edileceğine;

2. Aynı durumda Sözleşme’nin 6(3)(c) bendinin ihlal edilmeyeceğine;

3. Sözleşme’nin 6(1). fıkrası ve 6(3)(d) bendine göre yapılan şikayetleri ele alma yetkisinin bulunmadığına;

4. Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edilmediğine;

5. Birleşik Krallık’ın başvurucuya, ücretler ve masraflar için toplam 26,782.80 Sterlin ile 5,030.60 Fransız Frangı ile istenebilecek olan katma değer vergisinin ödenmesine;

6. Adil karşılıkla ilgili diğer taleplerin reddine

KARAR VERMİŞTİR.

M.B. ve Diğerleri / Türkiye

Aşağıdaki metin kararın resmi olmayan özetidir.

M.B. ve Diğerleri / Türkiye

(36009/08)

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI

15 Temmuz 2010

 

30 Temmuz 2008 tarihinde Mahkeme başvuru sahiplerinin 3 Eylül 2008’e dek İran’a sınır dışı edilmemeleri hakkında 39 sayılı Kuralı yayınladı.

1 Ağustos 2008’de Türkiye Hükümeti, Mahkeme’nin faksla iletilen ve geçici tedbiri bildiren mektubunu (Strazburg yerel saatine göre) 12.57’de aldıklarını ve ulusal makamları derhal bilgilendirdiklerini Mahkeme’ye bildirdi. Ancak başvuru sahipleri Türkiye yerel saatine göre 14.00’de (Strazburg yerel saatine göre 13.00) İran’a sınır dışı edildi. Hükümet, başvuru sahiplerinin saat (Türkiye yerel saatine göre) 14.00’de sınır dışı edildiklerine dair Türk ve İranlı sınır görevlilerinin imzalarını taşıyan bir belge ibraz etti.

22 Ağustos 2008’de başvuru sahiplerinin temsilcisi Mahkeme’ye başvuru sahiplerinin İran polisi tarafından gözaltında tutulduklarını ve sorgulandıklarını bildirdi. Mahkeme öncesinde polis yetkililerine rüşvet vererek kaçmayı başardılar. Ardından Türkiye topraklarına yeniden giriş yaptılar.

25 Ağustos 2008’de Divan Başkanı, yeni bir bildirime dek Mahkeme İç Tüzüğü Kural 39 ile belirlenen geçici tedbirin uzatılmasına karar verdi.

 

Dosyanın Geçmişi

Anne, baba ve iki çocuktan oluşan İranlı bir aile. 28 Temmuz 1999’da başvuru sahipleri Türkiye’ye geldi. Başvuru sahiplerinin bildirimlerine göre, polis görevlisi olan ilk başvuru sahibinin İran’da siyasi muhaliflere yardım etmesinden dolayı İran’dan kaçmak zorunda kaldılar.

Belirtilmeyen bir tarihte başvuru sahipleri geçici ikamet izni için Hakkari’deki ulusal makamlara müracaat ettiler. Hükümet’in bildirimine göre, 2 Ağustos 2002 tarihinde başvuru sahiplerinin BMMYK başvuruları reddedildi.

Belirtilmeyen bir tarihte başvuru sahipleri İstanbul’a taşındı. 2002’de başvuru sahipleri Hıristiyanlık dinini benimseyerek İstanbul’daki Gedik Paşa Ermeni Protestan Kilisesi’nde çalışmaya başladılar.

Nisan 2008’de başvuru sahiplerine BMMYK Ankara tarafından mülteci statüsü verildi. Mülteci statüsünü almaları ardından başvuru sahipleri, Türkiye’deki statülerini meşru kılmak amacıyla BMMYK’nın talimatı üzerine Hakkari’ye geri döndüler.

14 Mayıs 2008’de başvuru sahipleri Hakkari Emniyet Müdürlüğü’ne bağlı yabancılar dairesine ve Hakkari Cumhuriyet Başsavcılığı’na ikamet izni başvurusunda bulundular. Polis görevlileri tarafından ifadeleri alındı. İlk ve dördüncü başvuru sahibine, pasaportlarında 2002 – 2008 yılları arasında Türkiye’de kaldıkları süre zarfında İran’a seyahat ettiklerini gösteren damgaların sebebi sorulduğunda, İran’a yasadışı olarak sahte pasaportla gittiklerini ve vizelerini geçerli hale getirmek ve İran’dan Farsça İncil getirmek üzere Türkiye’ye yeniden giriş yaptıklarını ifade ettiler.

30 Temmuz 2008’de başvuru sahipleri Hakkari Emniyet Müdürlüğü’ne çağrıldı ve aynı gün içinde İran’a sınır dışı edilecekleri kendilerine bildirildi. Aynı gün içinde başvuru sahipleri İran’a sınır dışı edildi.

31 Temmuz 2008’de başvuru sahipleri Türkiye’ye yeniden yasadışı giriş yaptı. 21 Ağustos 2008’de başvuru sahipleri Ankara’daki BMMYK ofisine gittiler.

Ağustos 2008’de başvuru sahiplerinin temsilcisi Mahkeme İç Tüzüğü Kural 39 ile belirlenen geçici tedbiri göz önünde bulundurarak, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne sınır dışı kararının durdurulması ve ikamet izni verilmesine ilişkin başvuruda bulundu. Başvurusuna yanıt alamadı. Başvuru sahiplerinin temsilcisinin bildirimine göre, başvuru sahipleri şuanda Ankara’da saklanmaktadır.

Madde 3 (İran’a sınır dışı edilmek)

Mahkeme, Hükümet’in başvuru sahiplerinin ilk ikamet izni taleplerinin reddetme kararını, BMMYK’nın başvuru sahiplerinin ilk iltica taleplerini reddetmesi ile aynı doğrultuda aldığını iddia ettiğini gözlemler. Ancak BMMYK sonrasında başvuru sahiplerinin dosyasını yeniden açarak bu kişileri mülteci olarak tanımıştır.

Mahkeme aynı zamanda, başvuru sahiplerinin 14 Mayıs 2008’de polise ifade verdikleri sırada Hıristiyanlık dinini benimsediklerinden ve BMMYK’nın onlara mülteci statüsü verdiğinden de bahsetmiş olmalarına dikkat çeker. Yine de karakola çağrılarak İran’a sınır dışı edilmişlerdir. Bu koşullar altında, Mahkeme başvuru sahiplerinin dinleri esasında İran’da karşılaşabilecekleri riske ilişkin iddialarının, sınır dışı edilmelerinden önce yerel makamlarca makul surette incelendiğine ikna olmamıştır.

Mahkeme, başvuru sahiplerinin İran’a gönderilmesi halinde Sözleşme Madde 3’ün ihlal edilmiş olacağı hükmüne varır.

Madde 13 (sınır dışına itiraz için iç hukuktaki etkin care)

Başvuru sahipleri 30 Temmuz 2008’de İran’a sınır dışı edilmelerinden önce sınır dışı talimatının kendilerine bildirilmediğini, dolayısıyla yetkililerin kararına ulusal mahkemeler nezdinde itiraz etmek için kendilerine herhangi bir imkan tanınmadığını belirtmiştir.

Mahkeme bu durumun, benzer meselelerin konu edildiği Abdolkhani ve Karimnia davasında Sözleşme Madde 13’ün ihlali olarak halihazırda tespit edildiğine dikkat çeker.

Mahkeme başvuru sahiplerine, Sözleşme Madde 3 kapsamındaki şikayetleriyle bağlantılı olarak etkin ve erişilebilir bir yasal çare sağlanmadığı sonucuna varır.


Madde 5, 4. bendi (gözaltı)

Başvuru sahipleri Sözleşme Madde 5 ve 6 kapsamında, 30 Temmuz 208 tarihinde kendilerine itiraz etme hakkı tanınmaksızın gözaltına alındıklarını iddia etmiştir. Bu hususta, gözaltına alındıkları süre zarfında bir avukata erişimleri olmadığını ve gözaltı ardından hakim huzuruna çıkartılmadıklarını bildirmişlerdir.

Mahkeme, başvuru sahiplerinin 30 Temmuz 2008 tarihinde İran’a sınır dışı edilene dek azami altı saat boyunca gözaltında kaldıklarına dikkat çeker. Halihazırda sona ermiş olan kısa süreli gözaltının yasallığını gözden geçirecek çarelerin, Madde 5, 4. bendi kapsamında olmadığı içtihadı uyarınca Mahkeme, başvuru sahiplerinin Sözleşme Madde 5, 4. bendi bakımından şikayetlerinin esasını tespit etmeye gerek görmez.


Madde 34 (Kural 39’a rağmen sınır dışı)

Mahkeme, bir Taraf Devlet’in makamlarının, Mahkeme tarafından öngörülen tedbire uygun hareket etmek üzere makul şekilde atılması gereken tüm adımların atmaması halinde Madde 34’ün ihlal edilmiş olacağını hatırlatır.

Mahkeme, faks mesajının Hükümet tarafından alınmasından başvuru sahiplerinin sınır dışı edilmesine dek geçen kısa süreyi göz önünde bulundurarak, Hükümet’in Mahkeme tarafından belirtilen tedbire uyma bakımından gerekli özeni gösterip göstermediğinin belirlenemeyeceğini düşünür.

Buna göre, Sözleşme Madde 34’ün ihlali söz konusu değildir.

Karar

Başvuru sahiplerinin İran’a sınır dışı edilmeleri ile Sözleşme Madde 3 ihlal edilmiştir;

Başvuru sahiplerinin Sözleşme Madde 3 kapsamındaki şikayetleriyle bağlantılı olarak, Sözleşme Madde 13 ihlal edilmiştir.

Başvuru sahiplerinin Sözleşme Madde 5, 4. bendi kapsamındaki şikayetleri için ayrı bir karar alınması gerekmemektedir;

Sözleşme Madde 34’ün ihlali söz konusu değildir.

Zararlar

Başvuru sahipleri müştereken maddi ve gayri maddi zararları için sırasıyla 6,500 Avro (EUR) ve 40,000 EUR talep etmiştir.

Mahkeme tespit edilen ihlal ile iddia edilen maddi zarar arasında nedensel bir bağlantı görmemektedir; dolayısıyla bu talebi reddeder. Başvuru sahiplerince talep edilen gayri maddi zararlara istinaden Mahkeme, Sözleşme Madde 3’ün muhtemel ihlalinin ve Sözleşme Madde 13’ün fiili ihlalinin hakkaniyete uygun biçimde zarar gören tarafın tatmini olduğuna hüküm verir.

Jabari / Türkiye

JABARİ / TÜRKİYE DAVASI

(40035/98)

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI

11 Temmuz 2000

 

USULİ İŞLEMLER

1. Davanın nedeni, bir İran Vatandaşı olan Hoda Jabari’nin (“başvuran”), 26 Şubat 1998 tarihinde, İnsan Haklarını ve Temel Hakları Korumaya Dair Sözleşme’nin (“Sözleşme”) eski 25.maddesi uyarınca, Türkiye aleyhine Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na (“Komisyon”) yaptığı başvurudur (başvuru no. 40035/98).

2. Başvuranı Mahkeme huzurunda, Ankara’da faaliyet gösteren, Av. Selahattin Esmer temsil etmektedir. Türk Hükümeti, Mahkeme önündeki işlemler için bir görevli atamamıştır.

3. Başvuran, Türkiye’den sınırdışı edildiği takdirde kötü muameleye maruz kalacağını ve taşlanarak öldürüleceğini; dolayısıyla sınırdışı edilmesini engellemek için kendisine etkili bir iç hukuk yolu sunulmadığını iddia etmektedir. Bu iki şikayete ilişkin olarak da Sözleşme’nin 3. ve 13. maddesini öne sürmektedir.

4. Başvuru, Mahkeme’ye, Sözleşme’nin 11 No’lu Protokolü’nün yürürlüğe girdiği (11 No’lu Protokol’ün 5. maddesinin 2. fıkrası) tarih 1 Kasım 1998 tarihinde gönderilmiştir.

5. Başvuru, Mahkeme’nin 4. Kısım’ına verilmiş (İçtüzük, 52. madde, 1.fıkra) ve bu bölüm içinde Davayı inceleyecek olan daire (Sözleşme’nin 27§1 Maddesi), İçtüzüğün 26§1 Maddesine uygun olarak teşekkül etmiştir. Mahkeme’de Türkiye’yi temsil eden Sn. Yargıç Rıza Türmen davadan çekilmiştir (İçtüzük 28.madde). Bunun üzerine Hükümet Sn. Feyyaz Gölcüklü’yü Sn. Rıza Türmen’in yerine atamıştır (Sözleşme’nin 27§2 ve İçtüzüğün 29§1 maddeleri).

6. Komisyon, eski İçtüzüğün 36. maddesi uyarınca tarafların çıkarı gözetilerek ve adaletin doğru olarak tecelli edebilmesi için Hükümet’ten, başvuranın sınırdışı edilmesi işleminin Komisyon karar verene değin uygulanmamasını istemiştir. 11. Protokol’ün yürürlüğe girmesini müteakip, m. 5/2 uyarınca, Mahkeme, ikinci bir bildiriye kadar İçtüzüğün 39. maddesinin uygulanmasını teyid etmiştir.

7. 28 Ekim 1999 tarihli bir kararla davaya bakan Daire başvuruyu kısmen kabul edilebilir bulmuştur.

8. Başvuran ve Hükümet, esaslara ilişkin görüş bildirmişlerdir (İçtüzük m. 59/1). Daire, taraflarla istişarede bulunduktan sonra, duruşma yapılmasına gerek olmadığına (İçtüzük m.59/2 ) ve tarafların birbirlerinin görüşlerine yazılı olarak cevap vermelerine karar vermiştir.

 

OLAYLAR

I. Davaya Esas Teşkil Eden Olaylar

9. Başvuran, 1995 yılında, 22 yaşında ve bir sekreterlik okuluna devam etmekte iken İranlı bir adam (X) ile tanışmış ve ona aşık olmuştur. Bir süre sonra da evlenmeye karar vermişlerdir.

10. Fakat X’in ailesi evlenmelerine karşı çıkmıştır. Haziran 1997’de X başka bir kadınla evlenmiştir. Başvuran onu görmeye ve onunla cinsel ilişkiye girmeye devam etmiştir.

11. Ekim 1997’de başvuran ve X, birlikte caddede yürürlerken polis tarafından durdurulmuşlar ve X evli olduğu için gözaltına alınmışlardır.

12. Başvuran, gözaltındayken bir bekaret testine tabi tutulmuş ve birkaç gün sonra da ailesinin yardımıyla serbest bırakılmıştır.

13. Kasım 1997’de başvuran yasadışı yoldan Türkiye’ye girmiş, Şubat 1998’de İstanbul’a geçmiş ve oradan sahte bir Kanada pasaportuyla Fransa üzerinden Kanada’ya uçmayı denemiştir.

14. Başvuran, Paris havaalanına indiğinde Fransız polisi kendisini sahte pasaportla yakalamıştır.

15. 4 Şubat 1998’de başvuran bir İstanbul uçağına bindirilmiş, İstanbul’a gelişini müteakip, 5 Şubat 1998 günü saat 1’de Türkiye’ye sahte pasaportla giriş yaptığı gerekçesiyle tutuklanmıştır. Pasaportu incelenmek için alıkonulmuştur.

16. 6 Şubat 1998’de başvuran, havaalanındaki karakoldan alınarak, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesine götürülmüştür. Başvuran, Pasaport Kanunu’na aykırı olarak Türkiye’ye sahte pasaportla giriş yaptığı gerekçesiyle Bakırköy Cumhuriyet Savcısı’nın huzuruna çıkarılmış daha sonra da sınırdışı edilmek üzere İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderilmiştir. Başvuran Yabancılar Şubesi’nde Irak’a gönderileceğini anladığında kendisinin İran vatandaşı olduğunu söylemiş ve iltica talebinde bulunmuştur. Başvuru süresinin geçmesi nedeniyle polis başvuruyu reddetmiştir. Zira, 1994 tarihli Mülteciler Yönetmeliği uyarınca başvuranın Türkiye’ye girişinden itibaren 5 gün içinde iltica talebinde bulunması gerekmektedir.

17. Başvurana göre, kendisi 26 Mart 1998 tarihine kadar Yabancılar Şubesi’nde gözaltında tutulmuştur. Bu tarihten sonra, Birleşmiş Milletler MültecilerYüksek Komiserliği’nin (BMMYK) müdahalesini müteakip başvuran, İstanbul’da bir otele yerleştirilmiştir.

18. 12 Şubat 1998’de BMMYK’dan bir memur, yetkililerin izniyle, 1951 Mültecilerin Statüsüne İlişkin Cenevre Sözleşmesi (Cenevre Sözleşmesi) uyarınca, başvuranla iltica talebine ilişkin olarak görüşmüştür. 16 Şubat 1998 tarihinde, İran’a gönderildiği takdirde kendisini gerçek anlamda işkence ve ölüm tehlikesi beklediğinden dolayı başvurana, BMMYK tarafından mülteci statüsü verilmiştir.

19. 8 Mart 1998 tarihinde başvuran sınırdışı edilme kararına karşı Ankara İdare Mahkemesi’ne başvurmuş ve yürütmenin durdurulmasını istemiştir.

20. 16 Nisan 1998’de adı geçen mahkeme, başvuranın dilekçesini sınırdışı etme kararında kanuna aykırı bir durum olmadığı için reddetmiş ve kararın uygulanması halinde onarılması mümkün olmayan zararların meydana gelmeyeceği gerekçesiyle de yürütmenin durdurulmasına gerek olmadığı sonucuna varmıştır.

21. 4 Kasım 1998 tarihinde, Ankara İdare Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca başvurusu sonuçlanana kadar ikamet izni verildiği için sınırdışı edilme tehlikesinin kalmadığı gerekçesiyle başvuranın serbest bırakılmasına karar vermiştir.

 

II. İlgili İç Hukuk

A.İdare Hukuku Hükümleri

22. Türk Anayasası m.125 aşağıdaki gibidir: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır (…). İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir (…)”

23. Anayasa’nın 155. maddesi aşağıdaki gibidir: “Danıştay, idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar. (…)”

24. 2576 sayılı Bölge İdare Mahkemeleri, İdare Mahkemeleri ve Vergi Mahkemelerinin Kuruluşu ve Görevleri Hakkında Kanun’un 5. maddesi aşağıdaki gibidir. “İdare mahkemeleri, vergi mahkemelerinin görevine giren davalarla ilk derecede Danıştayda çözümlenecek olanlar dışındaki(a) iptal davalarını (b) tam yargı davalarını(c) (…)çözümler.”

25. Danıştay Kanunu’nun 25. maddesi aşağıdaki gibidir: “İdare mahkemeleri ile vergi mahkemelerince verilen nihai kararlar ve ilk derece mahkemesi olarak Danıştayda görülen davalarla ilgili nihai kararlar Danıştayda temyiz yoluyla incelenir ve karara bağlanır.”

 

B. Sığınma Arayanlarla İlgili Hukuk ve Uygulama

26. Türkiye, 1951 Mültecilerin statüsüyle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ni ve ona bağlı 1967 tarihli Protokolü onaylamıştır. 1951 Sözleşmesi uyarınca Türkiye, sığınmacı statüsünün verilişini Avrupa’dan gelenlerle sınırlamak amacıyla, coğrafi tercih seçeneğini uygulamaktadır. İnsani nedenlerle, Avrupa dışındaki ülkelerden gelen ve 3. bir ülkeye yerleştirilene kadar kendilerine BMMYK tarafından ‘sığınmacı’ statüsü verilen kişilere Türkiye, geçici ikamet izni vermektedir.

27. İçişleri Bakanlığı’nca 30 Kasım 1994 tarihinde mülteciler veya 3.bir ülkeye yerleştirilecek olanlarla ilgili bir yönetmelik çıkarılmıştır. Bu yönetmeliğe göre, Türkiye’ye sığınma aramak için gelen yabancılar, Türkiye’ye gelişlerinden itibaren 5 gün içinde sığınma taleplerini polise bildirmek zorundadırlar. Yasadışı yollarla girenlerin bu taleplerini, ülkeye giriş yaptıkları yere en yakın noktadaki yerleşim birimindeki polise bildirmeleri gerekmektedir. Ülkeye yasal olaral giren sığınma arayanlar, sığınma taleplerini ülkeye girdikleri tarihten itibaren 5 gün içinde yapmak koşuluyla herhangi bir şehirde yapabilirler.

28. Ülkeye yasadışı yollardan giren ve girişinden itibaren yetkili makamlara 5 gün içinde sığınma başvurusunda bulunmayanlar sığınmacı olarak kabul edilmezler.

29. Sığınma talepleri İçişleri Bakanlığı tarafından incelenir. Avrupa dışı bir ülkeden Türkiye’ye gelip de sığınma arayanlardan olumlu yanıt alanlar, başka bir yere yerleştirilmek için durumlarını BMMYK’ne iletebilirler. İçişleri Bakanlığı, sığınma başvurusunu, Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi uyarınca yükümlendiği sorumluluklar açısından değerlendirir ve Dışişleri Bakanlığı ile ilgili bakanlıkların ve kuruluşların görüşlerine başvurur. Talepleri kabul edilmeyen yabancılar yerel makamlar tarafından sınırdışı edilirler.

30. Ocak 1999 tarihinde 1994 tarihli Mülteciler Yönetmeliği’nde bir değişiklik yapılmış ve sığınma talebinin yapılması gereken 5 günlük süre 10 güne çıkarılmıştır. Dahası, sığınma talebi reddedilen bir sığınma arayan, artık, red kararından itibaren 15 gün içinde yetkili valiliğe itiraz edebilmektedir. İtiraz başvurusu bir üst makam tarafından değerlendirilmektedir.

 

C. İran’da Zina Suçuna Verilen Cezayı Yorumlayan Uluslararası Belgeler

31. Uluslararası Af Örgütü 1999 yılı raporunda, işkence ya da eziyet cezasının veya insanlık dışı ya da onur kırıcı cezaların verilmeye devam edildiğini bildirmektedir. Falaka cezası, ölüm cezasıyla birlikte en fazla verilmekte olan cezalardandır. Raporda, yabancı bir işadamıyla suç ortaklığı yapmakla suçlanan İranlı bir kadının, yasadışı cinsel ilişkiye girdiğini itiraf etmesinden sonra 100 değnekle cezalandırıldığı bildirilmektedir. Cezanın uygulanıp uygulanmadığı bilinmemektedir. Kasım 1999’da yine bir İranlı, zina suçu işlediği iddiasıyla, Lahijan kasabasında, taşlanarak öldürülmek üzere beline kadar gömüldüğü çukurdan kaçtıktan sonra beraat etmiştir.

32. 25 Şubat 2000 tarihinde ABD Dışişleri Bakanlığı’nın açıkladığı İnsan Hakları Uygulamalarına İlişkin 1999 Ülke Raporlarının İran hakkındaki bölümünün ortaya koyduğu gibi, taşlama ve falaka da dahil olmak üzere İran’da çok sert cezalar verilmektedir. İslami Ceza Kanunu’nun 102. Maddesi yetkililerin recm cezasını yerine getirirken yapması gerekenleri ayrıntılı bir biçimde saymıştır: “Zina edenin taşlanma cezası, kadın ise göğüslerinin üstüne kadar, erkek ise beline kadar bir çukura gömüldükten sonra yerine getirilir.” Basında çıkan haberlere göre Hazar Denizi kıyısındaki Babol kasabasında bir adam Nisan 1999’da taşlanarak öldürülmüştür. Bu kişinin üç oğlunu öldürdüğü iddia edilmektedir. Taşlanmanın öncesinde kendisine 60 değnek vurulmuştur. İlk taş, zanlıyı ölüm cezasına çarptıran hakim tarafından atılmıştır. Sözkonusu kanun ayrıca, cinayet mağdurlarına ölüm cezasının yerine getirilmesinde yer alma hakkı da tanımıştır.

 

HUKUK

I. Sözleşmenin 3. Maddesinin İhlali İddiası

33. Başvuran, İran’a gönderilmesinin, kendisinin, Sözleşme’nin 3. maddesiyle yasaklanan muameleye maruz kalmasına yol açacağını iddia etmektedir. 3. madde hükmü şöyledir: “Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.”

34. Başvuran İran’da zina suçu işlediğini ve kendisine karşı cezai takibat başlamadan önce oradan ayrılmak zorunda kaldığını söylemektedir. Muhtemelen, bundan dolayı yargılanacağını ve insanlık dışı bir cezaya çarptırılacağını da eklemektedir. Bu iddiasını da desteklemek için Uluslararası Af Örgütü’nün hazırladığı rapora dayanarak İran’da zina suçu işleyen kadınların taşlanarak öldürülme cezasına çarptırıldıklarını dile getirmektedir. Başvuran, kendisine, BMMYK tarafından ortada sağlam gerekçeli bir öldürülme korkusu mevcut bulunduğu için sığınmacı statüsü verildiğini vurgulamaktadır.

35. Başvuran Mahkeme’nin yerleşmiş içtihatına dayanarak, İran hukukunda zina suçunun cezası olarak öngörülen falaka, kırbaç ve taşlanarak öldürülme cezalarının Sözleşme’nin 3. maddesi bağlamındaki yasaklanmış muamele tarzları içersinde değerlendirilmesi gerektiğini de iddia etmektedir.

36. Hükümet cevaben, Türkiye’nin, 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olduğunda sadece Avrupa ülkelerinden gelen sığınma arayanlara sığınmacı statüsü vermeyi taahhüt ettiğini, yani sözleşmenin taraf devletlere tanıdığı coğrafi tercih seçeneğinden yararlandığını söylemektedir (bkz.26. paragraf). Fakat insani sebeplerle, başvuranın durumunda olduğu gibi, 3. bir ülkeye yerleştirilene kadar kendilerine BMMYK tarafından sığınmacı statüsü tanınan Avrupa dışından sığınma arayanlara, geçici ikamet izni verilmektedir. Başvuran, 1994 tarihli Sığınmacılara ilişkin Yönetmelik tarafından öngörülen 5 günlük süre koşuluna uymadığı için geçici ikamet imkanı kendisine tanınamamıştır.

37. Hükümet başvuranın korkularının nedenini sorgulamaktadır. Hükümete göre başvuranın 1997’de Türkiye’ye geldiğinde yetkililere veya BMMYK’ne başvuruda bulunmamış olması Sözleşme’nin 3. maddesi bağlamındaki iddialarıyla çelişmektedir. Kendisi Paris Havaalanına inince de iltica talebinde bulunmamıştır. Hükümet’e göre başvuran Kanada’ya girebilmeyi başarsaydı bile orada iltica talebinde bulunup bulunmayacağı şüphelidir.

38. Mahkeme, Sözleşmeci tarafların, uluslararası andlaşmalarla yükümlendikleri zorunluluklar saklı kalmak üzere, yabancıların ülkelerine giriş, ikamet ve sınırdışı edilmelerini düzenleme hakları bulunduğunu teyit eder. Ayrıca, siyasi iltica hakkı ne Sözleşme’nin ne de ona bağlı protokollerin kapsamına girmektedir[1]. Fakat, Mahkeme’nin yerleşmiş içtihadına göre, söz konusu kişinin, sınırdışı edildiği takdirde kabul eden ülkede 3.maddeye aykırı bir muameleyle karşılaşma tehlikesi bulunmaktaysa, sınırdışı etme işlemi 3. madde uyarınca bir soruna yol açmakta ve dolayısıyla bu durum Sözleşme’ye göre devletin sorumluluğunu teşkil etmektedir. Bu şartlar altında, 3. madde, söz konusu kişinin o ülkeye sınırdışı edilmemesini zorunlu kılmaktadır[2].

39. Mahkeme’ye göre, 3. maddenin demokratik bir toplumdaki temel değerlerden birini içerdiği ve mutlak ifadelerle işkenceyi ya da insanlık dışı veya aşağılayıcı muamele ya da cezayı yasakladığı göz önünde bulundurularak, bir bireyin 3. bir ülkeye sınırdışı edildiği takdirde o ülkede 3. madde tarafından yasaklanmış bir muameleye maruz kalacağına ilişkin iddiası mutlaka titiz bir irdelemeden geçirilmelidir [3].

40. Mahkeme, davalı Devlet görevlilerinin başvuranın iddiasına ilişkin olarak anlamlı bir değerlendirmede bulunmadıkları kanaatindedir. Başvuranın 1994 Mülteciler Yönetmeliği’nce öngörülen koşulları yerine getirmemesi onu, İran’a sınırdışı edilmesinden kaynaklanan korkularının gerçek nedeninin irdelenmesinden mahrum bırakmıştır[4]. Mahkemeye göre, bir iltica başvurusunda bulunmak için bu tür kısa süreli otomatik ve mekanik bir sınırlama Sözleşme’nin 3. maddesinde öngörülen temel hakkın korunmasıyla çelişmektedir. Başvuranın iltica talebinin arkasında yatan nedenleri araştırmak ve kendisine isnad edilen suç ışığında maruz kalacağı tehlikeyi değerlendirmek BMMYK’nin görevidir. Ankara İdare Mahkemesi başvuranın temyiz başvurusu üzerine, sınırdışı edilme kararını, daha zorlayıcı bir sorun olan başvuranın korkuları bakımından değil şekli bir yasallık bakımından değerlendirmiştir.

41. Mahkeme, BMMYK’nin başvuranın sınırdışı edilseydi yüzyüze kalacağı tehlikeye ilişkin yaptığı değerlendirmeye gereken önemi vermelidir. BMMYK başvuranla görüşmüş ve korkularının sağlamlığını ve zina suçu nedeniyle İran’da kendisine yönelik olarak başlatılan cezai kovuşturma iddiasının gerçekliğini değerlendirme fırsatı yakalamıştır. Hükümet’in başvuranın güvenilirliğini Uluslararası Af Örgütü’nün İran’da zina suçu işleyen kadınlara verilen cezalarla ilgili bulgulara dayanarak değerlendirmediği gözlemlenmektedir (bkz. 34. paragraf). Başvuranın karşı karşıya kaldığı tehlikenin davaya bakılma zamanındaki tehlike olduğunu gözönünde bulunduran Mahkeme, başvuranın ülkesinin zina suçuna hala çok kötü bir biçimde ceza verdiği ve daha insancıl bir ceza verme yönünde bir gelişim kaydetmediği kanaatindedir. Mahkeme İran’daki mevcut durumu ve zina suçuna verilen recm cezasının hala kanunlarda yer aldığını ve bu cezaya yetkililerin başvurabildiğini göz önünde bulundurmaktadır (bkz. 31. ve 32. paragraflar).

42. Üstteki mülahazalardan hareketle, Mahkeme, başvuranın İran’a döndüğü takdirde 3. maddeye aykırı bir muameleye maruz kalacağını kanıtladığı sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla, başvuranın İran’a sınırdışı edilmesi işlemi, eğer icra edilirse, 3. maddenin ihlaline yol açacaktır

 

II. Sözleşme’nin 13. Maddesinin İhlali İddiası

43. Başvuran, iltica başvurusunun süresinde yapılmadığı gerekçesiyle verilen red kararını temyiz edebileceği etkili bir iç hukuk yolu mevcut bulunmadığı için Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edildiğini iddia etmektedir. 13. madde aşağıdaki gibidir: “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir.”

44. Başvuran, iltica başvurusun süresinin geçmesi nedeniyle kendisine, İran’a sınırdışı edilmekten niçin korktuğunu açıklama fırsatı sunulmadığını söylemektedir. Kendisine iltica başvurusunun reddi kararını temyiz etme olanağı da sunulmamıştır. Başvuranın Ankara İdare Mahkemesi önündeki davası da, bu mahkeme sınırdışı etme kararına ilişkin olarak yürütmenin durdurulması kararı almadığı için etkili bir iç hukuk yolu olarak değerlendirilemez. Anılan Mahkeme başvuranın sınırdışı edilme işleminin yürütülmesinin durdurulmasına gerek olmadığı yönündeki kararına, bu karar geçici nitelikte olduğu ve ayrı bir karar alınması gerektiği için ayrıntılı gerekçeler de göstermemiştir.

45. Hükümet, Ankara İdare Mahkemesi’nin başvuranın, yürütmenin durdurulması ve sınırdışı edilme kararının iptali istemini reddettiğini kabul etmektedir. Fakat, başvuran, iltica talebinin reddi kararının iptalini talep etmemiştir. Ankara İdare Mahkemesi, henüz sınırdışı etme kararı alınmadığı için başvuranın bu kararla ilgili talebini reddetmiştir.

46. Anayasa’nın 125. maddesindeki hükümlerle ilgili olarak (bkz 22. paragraf) Hükümet, mahkemelerin, idari bir işlem eğer davacıya onarılamaz zararlar verecekse ve açıkça hukuka aykırı ise o karara ilişkin olarak yürütmeyi durdurma kararı almakla yetkilendirildiklerini söylemektedir. Dahası, idare mahkemelerinin vermiş oldukları kararlar Danıştay’da temyiz edilebilmektedir (bkz 25. paragraf).

47. Bu sebeplerden dolayı, Hükümet başvuranın önünde sınırdışı edilme kararını temyiz edebileceği etkili iç hukuk yollarının mevcut olduğunu iddia etmektedir.

48. Mahkeme, 13. maddenin sözleşmedeki temel hak ve özgürlüklerin iç hukuk düzeninde uygulanmasını sağlayacak bir iç hukuk yolunun mevcudiyetini güvence altına aldığını hatırlatır. Söz konusu madde, bu nedenle, sözleşmeci taraflara bu hüküm uyarınca yükümlendikleri taahhütlere ne şekilde uyacakları hususunda belli bir takdir hakkı tanımış olmasına rağmen, Sözleşme uyarınca yapılan bir şikayeti araştırmak ve bu şikayetin sebebini ortadan kaldırmakla görevli bir ulusal makamın mevcudiyetini sağlayan bir iç hukuk yolunu gerektirmektedir.

49. Mahkeme, iç hukuk makamlarının başvuranın İran’a gönderildiği takdirde tehlikede olacağı iddiasını değerlendirmediklerini tekrarlar. Şekil şartlarını yerine getirmediği için başvuranın iltica talebinin reddi kararı temyiz edilememiştir. Elbette başvuran sınırdışı edilme kararının hukukiliğini de temyiz etme olanağına sahipti. Fakat bu tür bir dava başvurana ne yürütmenin durdurulmasını ne de tehlikede olduğuna ilişkin iddiasının esaslarının incelenmesini sağlamaktadır. Ankara İdare Mahkemesi başvuranın sınırdışı edilmesi kararının bütünüyle iç hukuk doğrultusunda alındığı kanaatindedir. Bu tür bir karara vararak adı geçen mahkeme, BMMYK’nın başvuranı Cenevre Sözleşmesi uyarınca mülteci olarak tanıma kararı karşısında bile başvuranın şikayetinin gerçekliğini değerlendirmeyi gerekli görmemiştir.

50. Mahkeme’ye göre, işkence ve kötü muamele iddiası gerçekleştiği takdirde zararın onarılamazlığı ve 3. maddeye atfedilen önem göz önünde bulundurulduğunda, 13. madde uyarınca etkili bir iç hukuk yolu kavramı, 3. maddeye aykırı bir muameleyle karşılaşma korkusuna ilişkin haklı gerekçeler mevcutsa, bağımsız ve kapsamlı bir incelemeyi gerekli kılmaktadır. Ankara İdare Mahkemesi bu tür koruma önlemlerinden herhangi birini almadığı için Mahkeme, Hükümet’in dayandığı temyiz yollarınının 13. maddenin öngördüğü yükümlülükleri yerine getirmekten uzak olduğu sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla 13. madde ihlal edilmiştir.

 

III. Sözleşmenin 41. Maddesinin İhlali

51. 41. madde hükmü şöyledir: “Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

 

SONUÇ

A. Zarar

52. Başvuran, başvuru formunda adil tatmine ilişkin talebini belirtmiştir. Bu talebini kabuledilebilirlik öncesinde sunulan 17 Haziran 1999 tarihli görüşlerde de yinelemiştir. Sözleşme’nin 41. maddesine yönelik talepleriyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi sunulmamıştır.

53. Hükümet, yargılamanın hiçbir aşamasında başvuranın taleplerini açıkça cevaplamamıştır.

54. Mahkeme, işbu dava koşullarını göz önünde bulundurarak, Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali tehlikesinin tespiti ve sözleşmenin 13. maddesinin gerçekten ihlalinin tek başına başvuranın uğramış olduğu manevi zararın adil tatminini gerektirdiğini düşünmektedir.

 

B. Masraflar

55. Başvuran, başvuru formunda davasını Sözleşme organları önüne getirebilmek için yaptığı masrafların karşılanmasını talep etmiştir. Sözleşme’nin 41. maddesine yönelik talepleriyle ilgili olarak ayrıntılı bilgi sunulmamıştır. Başvuran, Avrupa Konseyi’nden 5.000 Fransız Frangı tutarında adli yardım almıştır. 56. Hükümet bu başlık altında herhangi bir görüş bildirmemiştir. 57. Mahkeme, başvuranın yaptığı masraflara ilişkin olarak ayrıntılı bilgi vermemesi karşısında, Avrupa Konseyi’nden aldığı adli yardım miktarı olan 5,000 Fransız Frangı’nın yargılama masrafları olarak yapılan harcamaları karşılamaya yeteceğini düşünmektedir.

 

C.Karar

Bu Nedenlerden Dolayı, Mahkeme, Oybirliğiyle;

1.1. Başvuranın İran’a sınırdışı edilmesi kararının uygulanması durumunda Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlal edileceğine;

1.2. Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal edildiğine; Sözleşme’nin 3. maddesinin ihlali tehlikesiyle sözleşmenin 13. maddesinin ihlalinin tespitinin, tek başına, başvuranın uğramış olduğu manevi zararın adil tatmini için yeterli olduğuna;

1.3. Başvuranın adil tatmine ilişkin diğer taleplerinin reddine;

Karar vermiştir.

 

İşbu karar İngilizce olarak verilmiş ve 11 Temmuz 2000 tarihinde Strazburg’taki İnsan Hakları Binası’ndaki halka açık duruşmada tefhim edilmiştir.

Vincen Berger                 Georg Ress

Sekreter                            Başkan

 

Kaynak: http://www.inhak-bb.adalet.gov.tr/aihm/karar/jabari.doc

 

  1. (bkz. 30 Ekim 1991 tarihli Vilvarajah vd.- İngiltere kararı, A serisi no. 215, s.34, §.102)
  2. bkz. 7 Temmuz 1989 tarihli Soering-İngiltere kararı, A Serisi no.161, s.35, §§ 90-91, 20 Mart 1991 tarihli Cruz Varas vd.-İsveç kararı, A Serisi no.201, s.28, §§ 69-70, ve 15 Kasım 1996 tarihli Chahal-İngiltere kararı, RD 1996-V, s.1853, §§ 73-74
  3. bkz. üstte adı geçen, Chahal kararı, s. 1855, §79, ve s. 1859, §96
  4. bkz. 16. Paragraf

D.B. / Türkiye

D.B. / Türkiye

(33526/08)

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI

 

Aşağıdaki metin kararın resmi olmayan özetidir.


Özet

Başvuru sahibi İran İşçi-Komünist Partisi ile İran’daki İran Eşitlik ve Özgürlük İçin Öğrenci Birliği‘nin faal bir üyesiydi. Ayrıca popüler bir öğrenci dergisinin yayın kurulundaydı.

2007 yılında İran’da Öğrenciler Günü’nde elliden fazla öğrenci tutuklanarak Tahran’daki Evin Hapishanesi’nde hücre hapsine mahkum edildi. Başvuru sahibinin çalıştığı öğrenci dergisinin yayın kurulunun üyeleri de tutuklananlar arasındaydı. İlerleyen günlerde, öğrencilere getirilen sıkı önlem sürecinde daha fazla öğrenci tutuklanarak hapsedildi.

2008 yılının ilk aylarında belirtilmeyen bir tarihte başvuru sahibi Türkiye’ye yasadışı olarak giriş yaptı.

5 Nisan 2008’de başvuru sahibi Türkiye’den yasadışı olarak ayrılmaya çalışırken Türk güvenlik güçleri tarafından yakalandı. Ardından Edirne Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’de yerleştirildi.

22 Nisan 2008’de başvuru sahibi İçişleri Bakanlığı’na geçici sığınma başvurusunda bulundu.

24 Temmuz 2008’de başvuru sahibinin talebi reddedildi. Geçici iltica talebinin reddedilmesine ilişkin karar aynı gün başvuru sahibine iletildi ve iki gün içinde itiraz başvurusu yapmadığı takdirde ülkesine sınır dışı edileceği konusunda bilgilendirildi.

25 Temmuz 2008 tarihinde başvuru sahibi Edirne valiliğine itiraz başvurusunda bulundu.

9 Eylül 2008 tarihinde itirazı Bakanlık tarafından reddedildi.

4 Kasım 2008’de BMMYK Ankara ofisi yetkilileri başvuru sahibiyle mülakat gerçekleştirdi. 20 Mart 2009 tarihinde başvuru sahibine BMMYK yetkisi dahilinde mülteci statüsü verildi.

Edirne Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne yerleştirilmesini müteakip, 9 – 21 Temmuz 2008 tarihlerinde başvuru sahibi, gözaltına alınmasını ve yetkililerin kendisine geçici iltica sistemine erişim sağlamayı reddetmelerini protesto etmek üzere açlık grevi yaptı. Ayrıca bu Merkez’de hücre hapsinde tutulduğunu ve orada intihara teşebbüs ettiğini iddia etti.

25 Temmuz 2008’de başvuru sahibi Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne nakledildi.

23 Nisan 2009’da başvuru sahibinin temsilcisi, Kırklareli Emniyet Müdürlüğü ile Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı yabancılar, hudut ve iltica dairesine dilekçe yazdı. Temsilci, idari makamların başvuru sahibinin Türkiye’den ayrılmasını kolaylaştırmak üzere başvuru sahibini serbest bırakmalarını talep etti.

Belirtilmeyen bir tarihte başvuru sahibinin temsilcisi Ankara İdare Mahkemesi’ne de başvuru sahibinin salıverilmesi için müracaatta bulundu.

19 Kasım 2009 tarihinde Ankara İdare Mahkemesi başvuru sahibinin Kırklareli Merkezi’nden salıverilmesi talimatını verdi. Bu salıverme kararı kişinin İsveç’e gönderilmesine dayalı olarak alındı.

26 Ocak 2010’da başvuru sahibi Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’nden tahliye edildi.

Başvuru sahibi 4 Mart 2010’de Türkiye’den ayrıldı ve kişiye mülteci statüsü veren İsveç’e gitti.


Karar

Madde 2, 3 ve 13

Mahkeme başvurudaki bu hususun başvuru sahibinin Türkiye’den İran’a sınır dışı edilme riski ile ilgili olduğunu gözlemler. Mahkeme ayrıca Türkiye Hükümeti’nin Mahkeme’nin başvuru sahibinin İran’a sınır dışı edilmesine ilişkin olarak öngördüğü geçici tedbire uygun hareket ettiğini ve sınır dışı faaliyetini durdurduğunu da dikkate alır. Bunun yanı sıra, başvuru sahibi serbest bırakılmış ve kendisine İsveç’e gitmek üzere beklediği beş ay süresince geçici ikamet izni verilmiştir. Nihayetinde başvuru sahibi 4 Mart 2010’da Türkiye’den ayrılmış ve İsveç’e gitmiştir. Bu koşullar altında Mahkeme, başvuru sahibinin artık Madde 34 anlamı dahilinde Sözleşme Madde 2, 3 ve 13’ün ihlaline bağlı olarak mağdur olduğunu iddia edemeyeceğine kanaat getirir.


Madde 5

Mahkeme, başvuru sahibinin Türkiye’deki bir Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne yerleştirilmesinin özgürlükten mahrumiyet teşkil ettiğine dair Abdolkhani ve Karimnia – Türkiye davasındaki görüşlerini yineleyerek, sınır dışı etmek amacıyla verilecek gözaltı talimatlarına ve gözaltı süresini uzatmaya ilişkin usulleri belirleyen ve bu gözaltı işlemlerine süre sınırı getiren açık yasal hükümler mevcut olmadığından, başvuru sahiplerinin özgürlükten mahkum kalmasının AİHS Madde 5 amacı bakımından ‘yasalara uygun’ olmadığı hükmüne varmıştır.

Mahkeme, başvuru sahibinin avukatının, başvuru sahibinin serbest bırakılmamasına ilişkin kararın iptalini 26 Kasım 2009’da talep ettiğini, Ankara İdare Mahkemesi’nin ise başvuru sahibinin serbest bırakılmasına ilişkin kararı ancak 19 Kasım’da kabul ettiğine dikkat çeker. AHİM Türk hukuki sisteminin başvuru sahibine, gözaltına alınmasının yasallığının hızlı adli incelemesine olanak sağlayacak bir çözüm getirmediği sonucuna varır. Dolayısıyla, Sözleşme Madde 5, 4. bendinin ihlali söz konusudur.

 

Madde 3

Başvuru sahibi hem Edirne hem de Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezleri’nde hücre hapsine mahkum edildiğinden şikayetçi olmuştur. Bu hususta Sözleşme Madde 3’e istinat eder.

Mahkeme başvuru sahibinin, kişinin tek kişilik odalarda tutulduğuna ilişkin iddiasının güvenilirliğinin Mahkeme tarafından değerlendirilmesini sağlayacak şekilde fiziksel çevresi hakkında ayrıntılı bilgi sağlamadığına dikkat çeker. Aynı zamanda, bilhassa 21 Ekim 2008’de avukatı ile görüştüğü sırada bir psikiyatrist ya da psikologa gitmesine gerek olmadığına ilişkin verdiği beyanı dikkate alındığında, başvuru sahibi hücre hapsinin kendi ruh sağlığı üzerinde iddia ettiği olumsuz etkilerinin doğruluğunu kanıtlayamamıştır.

Mahkeme başvurunun bu hususunun kabul edilemez olarak belirlenmesi gerektiğini düşünür. Nitekim yukarıda anılanların ışığında, başvuru sahibinin bu başlıktaki iddiaları için ayrı bir karar verilmesine gerek olmadığı sonucuna varır.


Madde 34 (Bireysel Başvuru Hakkı)

Mahkeme, başvuru sahibinin avukata erişimindeki gecikme sebebiyle Hükümet’in Mahkeme İç Tüzüğü Kural 39’da belirtilen geçici tedbire uymadığını vurgular.

Mahkeme Türk Hükümeti’ni geçici tedbire zamanında uymaktan alıkoyan nesnel engeller olup olmadığını belirlemek durumundadır. Bu bağlamda Mahkeme, başvuru sahibinin Mahkeme için bir vekaletname vermek üzere bir avukatla görüşemediği çünkü avukatın başta başvuru sahibiyle görüşmek üzere temsil yetkisi bulunmadığı şeklinde yetkililer tarafından bu hususta öne sürülen argümanını kabul etmez. Mahkeme, sürecin başındaki idari anlayışsızlık sebebiyle başvuru sahibinin vekaletname imzalayamadığını ve İran’da karşılaşacağını iddia ettiği riskler bakımından daha ayrıntılı bilgi sağlayamadığını, dolayısıyla başvurunun tehlikeye atıldığını düşünür.

Mahkeme başvuru sahibinin etkin temsilinin ciddi biçimde engellendiğine kanaat getirir. Mahkeme, başvuru sahibinin sonradan bir avukatla görüşebilmiş, yetki formunu imzalamış ve İran’daki durumuyla ilgili bilgi sağlamış olmasının, yetkililerin Türkiye’nin yükümlülüklerine aykırı biçimde işlemleri zamanında yapmadığı gerçeğini değiştirmeyeceği görüşündedir.

 

Zarar, Masraf ve Giderler

Başvuru sahibi maddi ve gayri maddi zararlar için sırasıyla 3,200 Avro (EUR) ve 20,000 EUR talep eder.

Mahkeme tespit edilen ihlal ile iddia edilen maddi zarar arasında nedensel bir bağlantı görmemektedir; dolayısıyla bu talebi reddeder. Ancak, başvuru sahibinin yalnızca ihlal kararının alınması ile tazmin edilmesi mümkün olmayan gayri maddi zararlara maruz kalmış olduğunu düşünmektedir. İhlalin ciddiyetini göz önünde bulundurarak ve hakkaniyet gereğince, başvuru sahibine bu başlık kapsamında 11,000 EUR ödeme yapılmasını öngörür.

Başvuru sahibi ayrıca Mahkeme nezdinde ortaya çıkan masraf ve giderler için 3,500 EUR talep etmiştir. İstanbul Barosu ücret baremine atıfta bulunarak yasal temsili için 3,000 EUR talep etmiştir. Ayrıca, çeviri, ulaşım, telefon ve faks giderleri için 600 EUR talep etmiştir.

Mahkeme başvuru sahibine bu hususta 158 EUR ödeme yapılmasının makul olduğuna karar verir.

Alipour ve Hosseinzadgan / Türkiye

Alipour ve Hosseinzadgan / Türkiye

(6909/08, 12792/08 ve 28960/08)

AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI

 

Aşağıdaki metin kararın resmi olmayan özetidir.


Alipour dosyası

Veteriner olan Başvuru sahibi 1999 yılında İran’da bir veteriner kliniği açtı. Devletin dini gerekçelere dayanan kedi ve köpek beslemek hakkındaki suç duyurusunu takiben yetkililer başvuru sahibine kliniğini kapatması konusunda baskı yapmaya başladılar. Başvuru sahibi bu talimatı yerine getirmediğinden klinik yetkililer tarafından kapatıldı.

28 Kasım 2000 tarihinde başvuru sahibi Türkiye’ye geldi. Urumiye şehrinde bir veteriner kliniği açması sebebiyle Devlet yetkilileri tarafından rahatsız edildiği ve zulme uğradığı gerekçesiyle İran’dan kaçmak zorunda kaldığı iddiasında bulundu.

2004 yılında başvuru sahibinin iltica talebi BMMYK tarafından, ardından da İçişleri Bakanlığı tarafından reddedildi. Başvuru sahibinin Bakanlık kararına itirazı da reddedildi.

6 Kasım 2007’de başvuru sahibi İçişleri Bakanlığı’na yazdığı bir dilekçe ile Afyon’da İranlı bir mülteci ile evlenme niyetini ileri sürerek ikamet izni talep etti.

29 Kasım 2007’de Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı yabancılar, hudut ve iltica dairesi başkanı, Afyon polisine başvuru sahibinin tutuklanarak İran’a sınır dışı edilmesi talimatını verdi.

Belirtilmeyen bir tarihte BMMYK başvuru sahibinin dosyasını yeniden açtı. 17 Ocak 2008’de BMMYK Ankara ofisi başvuru sahibiyle bir mülakat gerçekleştirdi. 6 Şubat 2008’de başvuru sahibine BMMYK’nın yetkisi dahilinde mülteci statüsü verildi.

10 Şubat 2008 tarihinde başvuru sahibi ikamet ettiği şehir olan Afyon’da polis tarafından tutuklandı. Başvuru sahibi, polislerin ona İran’a sınır dışı edilmek üzere tutuklandığını söylediklerini iddia etmiştir. Dosyasının BMMYK tarafından değerlendirilmekte olduğunu polislere açıklamasına rağmen, Ağrı’ya götürüldü ve burada polisten kaçtı.

22 Şubat 2008 tarihinde AİHM İç Tüzüğü Kural 39 uyarınca bir geçici karar yayınlandı.

11 Mart 2008 tarihinde Afyon polis merkezine gelen başvuru sahibi, ardından Kırklareli’ndeki Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne yerleştirildi.

13 Temmuz 2008’de başvuru sahibinin temsilcisi idari makamlara, başvuru sahibinin Kırklareli’ndeki Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulmasına ilişkin kararın kaldırılmasını talep eden bir dilekçe arz etti. Ardından davayı Ankara İdare Mahkemesi’ne taşıyarak başvuru sahibinin tesisten salıverilmesini talep etti.

20 Mart 2009’da Ankara İdare Mahkemesi başvuru sahibinin Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulmasına ilişkin kararın durdurulmasına ilişkin talebi reddetti. Mahkeme tarafından görülen dava henüz bir karara bağlanmamıştır.

24 Nisan 2009’da BMMYK’nın talebi üzerinde İsveç Hükümeti başvuru sahibini yerleştirilmek üzere kabul etmiştir.

 

Hosseinzadgan dosyası

2002 yılında İran’da yaşamakta olan başvuru sahibi, bir erkekle olan ilişkisinden dolayı babası tarafından işkence gördü. 2004’de Türkiye’de sığınmacı olan başka bir adamla tanıştı. Kuzeni ile evlenmeye zorlanan başvuru sahibi, bu adam ile İran’dan kaçarak 28 Ağustos 2004 tarihinde Türkiye’ye geldi.

2004 Eylül ayında başvuru sahibi ve bu kişi Türkiye’de evlendiler. 2007 Kasım ayında başvuru sahibi uyuşturucu bağımlısı olan ve kendisini fuhşa zorlayan eşinden boşandı.

8 Şubat 2008 tarihinde başvuru sahibine BMMYK tarafından mülteci statüsü verildi.

14 Mart 2008’de başvuru sahibine geçici sığınma talebinin İçişleri Bakanlığı’nca reddedildiği bildirildi. Aynı gün Burdur Polis Müdürlüğü’ne bağlı polis yetkilileri tarafından tutuklandı.

Belirtilmeyen bir tarihte başvuru sahibi Mahkeme İç Tüzüğü Kural 39’u takiben Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne yerleştirildi.

13 Temmuz 2008’de başvuru sahibinin temsilcisi Emniyet Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği bir dilekçe ile başvuru sahibinin salıverilmesini talep etti.

Ankara İdare Mahkemesi’ne getirilen davada, başvuru sahibinin Kanada Büyükelçiliği ile mülakata gireceği belirtilerek kişinin salıverilmesi talep edildi.

6 Mart 2009’da Ankara İdare Mahkemesi başvuru sahibinin Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulmasına ilişkin kararı askıya aldı ve kişinin Kanada Konsolosluğu’ndaki mülakatının kolaylaştırılması amacıyla serbest bırakılması talimatını verdi. Mahkeme buna ilaveten başvuru sahibine Kanada’ya nakline dek ikamet izni verilmesini talim etti. Başvuru sahibi ardından Eskişehir’e gönderildi.

27 Temmuz 2009’da İçişleri Bakanlığı başvuru sahibinin Türkiye’den ayrılarak İsveç’e gitmesine izin verdi.

1 Haziran 2009’da başvuru sahiplerinin temsilcisi, ikinci başvuru sahibinin 12792/08 ve 2890/08 sayılı başvuru dosyalarına ait işlemleri sürdürmek istemediklerini Mahkemeye bildirdi. Temsilci, ikinci başvuru sahibinin İsveç Hükümeti’nden mülteci statüsü alması nedeniyle başvurularını geri çekmeye karar verdiğini belirtti.

Mahkeme, Sözleşme Madde 37 1(c) anlamı dahilinde, Raha Hosseinzadgan tarafından yapılan başvuruların incelenmesini sürdürmenin artık haklı sebeplere dayanmadığına hüküm getirdi. Mahkeme Raha Hosseinzadgan hakkındaki 12792/08 ve 28960/08 sayılı başvuruları, dosya listesinden çıkartma kararı aldı.

Karar – Alipour

 

1. Madde 3 ve Madde 13 (Sınır dışı edilme riski)

Mahkeme kararı gereğince:

Türkiye Hükümeti, başvuru sahibinin İran’a sınır dışı edilmesi hakkındaki Mahkeme geçici tedbirine uygun hareket etmiş ve sınır dışı işlemini durdurmuştur.
Başvuru sahibi serbest bırakılarak İsveç’e gitmesine izin verilmiştir.
4 Mart 2010 tarihinde başvuru sahibi Türkiye’den ayrılmış ve İsveç’e gitmiştir.

Bu koşullar altında, Mahkeme başvuru sahibinin Madde 34 anlamı dahilinde Sözleşme Madde 3 ve 13’ün ihlali nedeniyle mağdur olduğunu talep edemeyeceğini görüşündedir. Ayrıca başvurunun başvuru sahibine ait kısmının açıkça mesnetsiz olduğu ve Madde 35, 3 ve 4 bendi uyarınca reddedilmesi gerektiğine hüküm verilir.


2. Madde 5, 1 bendi

Başvuru sahibi Sözleşme Madde 5 uyarınca Kırklareli Merkezi’nde gözaltına alınmasının kanuna aykırı olduğunu ve gözaltına alma emirinin kendisine verilmediğini iddia etti.

Mahkeme, başvuru sahiplerinin Kırklareli Yabancılar Kabul ve Barınma Merkezi’ne yerleştirilmesinin özgürlükten mahrumiyet teşkil ettiğine dair Abdolkhani ve Karimnia – Türkiye davasındaki görüşlerini yineledi. Mahkeme, sınır dışı etmek amacıyla verilecek gözaltı talimatlarına ve gözaltı süresini uzatmaya ilişkin usulleri belirleyen ve bu gözaltı işlemlerine süre sınırı getiren açık yasal hükümler mevcut olmadığından, başvuru sahiplerinin özgürlükten mahkum kalmasının Sözleşme Madde 5 amacı bakımından ‘yasalara uygun’ olmadığı hükmüne varmıştır.

Sözleşme Madde 5’nin bendi ihlal edilmiştir.

 

3. Madde 3 (Kırklareli’ndeki koşullar ile ilgili)

Başvuru sahibinin gerekli tıbbi bakımı sağlanmadığı, dolayısıyla Kırklareli Merkezi’ndeki gözaltı koşullarının Madde 3’ün ihlaline yol açacağı yönündeki şikayeti bakımından Mahkeme başvuru sahibinin herhangi bir cilt rahatsızlığına ya da enfeksiyona sahip olduğu iddialarını destekleyecek herhangi bir delil sunmadığı görüşündedir. Ayrıca, Hükümet’in kişiye gerekli tıbbi yardımın sağlandığına dair bildirimine de itiraz etmemiştir. Bununla birlikte Mahkeme, 21 Nisan ve 11 Kasım 2008 tarihlerinde başvuru sahibinin Kırklareli Merkezi’nde tutulduğu esnada birtakım tıbbi muayenelerden geçtiğini ve sağlık sorunlarına uygun tıbbi tedavi gördüğünü de göz önünde bulundurur.

Mahkeme başvurunun açıkça asılsız olduğu ve Sözleşme Madde 35, 3 ve 4 bendi uyarınca reddedilmesi gerektiği hükmüne varır.

Kırklareli Merkezi’ndeki genel koşullar bakımından Mahkeme, Kırklareli Merkezi’ndeki fiziki durumun Sözleşme Madde 3’ün ihlaliyle sonuçlanacak derecede ağır olduğunun saptanmadığı görüşündedir.

Dolayısıyla, Kırklareli Merkezi’ndeki gözaltı koşullarına dayalı olarak Madde 3’ün ihlali söz konusu değildir.

 

Zarar, masraf ve giderler

Başvuru sahibi gayri maddi zararlar bakımından 30,000 Avro (EUR); Kırklareli Merkezi’nden salıverilmesini; yerel mahkemeler ve Mahkeme nezdinde ortaya çıkan giderler için 7,020 EUR talep etmiştir. Ankara Barosu ücret baremine atıfta bulunarak, yasal temsili için 6,520 EUR talep etmiştir. Ayrıca, çeviri, telefon ve faks giderleri için 500 EUR talep etmiştir.

İddia edilen gayri maddi zararlara istinaden başvuru sahibinin talebi hususunda Mahkeme, başvuru sahibinin yalnızca ihlal kararının alınması ile tazmin edilmesi mümkün olmayan gayri maddi zararlara maruz kalmış olduğunu düşünmektedir. İhlalin ciddiyetini göz önünde bulundurarak ve hakkaniyet gereğince, ilk başvuru sahibine 9,000 EUR ödeme yapılmasını öngörür.

Başvuru sahibinin gözaltından salıverilmesine ilişkin kararı hususunda Mahkeme, bildirilere müteakip başvuru sahibinin serbest bırakıldığını göz önünde bulundurur. Dolayısıyla, bu talebe ilişkin bir karar verilmesine gerek kalmadığı düşünülür.

Başvuru sahibinin masraf ve giderlere ilişkin talebi hususunda Mahkeme, içtihadı uyarınca, bir başvuru sahibinin masraf ve giderlerin fiilen ve ihtiyaç doğrultusunda ortaya çıktığı ve miktar bakımından makul olduğunun gösterilmesi koşuluyla bu masraf ve giderlerin kendisine ödenmesine hak kazanacağını yineler. Mevcut dosyada başvuru sahibi talep ettiği giderlerin fiilen ortaya çıktığına dair delil sunmamıştır. Bu doğrultuda, Mahkeme bu hususta herhangi bir ödeme öngörmez.

Abdolkhani ve Karimnia / Türkiye

Abdolkhani ve Karimnia / Türkiye Davası

(30471/08)
AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİ KARARI

22 Eylül 2009

 

 

 

 

USULİ İŞLEMLER

Davanın nedeni, İran vatandaşları Mohsen Abdolkhani ile Hamid Karimnia’nın (“başvuranlar”) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (“AİHM”), 30 Haziran 2008 tarihinde, İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına Dair Sözleşme’nin (“AİHS”) 34. maddesi uyarınca, Türkiye aleyhine yaptıkları 30471/08 sayılı başvurudur.

Kendilerine adli yardım sağlanan başvuranlar, AİHM önünde, New York, ABD’de kaim bir sivil toplum kuruluşu olan İranlı Mülteciler Birliği’nin başkanı D. Abadi tarafından temsil edilmişlerdir.

 

OLAYLAR

I. DAVANIN KOŞULLARI

Başvuranlar, sırasıyla 1973 ve 1978 doğumlu olup halen Kırklareli’ndeki Gaziosmanpaşa Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulmaktadırlar.

Başvuranlar, sırasıyla 1992 ve 2001 yıllarında İran Halkın Mücahitleri Örgütü’ne (HMÖ) katılmışlardır. Başvuranlar, belirsiz tarihlerde Irak’a gitmişler ve orada HMÖ üyelerinin barındırıldığı Eşref kampında ikamet etmişlerdir. Başvuranlar, HMÖ’nün amaç ve yöntemlerini doğru bulmadıkları için sırasıyla 2005 ve 2006 yıllarında örgütten ayrılmışlardır.

HMÖ’den ayrıldıktan sonra, Irak’taki ABD güçleri tarafından oluşturulan “Geçici Mülakat ve Koruma Merkezi”ne (Temporary Interview and Protection Facility) (“GMKM”) gitmişlerdir. Bu kamp sonradan Eşref Mülteci Kampı adını almıştır.

Başvuranlar, 5 Mayıs 2006 ve 16 Ekim 2007 tarihlerinde, mülakata alındıktan sonra, Cenevre’de bulunan Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Genel Merkezi (“BMMYK”) tarafından Irak’ta bulundukları süre için geçerli olmak üzere mülteci olarak

tanınmışlardır. BMMYK, birinci başvuranın, siyasi görüşü, kişiliği ve siyasi görüşlerine ilişkin sağlam inancı nedeniyle İran’da zulme uğrayacağı korkusunun haklı nedenlere dayandığına karar vermiştir. Özellikle de başvuranın HMÖ ile olan 10 yıllık bağlantısını,

menşe ülkede laik bir devlet ihtiyacı olduğu yönündeki açık görüşünü ve HMÖ üyelerinin İran’da gördükleri muameleyi gözönünde bulunduran BMMYK, başvuranın İran’a geri dönmesi durumunda emniyet teşkilatı tarafından durumunun izleneceği, bunun da orada

kalmasını katlanılmaz hale getireceği kanaatine varmıştır.

BMMYK, ikinci başvuranla ilgili olarak, başvuranın, diğer hakları meyanında, keyfi veya kanuna aykırı bir şekilde öldürülme yoluyla yaşam hakkının; işkence, kötü muamele ve keyfi yakalama veya alıkoymaya karşı korunma hakkının ve adil ve açık olarak yargılanma

hakkının İran makamları tarafından ihlal edileceği yönündeki korkusunun haklı nedenlere dayandığı sonucuna varmıştır. Özellikle, başvuranın HMÖ üyesi olmasını, siyasi görüşlerini, HMÖ’nün gerçek veya şüpheli üyeleri ile sempatizanlarının İran’da gördükleri muameleyi

gözününde bulunduran BMMYK, başvuranın keyfi alıkoyma ve işkence gibi uygulamalar ile karşılaşma olasılığının “makul olasılık” seviyesine ulaştığı kanaatine varmıştır. Nisan 2008’de GMKM kapatılmış, başvuranlar diğer eski HMÖ üyeleri ile birlikte kuzey Irak’a gönderilmiştir.

Başvuranlar belirsiz bir tarihte Türkiye’ye gelmişler ve güvenlik güçleri tarafından yakalanmışlardır. Yasadışı yollardan Türkiye topraklarına girdikleri için 17 Haziran 2008’de Irak’a sınırdışı edilmişlerdir.

Başvuranlar, sınırdışı edilmelerinin akabinde yeniden Türkiye’ye giriş yapmışlardır. Başvuranlar, 21 Haziran 2008’de, Muş Gökyazı jandarma karakolunda görevli jandarmalar tarafından trafik kontrol noktasında sahte pasaportla yakalanmışlardır. Başvuranlar, 21 Haziran 2008’de jandarmaya ifade vermişlerdir. Başvuranlar, İran hükümetinin politikalarına karşı olmaları nedeniyle İran’a geri dönmeleri halinde idam

edileceklerini, Irak’ta da yaşamlarının tehlike altında olduğunu ifade etmişlerdir. Başvuranlar, sığınma talebinde bulunmak için İstanbul’a, oradan da Kanada’ya gitmek istediklerini belirtmişlerdir.

Başvuranlar daha sonra Muş Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nün yabancılar şubesine yerleştirilmiştir.

23 Haziran 2008’de, Muş Cumhuriyet Savcısı başvuranların yasadışı yollardan Türkiye’ye girdikleri iddiasıyla Muş Sulh Ceza Mahkemesi’nde dava açmıştır.Aynı gün, başvuranlar Muş Sulh Ceza Mahkemesi önüne çıkartılmışlardır. Hakim, başvuranların sınırdışı edileceklerini kaydederek iddianameyi başvuranlara tebliğ etmiş ve aleyhlerindeki suçlamayla ilgili olarak başvuranların ifadesini almıştır. Başvuranlar, hayati tehlike altında oldukları gerekçesiyle İran’dan ayrılarak ailelerinin bulunduğu Kanada’ya gitmek üzere bir kaçakçı yardımıyla yasadışı yollardan Türkiye’ye girdiklerini ifade etmişlerdir. Sulh ceza mahkemesi, başvuranları iddia edildiği gibi suçlu bulmuş, ancak Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 231. maddesi uyarınca ceza uygulamasının beş yıl süreyle ertelenmesine karar vermiştir. Başvuranlar yeniden Hasköy Emniyet Müdürlüğü’ne götürülmüşlerdir.

Başvuranların ifadesine göre, yerel makamlar, 28 Haziran 2008 tarihinde başvuranları, bu sefer İran’a olmak üzere, tekrar sınırdışı etme girişiminde bulunmuşlardır. Başvuranlar, Arapça konuşup Farsça anlamıyor gibi davranarak sınırdışı edilmelerine engel olmuşlardır.

Sonuç olarak, İran makamları başvuranları İran’a kabul etmemişlerdir. Hükümet, AİHM’ye sunduğu görüşünde başvuranların İran’a sınırdışı edilmesi konusundan hiç bahsetmemiştir. Bunun yerine, başvuranların geldikleri yer olan kuzey Irak’a sınırdışı edilmeleri gerektiğini

kaydetmiştir.

30 Haziran 2008’de, İnsan Hakları Derneği Muş Şubesi Başkanı Vedat Şengül, BMMYK Ankara Şubesi’nin talebi üzerine başvuranları ziyaret etmek için Hasköy Emniyet Müdürlüğü’ne gitmiştir. Şengül’ün ifadesine göre, aynı gün, birinci başvuran bir polis memurunun İran’a sınırdışı edileceğini söylemesi üzerine intihar girişiminde bulunmuştur. Polis, Şengül’ün başvuranlarla görüşmesine izin vermemiştir.

30 Haziran ile 1-2 Temmuz 2008 tarihlerinde, başvuranlar polise yeniden ifade vermiş ve eski HMÖ üyeleri olduklarını ifade etmişlerdir. Birinci başvuran, örgütteyken askeri eğitimin yanı sıra İngilizce, Farsça ve Arapça dersleri aldığını kaydetmiştir. Birinci başvuran,

ayrıca, GMKM’de iken fotoğrafçı olduğunu ve Arapça dersleri verdiğini ifade etmiştir.

Ayrıca, herhangi bir silahlı eylemde bulunmadığını belirtmiştir. İkinci başvuran, HMÖ üyesi iken yukarıda bahsi geçen dillerin yanı sıra Türkçe öğrendiğini belirtmiştir. İkinci başvuran, GMKM’de iki yıl kaldığını ve hiçbir silahlı eyleme karışmadığını ifade etmiştir. İki başvuran

da Amerikalı yetkililerin tavsiyesi üzerine BMMYK’ye başvurmak için Türkiye’ye geldiklerini ifade etmişlerdir.

Başvuranlar, Hasköy’de polise Farsça yazılmış birbirinin aynı iki dilekçe sunmuşlardır.

Başvuranlar, BMMYK dosya numaralarını, anne baba adlarını ve doğum tarihlerini de ekleyerek bu dilekçeleri imzalamışlardır.

Başvuranlar, 26 Eylül 2008 tarihine kadar Muş Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde tutulmuş, bu tarihte Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ne gönderilmişlerdir. Başvuranlar, 18 Ekim 2008’de Kırklareli Valiliği’ne dilekçe vererek Türkiye’de geçici sığınma talebinde bulunmuşlardır. Dava dosyasında yer alan bilgiye göre, başvuranlar henüz dilekçelerine cevap alamamışlardır.

15 Aralık 2008’de, ikinci başvuran, Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde kalan bir başka İranlı sığınmacı ile evlenmiştir. Merkezin müdürü evlilik cüzdanlarını almalarına yardım etmiştir.

16 Ocak 2009’da, ikinci başvuran, kendisini Türkiye’de temsil etmeleri için İstanbul Barosu avukatlarından A. Baba ve S. Uludağ’a vekaletname vermiştir. Noter, yukarıda bahsi geçen evlilik cüzdanına dayanarak vekaletnameyi onaylamıştır.

16 Mart 2009’da, ikinci başvuranın avukatı İçişleri Bakanlığı’na dilekçe vererek müvekkilinin alıkonmasına itiraz etmiştir. Dava dosyasındaki bilgiye göre, ikinci başvuran dilekçesine henüz bir cevap alamamıştır.

25 Mart 2009’da, İsveç Hükümeti, BMMYK’nin talebi üzerine, başvuranların İsveç’e yerleştirilmesi için davalarını incelemeyi kabul etmiştir. Dava dosyasındaki bilgiye göre, inceleme halen derdesttir.

 

HUKUK

I. HÜKÜMETİN İLK İTİRAZLARI VE KABULEDİLEBİLİRLİK

A. Mağdur statüsünün bulunmadığı iddiası

Hükümet, başvuranların, yakalandıkları 21 Haziran 2008 tarihinden önce, yasadışı yollardan Türkiye’ye girdiklerini ve ulusal mevzuat uyarınca geldikleri ülke olan Irak’a sınırdışı edildiklerini belirtmiştir. Hükümet, buna rağmen, haklarında herhangi bir sınırdışı etme kararı çıkarılmadığı için, başvuranların AİHS’nin 34. maddesi uyarınca mağdur statüsünde olmadıklarını ileri sürmüştür.

Başvuranlar, Irak’a sınırdışı edildiklerini ve makamların sınırdışı etme kararına yönelik herhangi bir tebligatta bulunmadan kendilerini İran’a sınırdışı etme girişiminde bulunduklarını ileri sürmüşlerdir. Bu nedenle, başvuranlar, haklarında mevcut bir sınırdışı etme kararı bulunmamasına rağmen mağdur statüsünde olduklarını iddia etmişlerdir.

AİHM, ilk olarak, AİHM tarafından, Hükümet’ten 17 Haziran 2008’de başvuranların Irak’a sınırdışı edilmelerinin ve 28 Haziran 2008’de İran’a sınırdışı etme girişiminin yasal dayanağına ilişkin bilgi sunulmasının açıkça talep edildiğini kaydeder. Ayrıca, sınırdışı etme kararlarının kopyalarıyla birlikte sözkonusu kararların başvuranlara tebliğ edildiğini gösteren belgeler Hükümet’ten talep edilmiştir. Ancak, Hükümet, sözkonusu belgeleri AİHM’ye sunmamıştır. Ayrıca, Hükümet başvuranların, güvenlik güçleri tarafından yakalanmadan önce, yasadışı yollardan Türkiye’ye girdiklerini ve Irak’a sınırdışı edildiklerini ileri sürmüştür. Dolayısıyla, AİHM, başvuranların yerel makamlar tarafından, sınırdışı etme kararı çıkarılmadan veya sınırdışı etme kararına yönelik herhangi bir tebligatta bulunulmadan, 17 Haziran 2008 tarihinde Irak’a olmak üzere, en az bir defa sınırdışı edildiklerini tespit etmiştir.

AİHM, yukarıda anlatılanlar ışığında, herhangi bir sınırdışı etme kararının çıkarılmamış olmasının, başvuranların önceden veya halen Türk makamları tarafından Irak ya da İran’a sınırdışı edilme riski taşımadıkları sonucunu doğurmayacağı kanaatindedir. Bu nedenle, AİHM, AİHS’nin 34. maddesi uyarınca başvuranların mağdur statüsünü kabul  ederek Hükümet’in itirazını reddetmektedir.

 

B. İç hukuk yollarının tüketilmediği iddiası

Hükümet ayrıca, sınırdışı etme kararı verilmiş olsaydı, başvuranların Anayasa’nın 125. maddesi uyarınca idare mahkemelerine başvurabileceklerini ve bunu yapmış olmaları gerektiğini ileri sürmüştür. Hükümet, Türk yasalarına göre, sınırdışı edilecek yabancıların

idare mahkemelerine başvurup, sınırdışı işlemlerinin durdurulmasını ve idari işlemlerin iptalini talep edebileceklerini savunmuştur. Mahkemelerin yürütmenin durdurulması taleplerini kabul etmeleri durumunda, idari makamlar sınırdışı işlemlerini durduracaktır.

Hükümet, AİHS’nin 35/1 maddesi çerçevesinde başvuranların, iç hukuk yollarını tüketmedikleri sonucuna varmıştır.

Başvuranlar kendilerine tebliğ edilmeyen bir karara itiraz edemeyeceklerini belirtmiştir.

AİHM, başvuranın sözleşmeye taraf bir devlet ülkesinden çıkarılmasının önlenmesini talep ettiği Gebremedhin [Gaberamadhien] – Fransa(25389/05) kararında, iç hukuk

yolunun, yalnızca doğrudan askıya alma etkisi bulunduğu takdirde etkin sayılacağını kaydetmiştir[1].

Benzer biçimde, AİHM, N.A. – ‘İngiltere (25904/07) davasında ayrıca, yargısal denetimin bulunduğu ve yargısal denetime başvurulmasının ülkeden çıkarılmayı engelleyeceği durumlarda, sözkonusu yargısal denetimin, ilke olarak, başvuranların AİHM’ye başvurmadan veyahut Mahkeme İç Tüzüğü’nün 39. maddesi kapsamında ülkeden çıkarılmalarının ertelenmesi için ihtiyati tedbir talebinde bulunmadan önce tüketmeleri gereken etkili bir hukuk yolu olarak değerlendirilmesi gerektiğine karar vermiştir.

AİHM, Anayasa’nın 125. maddesi uyarınca sınırdışı etme kararının iptali için idare mahkemelerine yapılacak başvurunun doğrudan askıya alma etkisi bulunmadığını gözlemlemektedir. İdare mahkemesinin ayrıca bir yürütmeyi durdurma kararı vermesi gerekecektir (bkz. Jabari – Türkiye, 40035/98). Bu nedenle, başvuranlara sınırdışı etme kararlarının tebliğ edildiği ve başvuranların idare mahkemelerinde bu kararlara itiraz etme olanağına sahip oldukları farz edilse bile, sözkonusu kişilerin AİHS’nin 35/1 maddesi anlamında iç hukuk yollarını tüketmek için idare mahkemelerine başvurmaları gerekmeyecekti. AİHM bu sebeple Hükümet’in itirazını reddetmektedir.

C. Diğer kabuledilebilirlik ölçütlerine uygunluk

AİHS’nin 35. maddesinin 3. fıkrası çerçevesinde başvurunun açıkça dayanaktan yoksun olmadığını kaydeden AİHM, ayrıca, başvurunun diğer koşullar açısından incelendiğinde de kabuledilemezlik unsuru taşımadığını tespit etmiştir. Bu nedenle başvuru kabuledilebilir niteliktedir.

 

II. AİHS’NİN 2. VE 3. MADDELERİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuranlar, AİHS’nin 2. ve 3. maddeleri kapsamında, 17 Haziran 2008 tarihinde Irak’a gönderilmek üzere sınırdışı edildiklerinden, makamların 28 Haziran 2008 tarihinde kendilerini İran’a sınırdışı etme girişiminde bulunduklarından ve sınırdışı edildikleri takdirde

açık bir ölüm veya kötü muamele görme riskiyle karşı karşıya kalacaklarını iddia ederek, hali hazırda mevcut olan, bahsi geçen iki ülkeden birine sınırdışı edilmeleri tehlikesinden şikayetçi olmuşlardır. İran’a gönderilmeleri durumunda ciddi bir ölüm veya kötü muamele görme riski

ile karşı karşıya kalacaklarını ve özellikle, HMÖ’nün eski üyeleri olarak, İran’da ölüm cezasına çarptırılabileceklerini ileri sürmüşlerdir. Ayrıca Irak’ta resmi makamlar tarafından eski Saddam Hüseyin yönetiminin müttefikleri olarak değerlendirildikleri için kötü muameleye uğrayacaklarını belirtmişlerdir. AİHM başvuranların şikayetlerini AİHS’nin 3. maddesi bakımından incelemenin daha uygun olacağı kanısındadır[2].

Hükümet başvuranların iddialarına itiraz etmiştir.

 

A. Tarafların savları

1. Hükümet

Hükümet, başvuranların, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği tarafından terör örgütü olarak adlandırılan HMÖ’nün üyesi olduklarını öne sürmüştür. Bu nedenle, başvuranlar da dahil olmak üzere bu örgüt üyelerinin Türkiye’de kalmalarına izin vermek, ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve düzeni için risk oluşturacaktır. Hükümet başvuranların Türkiye’ye ilk geldiklerinde, ulusal mevzuat uyarınca Irak’a sınırdışı edildiklerini ileri sürmüştür. Ayrıca başvuranların tekrar sınırdışı edilmeleri halinde, yine geldikleri yer olan Irak’a gönderileceklerini, fakat Hükümet’in, halihazırda Mahkeme İç Tüzüğü’nün 39. maddesi çerçevesinde verilen ihtiyati tedbire uyduğunu belirtmiştir..Bu bağlamda, Irak

Hükümeti’nin güvenlik alanında dikkate değer bir ilerleme kaydettiğini, bu nedenle, Koalisyon Güçleri’nin denetlediği ve yönettiği Irak’ın güvenli olduğunu kaydetmiştir.

Başvuranların Irak’a sınırdışı edilmelerinin başvuranları riske atmayacağı sonucuna varmıştır.

2. Başvuranlar

Başvuranlar, makamların, kendilerini, ülkeden çıkarmaya yönelik hiçbir belge olmadan 28 Haziran 2008 tarihinde İran’a sınırdışı etme girişiminde bulunduklarını, Hükümet’in menşe ülkelerinde yüz yüze gelebilecekleri riskleri değerlendirmeye almadığını belirtmişlerdir. Başvuranlar Chahal – İngiltere kararına dayanarak, AİHM’den, İran’da karşı karşıya kalabilecekleri risklerle ilgili kendi değerlendirmesini yapmasını talep etmişlerdir. HMÖ’nün eski üyeleri olarak, İran’da kötü muameleye uğrayacaklarını, hatta idam edileceklerini iddia etmişlerdir. Başvuranlar bu noktada BMMYK tarafından mülteci olarak tanınmalarına dayanmışlardır.

Bu bağlamda, Mohsen Abdolkhani, HMÖ’ye 1992 – 1994 yılları arasında askerlik hizmetini yaparken katıldığını belirtmiştir. 1995 yılında, bir HMÖ üyesinin ülkeden kaçmasına yardım etmeye çalışırken yakalanmış, bir gün tutulmuş ve kaçmadan önce kötü muameleye uğramıştır. Peşinden Irak’a kaçmıştır. Askeri eğitim almasına karşın, HMÖ adına hiçbir askeri operasyona katılmamıştır. Örgütün amaç ve yöntemlerini onaylamamaya başladığında, çağırılıp sorgulanmıştır. 2001 yılında Eşref kampındaki bir binada dört ay boyunca tutulmuş ve kötü muameleye uğramıştır. 2005 yılının Ekim ayında, nihayet HMÖ’den ayrılıp, GMKM’ye gitmiştir. Bunların sonucunda BMMYK başvuranı mülteci olarak tanımıştır.

Hamid Karimnia, İran’daki teokratik yönetimle yaşamaya tahammül edemediği için 2000 yılında İran’dan ayrılıp Türkiye’ye gitmiştir. İran’dayken, çeşitli kıyafet yönetmelikleriyle sosyal/ahlaki kuralları çiğnediği için 20 ila 30 kez gözaltına alınmıştır. 2001 yılında HMÖ’ye katılıp Irak’a gitmiştir. HMÖ’ye katıldıktan sonra, İran makamları ailesine baskı yapmış, bu baskılar sonucunda annesi kalp krizi geçirmiş, babası ise felç geçirmiş ve konuşma yeteneğini kaybetmiştir. Başvuran, Irak’a vardıktan iki ay sonra, diktatörce yönetildiğini düşündüğü için örgütten azledilmeyi istemiştir. Bu sebeple, Eşref kampında üç ay boyunca tutulmuştur. 2006 yılında, GMKM’ye geçmiştir. Peşinden BMMYK başvuranı mülteci olarak tanımıştır.

Başvuranlar ayrıca Irak’ta güvende olmayacaklarını belirtmişlerdir. Öncelikle, Irak’ta yaygın şiddet yaşandığını iddia etmişlerdir. Ayrıca, HMÖ’nün eski üyeleri olarak, Türkiye’den ihraç edilmeleri halinde mevcut Irak Hükümeti’nin zulmüne uğrama ve hatta Irak’tan İran’a sınırdışı edilme riskiyle karşı karşıya kalacaklarını belirtmişlerdir. GMKM’nin 2008 yılının Nisan ayında Amerika Birleşik Devletleri güçlerince kapatıldığını, bu nedenle, geldikleri yere dönemeyeceklerini kaydetmişlerdir. Ayrıca HMÖ üyelerinin yaşadıkları Eşref kampının denetiminin 2008 yılının Aralık ayında Irak Hükümeti’ne devredildiğini ve birçok insan hakları savunucusu örgütün, çokuluslu güçler olmaksızın kampta yaşayanların güvenliğinden duyulan endişeyi ifade ettiğini kaydetmişlerdir.

Başvuranlar son olarak, Türkiye ile Irak arasında İran vatandaşlarıyla ilgili geri kabul anlaşması bulunmadığını, Iraklı makamların eski HMÖ üyelerini Irak’a kabul etmeyi sistematik olarak reddettiklerini belirtmişlerdir. Başvuranlar bu bakımdan, başvuranların 17 Haziran 2008 tarihinde sınırı geçerek Irak’ın Diyana bölgesine gitmeye zorlanmaları olayı da dahil olmak üzere, Türk makamlarının yasadışı yollarla sınırdışı faaliyetlerinde bulunduğu vakaların mevcut olduğunu kaydetmişlerdir.

B. Müdahil tarafın savları

BMMYK, başvuranlar da dahil olmak üzere bazı eski HMÖ üyelerinin, BMMYK tarafından mülteci olarak tanındıklarını belirtmiştir. HMÖ’nün BMMYK tarafından mülteci olarak tanınan eski 24 üyesinin Türkiye’den Irak’a sınırdışı edildiğini, içlerinden üçünün doğrudan İran’a gönderildiğini iddia etmiştir. BMMYK bu bağlamda bahsedilen sınırdışı etme olaylarıyla sınırdışı etme girişimlerinin, bu kimselerin BMMYK tarafından mülteci olarak tanındıkları göz önünde bulundurulmadan gerçekleştirildiğini belirtmiştir. Davalı Hükümet’in, BMMYK’nın Türkiye’den başka bir yerde tanıdığı mülteci statüsünü kabul etmediği konusunda BMMYK’yı bilgilendirdiğini iddia etmiştir. BMMYK, BMMYK’nın tanıdığı mülteci statüsünün devletler üzerinde başlı başına yasal bir bağlayıcılığı olmadığını ifade etmekle birlikte, sözkonusu statünün makul gerekçeler bulunmadan göz ardı edilmemesi gerektiğini ve haklı nedenlere dayalı zulüm korkusunun varlığının tespitinde ciddi ve güvenilir bir gösterge olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.

BMMYK, ilk iltica ülkesine gönderilmeyle ilgili olarak, kişinin söz konusu ülkeden başka bir ülkeye geri gönderilmeye karşı korunup korunmadığı, söz konusu ülkede kalmasına izin verilip verilmediği ve kalıcı bir çözüm bulunana dek tanınmış temel insan hakları

standartlarıyla uyumlu olarak muamele görüp görmeyeceğine ilişkin bir ön değerlendirme yapılması gerektiğini açıklamıştır. Irak’a ilişkin olarak, BMMYK, bu ülkenin ne Mültecilerin Statüsü’ne İlişkin 1951 Sözleşmesi’ne ne de anılan Sözleşme’nin 1967 tarihli Protokolü’ne

taraf olduğunu kaydetmiştir. Hem Irak’taki son derece istikrarsız güvenlik durumu hem de şiddet nedeniyle ülke içinde ve ülkeden dışarı gerçekleşen yerinden edilmeler karşısında, mültecilerin buraya geri gönderilmeleri halinde ciddi insan hakları ihlallerinin yaşanma riski

bulunmaktadır.

BMMYK, eski HMÖ üyelerinin Irak’ta, ülkede yaşanan genel emniyetsizlik koşullarından etkilenmelerine ek olarak başka güvenlik riskleriyle de karşı karşıya olduklarını belirtmiştir. HMÖ’nün eski üyeleri, onları geçmişte koruyan eski Saddam Hüseyin yönetimine hala bağlıymışlar gibi değerlendirilmişlerdir. Kuzey Irak’ta eski HMÖ üyesi mültecilerden oluşan küçük bir gruba mülteci kimlik kartı verilmemiş, her ay yenilenmesi gereken geçici oturma izinleri verilmekle yetinilmiştir. Makamlarca, sözkonusu kişilerin kuzey Irak’ta kalmalarına, BMMYK’nın onları başka bir ülkeye yerleştireceği varsayılarak göz yumulmuştur. Başka ülkeye yerleştirilmeleri ihtimali azaldıkça, kuzey Irak’taki otoritenin anlayışlı tutumu da değişmiştir.

C. AİHM’nin değerlendirmesi

1. Genel ilkeler

AİHM, başlangıçta, Sözleşmeye Taraf Devletler’in, uluslararası hukukun gereği olarak ve AİHS de dahil olmak üzere uluslararası sözleşme yükümlülüklerine tabi olarak, yabancıların ülkeye girişleri, burada kalışları ve sınırdışı edilmelerini denetleme hakları bulunduğunu yineler[3]. Siyasi iltica hakkı ne AİHS ne Protokolleri tarafından açıkça korunmuştur[4].

Öte yandan, Sözleşmeye taraf bir devletin bir kimseyi sınırdışı etmesi, 3. madde çerçevesinde sorun teşkil edebilir ve bu durum, sözkonusu kişinin sınırdışı edilmesi halinde 3. maddeyle ters düşecek bir muameleye maruz kalma riskiyle karşı karşıya olduğuna inanmak için esaslı nedenler gösterildiği takdirde, sözkonusu devletin AİHS kapsamında yükümlülüğünü doğurabilir. Böyle bir durumda, 3. madde sözkonusu kişiyi o ülkeye sınırdışı etmeme yükümlülüğünü gerektirir.

AİHM başvuranın, gerçek bir riskle karşı karşıya kaldığına inanmak için esaslı gerekçelerin bulunup bulunmadığına karar verirken, kabul eden ülkedeki koşulları 3. madde standartlarını dikkate alarak değerlendirmek durumundadır[5].

Sözkonusu standartlara göre, başvuranın iade edildiği takdirde maruz kalacağını iddia ettiği kötü muamelenin, 3. madde kapsamına girmesi için asgari ciddiyet seviyesinde olması gerekmektedir. Bu husus değerlendirilirken, davanın tüm koşulları göz önüne alınmalıdır[6].

3. madde tarafından garanti altına alınan hakkın mutlak niteliği göz önüne alındığında, sınırdışı etmeme yükümlülüğü, kötü muamele riskinin, kabul eden ülke makamlarının sorumluluğu dahilindeki unsurlardan kaynaklanıp kaynaklanmamasına bağlı değildir.

Dolayısıyla, 3. madde, tehlikenin kamu görevlisi olmayan kişilerden ya da gruplardan kaynaklandığı hallerde de uygulanabilir. Bu bağlamda önemli olan, başvuranın, kendisine karşı işlenen suçlara karşı korunma ve tazminat isteme olanağının bulunup bulunmadığıdır[7].

Başvuranın, sistematik olarak kötü muamele uygulamasına maruz kalan bir gruba üye olduğunu ileri sürdüğü durumlarda, başvuranın sözkonusu uygulamanın yapıldığını ve kendisinin ilgili gruba mensup olduğunu kanıtlaması halinde, AİHS’nin 3. maddesinin sağladığı koruma devreye girer[8]. Bu gibi hallerde, AİHM, 3. maddenin sağladığı korumanın geçersiz kılınmasına yol açacak ise, başvuranın diğer özel ayırt edici özelliklerin varlığını kanıtlaması için ısrar etmez.

Sınırdışı zaten gerçekleştirildiyse, riskin mevcut olup olmadığı, iadenin ya da sınırdışı edilmenin gerçekleştiği tarihte Sözleşmeci Devlet’in bilgisi dahilinde olan ya da olması gereken olaylar göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. Bununla birlikte, AİHM’nin, iadeyi ya da sınırdışı edilmeyi müteakiben gün ışığına çıkan bilgileri göz önüne alması engellenmemiştir[9]. AİHM’nin davayı incelediği tarihte başvuran henüz iade ya da sınırdışı edilmemişse, değerlendirmeye alınacak dönem, AİHM önündeki yargılamanın yapıldığı dönem olacaktır[10].

2. Yukarıda kaydedilen ilkelerin mevcut davaya uygulanması

AİHM öncelikle başvuranların 17 Haziran 2008’de Irak’a sınırdışı edilmekten şikayetçi olduklarını ve sorumlu Hükümet’in, AİHM’ye sunduğu görüşlerinde, başvuranların Türkiye’ye ilk geldiklerinde Irak’a sınırdışı edildiklerini kabul ettiğini gözlemler. Hükümet aynı zamanda, başvuranların sınırdışı edilmeleri halinde, ulusal mevzuat çerçevesinde, geldikleri yer olan Irak’a gönderileceklerini doğrulamıştır. AİHM, normal koşullar altında, başvuranların ilk kez sınırdışı edildikleri 17 Haziran 2008’de karşı karşıya kaldıkları risk ile Irak’a şu an iade edilmeleri halinde karşı karşıya kalabilecekleri riski birlikte değerlendirirdi.

Ancak, başvuranların ilk kez sınırdışı edilmeleri ardından vakit kaybetmeden Türkiye’ye döndüklerini ve halen Türkiye’deki bir Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulduklarını göz önüne alan AİHM, ilk olayı daha fazla incelemesine gerek olmadığı kanaatine varmıştır.

Bu nedenle, AİHM, başvuranların şu an sınırdışı edilmeleri durumunda Irak’ta karşı karşıya kalacakları bir riskin mevcut olup olmadığını değerlendirecektir.

AİHM ayrıca başvuranların, Türk makamlarının kendilerini 28 Haziran 2008’de İran’a sınırdışı etme girişimde bulunduklarını iddia ettiğini kaydeder. Ancak Hükümet, görüşlerinde bu iddialara cevap vermemiştir. Hükümet’in sessizliğinden bir sonuç elde edemeyen AİHM,

buna rağmen başvuranların iddialarını göz önüne alacak ve şu an menşe ülkeleri olan İran’a sınırdışı edilmeleri durumunda, 3. maddenin ihlaline yol açacak bir muameleyle karşı karşıya kalıp kalmayacaklarını da inceleyecektir.

AİHM bu hususta öncelikle İngiltere Sınır Ajansı’nın İran’a ilişkin 21 Nisan 2009 tarihli raporunda (Menşe Ülke Bilgi Raporu) yer alan bilgileri (“İçişleri Bakanlığı Raporu”) ve BMMYK’nın, eski ve yeni HMÖ mensuplarının Türkiye’den doğrudan İran’a iade edilme vakalarının mevcut olduğuna ilişkin görüşlerini göz önüne almaktadır. İçişleri Bakanlığı Raporu’nda Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün, Türk makamlarınca 2003’te İran’a iade edilen bir HMÖ mensubunun, 7 Şubat 2006’da idam edildiğine ilişkin verdiği bilgi kaydedilmektedir. Aynı raporda ayrıca, İran’da, diğer suçlamalar yanında HMÖ sempatizanı olmakla suçlanan birçok kişinin yıllardır cezaevinde tutulduğuna ilişkin bilgi içeren 2007 tarihli ABD Dışişleri Bakanlığı Raporu’ndan alıntılara da yer verilmektedir.

BMMYK Yeniden Yerleştirme Birimi Raporu’na göre, İran’da HMÖ mensuplarının idam edilmeleri, yabancı ülkelerdeki yargısız infazları da kapsayacak şekilde, düzensiz aralıklarla devam etmektedir. Bu bağlamda BMMYK, Uluslararası Af Örgütü’nün, bir HMÖ yandaşının İran’da bir cezaevinde şüpheli koşullar altında hayatını kaybettiğine ilişkin 7 Eylül 2006 tarihli basın açıklamasına değinmiştir. Uluslararası Af Örgütü’nün 20 Mart 2009 tarihli diğer bir basın açıklamasına göre, farklı bir HMÖ yandaşı da 30 Ekim 2008’de şüpheli koşullar altında cezaevinde hayatını kaybetmiştir.

Buna karşılık, İngiltere Sınır Ajansı Raporu’nda, 2005’ten bu yana, daha önceleri Eşref Kampı’nda kalan bir takım HMÖ mensuplarının, Uluslararası Kızılhaç Komitesi (“UKK”) denetiminde gönüllü olarak İran’a iade edildiği belirtilmektedir. Ancak, BMMYK Yeniden Yerleştirme Birimi Raporu’na göre, ne BMMYK ne UKK iade edilenlerin durumunu takip edebildiği için, sözkonusu kişilere (200 kişi) ne olduğuna ilişkin olarak, bağımsız kaynaklardan elde edilmiş az miktarda bilgi mevcuttur. BMMYK’ya sözkonusu şahıslar hususunda çelişkili ifadeler verilmiştir. Bilgi kaynaklarının bir kısmı iade edilen kişilerin hiçbir sorunla karşılaşmadıklarını belirtirken, bazı güvenilir kaynaklar da iade edilenlerden bazılarının, kamu önünde HMÖ aleyhinde ifade vermeye ve suçlamada bulunmaya zorlandığını kaydetmiştir. AİHM, bu koşullar altında, İran’a iade edilen HMÖ mensuplarının akıbeti hususunda kesin sonuçlara varamamaktadır. Bununla birlikte, kamu nezdinde, bu denli büyük bir insan grubuna ilişkin olarak güvenilir bilgi bulunmaması dikkat çekicidir. Ayrıca, AİHM, BMMYK’nın İran’a iade edilen kişilere ulaşamamış olduğunu ve İran Hükümeti’nin HMÖ mensupları için verdiği af sözünün hiçbir zaman yerine getirilmemiş olduğunu göz ardı

edemez.

AİHM, İran’a iade edilmeleri durumunda başvuranların karşı karşıya kalacağı riske ilişkin değerlendirmede bulunmadan önce, BMMYK’nın başvuranların iddiaları hususunda vardığı sonuçları da dikkate almalıdır[11]. AİHM bu bağlamda, BMMYK’nın, Türk makamlarının aksine, başvuranlarla görüştüğünü; endişelerinin inanılırlığını ve menşe ülkelerindeki duruma ilişkin ifadelerinin doğruluğunu sınama fırsatına sahip olduğunu gözlemler. BMMYK sözkonusu görüşmeleri müteakiben, başvuranların menşe ülkelerinde keyfi olarak yaşamlarından mahrum bırakıldıkları, tutuklandıkları ve kötü muameleye maruz bırakıldıkları sonucuna varmıştır.

AİHM yukarıda kaydedilenler ışığında, önceki ve şimdiki HMÖ mensupları ve sempatizanlarının İran’da öldürülebileceklerine ve kötü muameleye maruz bırakılabileceklerine ve başvuranların daha önce bu örgüt ile ilişkili olduklarına inanmak için önemli nedenlerin mevcut olduğu sonucuna varmıştır. Ayrıca, BMMYK’nın yaptığı değerlendirme ışığında, başvuranların, İran’a iade edilmeleri durumunda, siyasi görüşleri nedeniyle 3. madde kapsamındaki haklarının ihlal edilmesi riski ile karşı karşıya kalacaklarını kabul etmek için esaslı gerekçeler mevcuttur.

AİHM, Irak’ta karşılaşılacağı ileri sürülen riskler hususunda öncelikle, Hükümet’in, başvuranların Türkiye ve Irak arasında İran vatandaşlarına ilişkin geri kabul anlaşması bulunmadığı ve Irak makamlarının, eski HMÖ sığınmacılarının Irak’a yeniden kabulünü sistematik olarak reddettiği yönündeki iddialarına cevap vermediğini gözlemler. AİHM, Hükümet’in, Irak vatandaşı olmayanların Irak’a sınırdışı edilmesine ilişkin hukuki çerçeve hususunda görüş bildirmemiş olması nedeniyle, İran vatandaşlarının Irak’a gönderilmelerinin, herhangi bir yasal prosedüre dayanmadığı sonucuna varmıştır.

AİHM, bu bağlamda, BMMYK ve Uluslararası Af Örgütü gibi diğer kaynakların, Iraklı olmayan vatandaşların daha önce de Türk makamları tarafından zorla ve kanuna aykırı olarak Irak’a sınırdışı edildiklerini bildirdiklerini gözlemler. BMMYK, AİHM’ye sunduğu görüşlerinde, görgü tanıklarının, Türk makamlarının 23 Nisan 2008’de altmış kişiyi resmi olarak sınırdan geçirerek Irak’a sınırdışı etme girişiminde bulunduğunu bildirdiğine ilişkin 25 Nisan 2008 tarihli basın duyurusuna değinmiştir. Irak makamlarının yalnızca Irak vatandaşlarını kabul etmesi ve Iraklı olmayan on sekiz sığınmacıyı reddetmesi nedeniyle sözkonusu sığınmacılar Türk polisi tarafından hızlı akan bir nehri geçmek durumunda

bırakılmıştır. Bu kişilerden dördü nehirde boğulmuş ve cesetleri bulunamamıştır.

Şubat 2008 tarihli BMMYK Yeniden Yerleştirme Birimi Raporu’nda ayrıca, 2007’de toplam 19 eski HMÖ sığınmacısının, kuzey Irak’a sınırdışı edildiği; burada birçoğunun Irak güvenlik güçlerince yakalandığı ve daha sonra Musul’da tutuklandığı bildirilmektedir. Rapora

göre, sözkonusu eski HMÖ sığınmacılarının bir kısmı kaybolmuştur ve BMMYK, Irak makamlarınca İran’a sınırdışı edildiklerinden endişe etmektedir. AİHM, özellikle, Irak’ın 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne taraf olmadığını göz önüne alarak, BMMYK’nın endişelerini makul bulmaktadır.

AİHM, bu bağlamda, Irak Hükümeti’nin eski HMÖ mensuplarına tek yönlü seyahat belgeleri sağlama politikası ile, hem AB Parlamentosu hem de Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Mülteci Komitesi Başkanı’nın derhal tepki göstermesine yol açan, Irak’taki HMÖ mevcudiyetini sona erdirme niyetine ilişkin son açıklamasının, İran ve Irak Hükümetleri arasındaki ilişkilerin değişen niteliği ve bölgesel Kürt hükümetlerinin BMMYK tarafından bildirilen HMÖ düşmanlığı ile birlikte değerlendirildiğinde, HMÖ ile bağlantısı olduğu düşünülen kişilerin Irak’tan İran’a gönderilme olasılıklarının yüksek olduğunu ortaya koyduğu kanısındadır.

Bu bağlamda AİHM, bir yabancının, bir geçiş ülkesine gönderilmek üzere dolaylı olarak sınırdışı edilmesinin, sınırdışı eden Sözleşmeci Devlet’in, sınırdışı etme kararından dolayı yabancının 3. maddeyle çelişecek bir muameleye maruz bırakılmamasını garanti etme sorumluluğunu etkilemediğini yineler[12].

AİHM, başvuranların Irak’a sınırdışı edilmelerinin,,Irak’ta ölüm ya da kötü muamele görme ve Irak makamlarınca İran’a gönderilme risklerine karşı yeterli koruma sağlayan yasal bir çerçeve mevcut olmaksızın gerçekleşeceğini göz önünde bulundurarak,, Irak’a iade edilmeleri halinde 3. madde kapsamındaki haklarının ihlal edileceğine inanmak için esaslı gerekçelerin mevcut olduğu kanaatine varmıştır.

AİHM, bu koşullar altında, başvuranların ve BMMYK’nın sunduklarıyla birlikte AİHM tarafından elde edilen delillerin, Irak’a ya da İran’a iade edilmeleri halinde başvuranların AİHS’nin 3. maddesine aykırı bir muameleye maruz bırakılmaları yönünde gerçek bir riskin bulunduğu sonucuna varmak için yeterli olduğu kanaatindedir. AİHM ayrıca Hükümet’in, başvuranların Irak’ta ve İran’da karşı karşıya kalabilecekleri risklere ilişkin iddialarından şüphe edilmesine yol açacak deliller ya da belgeler sunmadığını kaydeder[13].

Son olarak, Hükümet’in başvuranların da aralarında bulunduğu HMÖ mensuplarının Türkiye’de kalmasına izin vermenin ulusal güvenlik, kamu güvenliği ve düzeni için tehdit oluşturacağına ilişkin iddiası hususunda AİHM, AİHS’nin 3. maddesinin mutlak niteliğini hatırlatır. AİHM, daha önce, bir devletin sorumluluğunun 3. madde kapsamına girip girmediği değerlendirilirken, – sözkonusu muamele başka bir devlet tarafından uygulanmış olsa dahi – kötü muamele görme riski ile sınırdışı etme nedenlerini karşılaştırmanın mümkün olmadığına karar vermiştir. İlgili kişinin eylemleri, her ne kadar hoş karşılanmasa veya tehlike arz etse de, göz önüne alınamaz[14].

AİHM ayrıca, başvuranların sırasıyla 2005 ve 2006 yıllarında HMÖ’yü terk ettiğini ve BMMYK tarafından mülteci olarak kabul edildiklerini yineler. Bu nedenle, Hükümet’in iddiasını reddeder.

Sonuç olarak AİHM, başvuranların İran’a ya da Irak’a iade edilmeleri halinde AİHS’nin 3. maddesinin ihlal edilmiş olacağı sonucuna varmıştır.

III. AİHS’NİN 13. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuranlar AİHS’nin 13. maddesine dayanarak, AİHS’nin 2. ve 3. maddelerine dayalı iddialarını dile getirebilecekleri etkili bir iç hukuk yoluna sahip olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Özellikle, sığınma talebinde bulunmaları ve muhtemel sınırdışı işlemine itirazda bulunmaları engellenmiştir.

Hükümet başvuranların iddialarını reddetmiştir.

A. Tarafların görüşleri

1. Hükümet

Hükümet öncelikle Türkiye’nin Asya, Afrika ve Avrupa’yı bağlayan yolların kavşak noktasında bulunduğunu ve bu nedenle Türk makamlarının çok fazla sayıda yasadışı göçmenle karşı karşıya kaldığını belirtmiştir. Yetkililerin, yasadışı göçle mücadele ederken, uluslararası korumaya ihtiyaç duyan kişilerin korunması için gerekli tüm adımları attığını ifade etmiştir. Bu bağlamda 1994 Yönetmeliği’nde değişiklikler yapılmış, 57 sayılı Genelge yürürlüğe konmuştur. Ayrıca, ulusal mevzuatın Avrupa Birliği’ne katılım süreci bağlamında mevzuatın uyumlaştırılması amacıyla yeni bir sığınma yasası öngörülmüştür.

14 ve 17 Kasım 2008 tarihli görüşlerinde Hükümet, başvuranların Türkiye’ye ilk girişlerinde, sınırdışı edilmeden önce 1994 Yönetmeliği uyarınca bir sığınma ve geçici sığınma başvurusu yapmadıklarını savunmuştur. Hükümet, 1994 Yönetmeliği ve 57 sayılı Genelge’ye göre, Türkiye’ye yasadışı yollardan giriş yapan yabancıların makul bir süre içerisinde yetkili makamlara başvurarak sığınma veya geçici sığınma talebinde bulunmalarının zorunlu olduğunu, aksi takdirde Türkiye’de yasadışı göçmen muamelesi göreceklerini vurgulamıştır. Ulusal makamların, sığınma prosedürü kapsamında, yabancının kendi ülkesinde kötü muamele tehlikesiyle karşı karşıya olup olmadığını incelediklerini ileri sürmüştür. Hükümet, bu nedenle, başvuranların ulusal mevzuata göre sınırdışı edilebilecek yasadışı göçmenler olduğuna karar vermiştir. Hükümet ayrıca, Avrupa ülkelerine gitmek üzere Türkiye’den ayrılmaya çalışırken yakalanan birçok yasadışı göçmenin, sadece sınırdışı edilmelerini engellemek amacıyla sığınma için ulusal makamlara ve ardından AİHM’ye başvurduklarını ifade etmiştir.

31 Mart 2009 tarihli görüşlerinde Hükümet, başvuranlardan bazılarının imkânları olduğu halde mazeretsiz olarak makul bir süre içerisinde yetkili makamlara başvurmamalarına karşın, ulusal makamların tüm başvuruları işleme koyduğunu ifade etmiştir. Türkiye’ye yasadışı giriş

yapmak, ülkede yasadışı olarak bulunmak ya da ülkeden yasadışı bir şekilde ayrılmaktan yakalandıktan sonra sığınma talebinde bulunan şahıslara da ikamet izni ve uluslararası koruma sağlandığını belirtmiştir. Hükümet, bu bağlamda, AİHM’de Türkiye aleyhine dava açan M.B.’nin (başvuru no. 32399/08) davasına atıfta bulunmuştur.

Hükümet ayrıca, sığınma başvurularını alma ve değerlendirmede yetkili merci olan İçişleri Bakanlığı’nın, Dışişleri Bakanlığı ve BMMYK’nın görüşlerini dikkate aldığını ifade etmiştir. Sığınma veya geçici ikamet talebi reddedilen başvuranların, 57 sayılı Genelge’nin 12. maddesi uyarınca, ilk derece mahkemesi kararına itirazda bulunma hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Sığınma talebinde bulunanlar, aynı zamanda, sığınma talepleriyle ilgili olarak verilen olumsuz kararın ve sınırdışı etme kararının iptali istemiyle idare mahkemelerinde dava açabilmektedirler. Bu bağlamda, Hükümet, Türkiye’ye yasadışı giriş yapan A.A. adlı İran uyruklu şahsın, hakkında çıkarılan sınırdışı etme kararına idare mahkemelerinde itirazda bulunduğunu ve AİHM’ye yaptığı başvuruyu (no. 23980/08) takiben kendisine Karaman’da geçici ikamet izni verildiğini belirtmiştir.

Hükümet, ulusal makamların sığınma ve geçici sığınma başvurularını değerlendirirken süre kurallarına riayet etmesine karşın BMMYK’nın Türkiye temsilciliği tarafından yapılan mülteci statüsü belirleme işlemlerinin birkaç ay, hatta bazen yıllar sürdüğünü savunmuştur. Ayrıca, BMMYK’nın, 2006 – 2008 yılları arasında sadece iki kişiyi üçüncü bir ülkeye yerleştirmiş olduğunu AİHM’nin dikkatine sunmuştur.

Hükümet son olarak, başvuranların, talep etmeleri halinde, tutuklu iken adli yardım alabileceklerini savunmuştur. Bu bağlamda, Kumkapı misafirhanesinde tutulan bir sığınmacının kısa bir süre önce bir avukattan yardım aldığını ve kendisine vekâlet verdiğini belirtmiştir. Hükümet ayrıca, yeterli gerekçe sunulması halinde, BMMYK’nın tutuklu sığınmacılarla görüşmesine yetkili makamlarca izin verildiğini ileri sürmüştür.

2. Başvuranlar

Başvuranlar, çeşitli defalar sığınma ve geçici ikamet izni talep ettiklerini, ancak sığınma prosedürüne erişimlerinin yetkililerce sürekli ve otomatik olarak engellediğini öne sürmüştür. Kendileriyle hiç görüşme yapılmamış, sınırdışı edilmeleri halinde zulüm, kötü muamele ve

ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalacakları iddiaları yetkililerce değerlendirilmemiştir. Başvuranlar, ayrıca, sınırdışı etme kararları kendilerine tebliğ edilmediğinden, sınırdışı etme kararlarına itiraz etme hakkına sahip olmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Başvuranlara göre, Türkiye’de yargı yolu, idare mahkemelerinin idari makamlarca alınan sığınmanın reddi kararlarının esasını inceleme yetkisine sahip olmaması nedeniyle, her halükârda etkisizdir.

Başvuranlar son olarak Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde tutuldukları sürece avukat hakkından yararlanamadıklarını savunmuştur. Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde bir avukat tarafından resmi olarak temsil edilme çabaları, geçerli kimlik belgeleri bulunmaması

gerekçesiyle sonuçsuz kalmıştır. Sığınma başvurusunda bulunmalarına yetkililer tarafından izin verilmemiş olması nedeniyle, 57 sayılı Genelge’nin 3. maddesi uyarınca kimlik belgesi edinmeleri mümkün olmamıştır.

B. Müdahil tarafın görüşleri

BMMYK, Türkiye’nin 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi kısıtlama dolayısıyla Avrupa ülkesi vatandaşı olmayan sığınmacıların Türkiye’de uluslararası korumaya ihtiyacı olması sebebiyle, Türkiye’de uygulanan geçici sığınma prosedürüne paralel olarak, bir Mülteci Statüsü Belirleme (“MSB”) prosedürü uyguladıklarını ifade etmiştir. BMMYK, Türkiye’deki temsilciliğinin 1960’ta hizmete girdiğini ve 1980 ortalarından beri MSB işlemlerini yürütmekte olduğunu belirtmiştir. BMMYK’nın yaptığı MSB’lerin, ulusal makamlarca, uluslararası kamuoyunun bir külfet paylaşım girişimi olarak algılandığını ifade etmiştir. BMMYK, ayrıca, 1994 Yönetmeliği’nde zımnen tanınmış, sözkonusu Yönetmelik’te BMMYK için yeniden yerleştirme ve yardım rolü öngörülmüştür.

BMMYK, Türkiye’de kendilerine kayıtlı tüm başvuranların geçici sığınmaya ilişkin ulusal prosedür konusunda bilgilendirildiklerini ve 1994 Yönetmeliği çerçevesinde ulusal makamlara yönlendirildiklerini savunmuştur. BMMYK’nın bir kişiyi mülteci olarak tanıması halinde bir mülteci sertifikası çıkarılmakta ve BMMYK sözkonusu kişi için yeniden yerleştirme seçeneklerini incelemektedir. BMMYK, Türk makamlarının, geçici ikamet izni verip vermeme kararından önce genellikle BMMYK’nın dosyayı değerlendirmesini beklediğini belirtmiştir. Ulusal makamlar genellikle BMMYK tarafından mülteci olarak tanınan kişilere geçici koruma sağlamaktadır. Ancak BMMYK, aşağıdaki durumlarda ulusal makamların geçici ikamet izni vermeyi reddetme eğiliminde olduğunu gözlemlemiştir: ilk etapta reddedilen bir dosyanın BMMYK tarafından yeniden açılması; yetkili makamlarca “kötü niyetli” olduğu değerlendirilen başvurular, örneğin Türkiye’de yasadışı olarak

bulunmaktan yakalananlarca yapılan başvurular; uluslararası havalimanlarında yapılan sığınma başvuruları; BMMYK tarafından Türkiye sınırları dışında mülteci olarak tanınmış olanların sığınma talepleri ve Türkiye’de ikametleri ulusal güvenliğe aykırı olarak değerlendirilenlerin başvuruları.

BMMYK, kendi yetkisi kapsamında mülteci statüsü tanınmış kimi şahıslara koruma sağlanmadığı durumlar yaşandığını iddia etmiştir. Türk makamları, BMMYK tarafından statüleri tanınmış beş Iraklı mültecinin Irak’a sınırdışı edilmesine ilişkin olarak, ulusal güvenlik gerekçelerini öne sürmüşlerdir. Sözkonusu şahıslara Türkiye’deki geçici sığınma prosedürü uygulanmamıştır ve tutuklanan bu şahıslar, daha önce sığındıkları ülke ya da menşe ülkeye sınırdışı edilme prosedürüne tabi tutulmaları dolayısıyla, doğrudan veya dolaylı olarak iade edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Sözkonusu şahıslar eski HMÖ mensuplarıdır.

BMMYK ayrıca, Türkiye’deki temsilciliklerinin, tutuklu mültecilerin Türkiye’ye giriş yapmadan önce statülerinin tanınmasında ciddi güçlüklerle karşılaştığını belirtmiştir. Aynı durum, ulusal güvenliğe tehdit olarak görülen diğer tutuklular için de geçerlidir. BMMYK,

İçişleri Bakanlığı yetkililerinin, 14 Ekim 2008 tarihinde, BMMYK’nın, AİHM’nin AİHM İç Tüzüğü’nün 39. maddesi uyarınca haklarında ihtiyati tedbir kararı verdiği tutuklu mültecilere erişimine izin vermeyeceklerini kendilerine sözlü olarak ifade ettiklerini belirtmiştir.

BMMYK, avukatların tutuklu sığınmacılara kanunen erişimlerinin bulunduğunu ancak uygulamada engellerle karşılaştıklarını ifade etmiştir. Avukatların, Kumkapı Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi gibi bazı tutukevlerinde sığınmacılara engelleme olmadan erişebildiğini,

diğer merkezlerde ise erişimin sorunlu olduğunu belirtmiştir. Son olarak, tutuklu yabancılara, sınırdışı edilmeden önce, her zaman resmi sınırdışı etme kararları tebliğ edilmediğinden, çoğunlukla, resmi bir karar alınmamış olması seebiyle, sınırdışı işlemlerine karşı ulusal

mahkemelerde etkili bir itiraz yapılamamaktadır.

C. AİHM’nin değerlendirmesi

AİHM öncelikle, AİHS’nin 13. maddesinin, iç hukuk sisteminde ne şekilde güvence altına alınmış olursa olsun, AİHS’de tanımlı hak ve özgürlüklerin özünün uygulanması için, ulusal düzeyde etkili bir hukuk yolu bulunmasını teminat altına alındığını yineler. Bu nedenle,

Sözleşmeci Devletlere bu madde bağlamındaki yükümlülüklerini yerine getirme konusunda belli bir takdir yetkisi tanınmış olmasına rağmen, 13. madde hükmü, yetkili ulusal makamın hem ilgili Sözleşme şikâyetinin özünü ele almasını, hem de uygun bir çözüm sunmasını

sağlayacak bir iç hukuk yolunun sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Ayrıca, belli durumlarda iç hukukun sunduğu çareler bütünü 13. madde gereklerini tatmin edebilir[15].

 

İddia edilen işkence ya da kötü muamele tehlikesinin gerçekleşmesi halinde meydana gelecek zararın geri dönüşü olmayan niteliği ve AİHM’nin 3. maddeye verdiği önem nedeniyle 13. madde bağlamında etkili hukuk yolu kavramı şu unsurları gerektirir:

1) başvuranın, sözkonusu ülkeye sınırdışı edilmesi halinde, AİHS’nin 3. maddesine aykırı muameleye uğraması yönünde gerçek bir tehlike bulunduğuna inanmayı gerektirecek esaslı gerekçeler bulunduğu iddiasının bağımsız ve titiz bir incelemeye tabi tutulması

2) otomatik olarak durdurucu etkisi olan bir hukuk yolu[16].

Somut davada AİHM, öncelikle, 1994 Yönetmeliği ve 57 sayılı Genelge ile düzenlenmiş sığınma ve geçici sığınma prosedürü çerçevesinde, başvuranlar gibi, Avrupa harici ülkelerden gelip Türkiye’ye yasadışı giriş yaptıktan sonra yakalanan sığınmacıların üçüncü bir ülkeye

yerleştirilinceye kadar Türkiye’de geçici sığınma talebinde bulunabileceklerini gözlemler.

Sözkonusu genelgeye göre haklarında alınan kararlar şahıslara tebliğ edilir ve şahıslar, haklarındaki ilk derece mahkemesi kararına iki gün içinde itiraz edebilirler. Başvuranlar ve üçüncü taraf, bu gibi şahısların genellikle geçici sığıma prosedüründen yararlandırılmadıklarını belirtmiş, ancak Hükümet bu iddiaya karşı çıkmış ve Türkiye’ye yasadışı giriş yaparken yakalanan ve ikamet izni verilen M.B.’nin durumuna atıfta bulunmuştur. Ayrıca, A.A. isimli şahsın, hakkındaki sınırdışı etme kararına idare mahkemelerinde itiraz ederek ikamet izni aldığını ifade etmiştir.

AİHM, Hükümetin sözkonusu davaların koşullarının benzer nitelikte olduğunu gösteren herhangi bir görüş sunmamış olması nedeniyle, M.B. davasının başvuranların davası ile karşılaştırılmasını ya da bundan sonuçlar çıkarılmasını gerekli görmemektedir. Hükümet, savunmasını destekleyen herhangi bir belge de sunmamıştır. A.A.’ya ilişkin olarak AİHM, şahsın idare mahkemelerine başvurarak bir yabancı kabul ve barınma merkezinde tutulmasına itiraz ettiğini kaydeder. Şahsın idare mahkemesinde açtığı dava sınırdışı edilme tehlikesi ile ilgili değildir.

AİHM, başvuranların, Türkiye’ye ilk girişlerinde sınır görevlileri tarafından ifadeleri alınmadan ve görünüşe göre resmi bir sınırdışı etme kararı alınmadan Irak’a sınırdışı edildiklerini gözlemler. Hükümet, başvuranların Türk topraklarına ilk girişlerinde sığınma talep etmediklerini ifade etmiştir. AİHM, Hükümetin, hiçbir belge ile desteklenmeyen sözkonusu savunması hususunda ikna olmamıştır. Başvuranların sınırdışı edilmesini düzenleyen ve usuli güvenceler sağlayan bir yasal prosedürün bulunmadığı bir ortamda, başvuranların taleplerinin, Türkiye’ye girdiklerinde sığınma talebinde bulunmuş olsalardı dahi resmi kayıt altına alınmayabileceğine dair emareler bulunmaktadır.

AİHM ayrıca başvuranların tekrar Türk topraklarına giriş yapıp yakalandıklarında polise sözlü ve yazılı ifade verdiklerini ve BMMYK tarafından mülteci olarak tanındıklarını açıkça belirttiklerini gözlemlemektedir. Geçmişleri, HMÖ ile geçmişteki ilişkileri, sözkonusu örgüt içindeki faaliyetlerinin niteliği ve örgütten ayrılmaları konularını açıklamışlardır. Aynı zamanda, geçici sığınma amacıyla ikamet tezkeresi talebinde bulunmuşlar ve açıkça avukat istemişlerdir. Hatta başvuranlar, kendilerini Türkiye’ye yasadışı giriş yapmaktan yargılayıp mahkûm eden Muş Sulh Ceza Mahkemesi önünde, ölüm tehlikesi ile karşı karşıya olmaları nedeniyle ülkeleri İran’ı terk ettiklerini ifade etmişlerdir. Hakim ise, sadece başvuranların sınırdışı edileceğini belirtmiştir. Ne var ki, başvuranlara, ne haklarında alınan sınırdışı etme kararı, ne de planlanan sınırdışı etme işleminin nedenleri tebliğ edilmiştir. Sulh Ceza Mahkemesi Irak ya da İran’a sınırdışı edilmeleri halinde maruz kalacaklarını iddia ettikleri tehlikelere ilişkin olarak başvuranların ifadesine başvurmamıştır.

AİHM, başvuranların Irak ya da İran’a dönmeleri halinde kötü muameleye uğrama tehlikesiyle karşı karşıya kalacakları yönündeki ciddi iddiaları karşısında hem idari hem adli makamların tamamen pasif kalmalarını şaşkınlıkla karşılamaktadır. AİHM, ulusal makamların  başvuranların iddiaları karşısındaki tepkisizliğinin AİHS’nin 13. maddesinin gerektirdiği “titiz inceleme”nin yapılmamasına yol açtığı kanaatindedir.

Ayrıca başvuranlar, yakalandıkları ve kendilerine suçlama yöneltildiği sırada, açıkça avukat talep etmelerine karşın, adli yardımdan yararlandırılmamışlardır. Avukata erişimlerinin bulunmayışı Hasköy Emniyet Müdürlüğü’ne yerleştirilmelerinden sonra da devam etmiştir. Hükümet, avukat olan İnsan Hakları Derneği Muş şube başkanının 30 Haziran 2008 tarihinde başvuranlarla görüşmesine polislerin izin vermediği iddiasını reddetmemiştir. AİHM, bu şartlar altında ve özellikle başvuranların Temmuz 2008 kadar erken bir tarihte avukat talebinde bulundukları dikkate alındığında, Hükümetin, başvuranların istemeleri halinde adli yardım alabilecekleri savını, en azından Hasköy Emniyet

Müdürlüğü’nde geçirdikleri süreye ilişkin olarak, kabul etmemektedir.

Bir hukuk yolunun AİHS’nin 13. maddesi gereklerini yerine getirmesi için hem kanuni olarak hem de uygulamada etkili olması zorunludur. Somut davada ulusal makamlar, başvuranların geçici sığınma taleplerini değerlendirmeyerek, sözkonusu taleplerin değerlendirilmeme nedenlerini kendilerine tebliğ etmeyerek ve Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde adli yardım almalarına izin vermeyerek, başvuranların, AİHS’nin 3. maddesi kapsamındaki iddialarını 1994 Yönetmeliği ve 57 sayılı Genelgede öngörülen geçici sığınma prosedürü çerçevesinde dile getirmelerini engellemiştir.

Ayrıca haklarında alınmış olan Irak ya da İran’a sınırdışı etme kararları kendilerine tebliğ edilmediğinden, başvuranlar sözkonusu kararların iptali için idari ya da adli mercilere başvuramamıştır. Türkiye’den muhtemel sınırdışı edilmelerinin nedenleri de kendilerine tebliğ edilmemiştir. Her halükârda, idare mahkemesinin ayrıca bir yürütmeyi durdurma kararı vermemesi halinde, sınırdışı etme kararlarının iptali için yapılan başvuruların işlemi durdurucu etkisi bulunmaması nedeniyle, Türkiye’deki sınırdışı etme davalarındaki yargı denetimi etkili bir hukuk yolu olarak görülemez.

Yukarıda belirtilenler ışığında AİHM, somut dava koşullarında başvuranların, İran ya da Irak’a sınırdışı edilmelerinin AİHS’nin 3. maddesine aykırı sonuçlar doğuracağı yönündeki iddialarının yetkililerce hiç incelenmemiş olması nedeniyle, sözkonusu maddeye dayalı şikâyetleri ile ilgili olarak başvuranlara etkili ve erişilebilir bir hukuk yolu tanınmadığına karar vermiştir. Bu nedenle AİHS’nin 13. maddesi ihlal edilmiştir.

IV. AİHS’NİN 5. MADDESİNİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI

Başvuranlar AİHS’nin 5/1 maddesinin (f) bendine dayanarak, yasaya aykırı olarak tutuklu bulundurulduklarından şikâyetçi olmuşlardır. Ayrıca AİHS’nin 5/2 maddesi uyarınca, 23 Haziran 2008 tarihinden sonraki tutukluluklarının nedeni hakkında kendilerine bilgi verilmediğini savunmuşlardır. Son olarak, AİHS’nin 5/4 maddesine dayanarak, tutukluluklarının kanuna uygunluğuna ilişkin olarak itirazda bulunma imkânına sahip olmadıklarını öne sürmüşlerdir. Hükümet, sözkonusu iddialara itiraz etmiştir.

A. Tarafların görüşleri

Hükümet, başvuranların AİHS’nin 5/1 maddesine dayalı iddialarına ilişkin olarak, Türkiye’ye yasadışı giriş yapmak, ülkede yasadışı olarak bulunmak ya da ülkeden yasadışı bir şekilde ayrılmak sebebiyle yakalandıktan sonra sığınma talebinde bulunan şahısların tutuklanmadığını ancak yabancı kabul ve barınma merkezlerinde barındırıldıklarını ifade etmiştir. “Tutuklama”nın bir mahkeme kararı doğrultusunda özgürlüğün kısıtlanması olduğunu, ancak başvuranların Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde barındırıldıklarını savunmuştur. Başvuranların durumu tutukluluk ya da gözaltı olmayıp sözkonusu merkeze yerleştirilmelerinin nedeni, başvuranların sınırdışı işlemleri tamamlanana kadar gözetim altında tutulmalarının gerekliliğidir. Hükümet sözkonusu uygulamanın diğer ülkelerin uygulamalarından farklı olmadığını ve 5683 sayılı yasanın 23. maddesi ve 5682 sayılı yasanın 4. maddesine dayandığını savunmuştur.

Hükümet, başvuranların tutuklanma nedenlerinin kendilerine bildirilmediği ve Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ndeki tutukluluklarının kanuna uygunluğuna ilişkin olarak itirazda bulunabilecekleri bir hukuk yolu bulunmadığı iddialarına ilişkin görüş sunmamıştır.

Başvuranlar 23 Haziran – 26 Eylül 2008 tarihleri arasında Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde ve 26 Eylül 2008 tarihinden bu yana Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nde tutulmalarının yasal dayanağı olmadığını öne sürmüştür. Tutukluluğun hiçbir sınırdışı kararına dayanmadığını ve yetkililerin hâlihazırda haddinden fazla süren tutukluluklarına dair herhangi diğer bir gerekçe de sunmadıklarını savunmuştur. Dış dünyayla düzgün iletişim kuramadıklarını da belirtmişlerdir. Başvuranlar ifadelerinde, BM Keyfi Tutuklama Çalışma Grubu’nun Türkiye’ye ilişkin raporuna atıfta bulunarak, 5683 sayılı yasanın 23. maddesinin sınırdışı edilmesi muhtemel şahısların tutuklanması için yeterli yasal dayanak oluşturmadığını belirtmiştir.

Başvuranlar, 23 Haziran 2008 tarihinde Muş Sulh Ceza Mahkemesi tarafından mahkûm edilmelerini takiben Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde tutukluluklarının devam ettiğini ancak tutukluluğun devamının gerekçeleri hakkında bilgilendirilmediklerini savunmuştur.

Başvuranlar AİHS’nin 5/4 maddesi bağlamında tutukluluklarının kanuna uygunluğunun ivedi bir yargısal denetime tâbi tutulmasını sağlayacak etkili bir hukuk yoluna sahip olmadıklarını ifade etmiştir. Her ne kadar Hükümetin 5. maddeye ilişkin görüşlerinde yer almamış olsa da, A. A. adlı İran uyruklu şahsın davasının, sözkonusu şahsa bir sınırdışı kararının tebliğ edilmiş ve şahsın İsveç vizesi almış olup kısa bir süre içerisinde Türkiye’yi terk edecek olması nedeniyle kendi durumlarına benzemediğini belirtmişlerdir. Ayrıca sözkonusu şahsın açtığı dava hakkında karar verilmesi neredeyse 2 ay sürmüştür; ki bu da AİHS’nin 5/4 maddesinin gerektirdiği “ivedi yargı denetimi” kuralına uymayan bir gecikmedir. Sözkonusu şahsın tahliyesi de gecikmiş; şahıs, idare mahkemesinin kararını takip eden 1 ay süresince tutuklu kalmıştır.

B. AİHM’nin değerlendirmesi

1. Özgürlükten mahrum bırakma

AİHM, Hükümetin, başvuranların AİHS’nin 5. maddesi bağlamında özgürlüklerinden mahrum bırakıldıkları iddialarına itiraz etmediğini kaydeder. AİHM, AİHS’nin 5/1 maddesinin özgürlük hakkını düzenlerken, şahsın fiziksel özgürlüğünü öngördüğünü ve amacın hiç kimsenin bu özgürlüğünden keyfi bir şekilde mahrum bırakılmamasını güvence altına almak olduğunu hatırlatır. Bir kimsenin AİHS’nin 5. maddesi bağlamında özgürlüğünden mahrum bırakılıp bırakılmadığının tespiti için başlangıç noktası, şahsın somut durumu olmalı ve şikâyet konusu işlemin tipi, süresi, etkileri ve uygulanış şekli gibi ölçütlerin tamamı dikkate alınmalıdır[17].

Mevcut davada başvuranlar 21 Haziran 2008 tarihinde jandarmalarca yakalanmış ve Türkiye’ye yasadışı giriş yapmak suçlamasıyla 23 Haziran 2008 tarihine kadar jandarma karakolunda gözaltında tutulmuşlardır. 23 Haziran 2008 tarihinde sözkonusu suçlama uyarınca mahkûm edilmişler ancak cezalarının infazı ertelenmiştir. Aynı tarihte Hasköy Emniyet Müdürlüğü’ne yerleştirilmişler ve Kırklareli Emniyet Müdürlüğü Yabancılar Şubesi’ne bağlı Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’ne nakledildikleri 26 Eylül 2008 tarihine kadar burada tutulmuşlardır. Buna göre AİHM, başvuranların 23 Haziran 2008 tarihinden bu yana polis tarafından tutulduklarını gözlemlemektedir.

AİHM ayrıca başvuranların Hasköy Emniyet Müdürlüğü ya da Kırklareli Yabancı Kabul ve Barınma Merkezi’nden çıkmalarına izin verilmediğini gözlemlemektedir. Ayrıca, başvuranlar, ancak makamlara noterden onaylı vekâletname ibraz edebildikleri takdirde bir avukatla görüşebilmektedirler. Bununla beraber, BMMYK’nın başvuranlara erişimi İçişleri Bakanlığı’nın iznine tâbidir. Bu unsurlar ışığında AİHM Hükümetin sunduğu ve aslında bir ceza kovuşturması kapsamında tutukluluk halini tarif eden “tutukluluk” tanımını kabul etmemektedir. AİHM’ye göre başvuranların yukarıda bahsedilen tesislerde tutulması, şahıslara idari merciler tarafından uygulanan kısıtlamalar nedeniyle, iç hukuktaki sınıflandırmanın niteliğine karşın “özgürlükten mahrum bırakma”ya tekabül etmektedir. Bu nedenle AİHM, başvuranların özgürlüklerinden mahrum bırakıldıklarına hükmetmektedir.

2. AİHS’nin 5/1 maddesine uygunluk

AİHM, AİHS’nin 5. maddesinin, bir temel insan hakkı olan, bireyin, özgürlüğüne devlet tarafından keyfi olarak müdahale edilmesine karşı korunmasını güvence altına aldığını hatırlatır. AİHS’nin 5/1 maddesinin (a) ila (f) bentlerinde, bireylerin özgürlüklerinden mahrum bırakılmalarının izin verildiği durumların ayrıntılı bir listesi yer almakta ve özgürlükten mahrum bırakmanın bu durumlardan birine girmemesi halinde kanuna uygun olmayacağı belirtilmektedir. 5/1 maddesinin (f) bendinde belirtilen istisna, devletin yabancıların özgürlüğünü göçmen kontrolü kapsamında denetim altında tutmasına izin vermektedir[18].

5/1 maddesinin (f) bendi tutuklamanın, örneğin şahsın suç işlemesi ya da kaçmasının önlenmesi için zorunlu olarak görülmesini gerektirmemektedir. Bir şahsın sözkonusu bendin ikinci kısmı uyarınca özgürlüğünden mahrum bırakılması, ancak sınırdışı etme ya da

geriverme işleminin yürütülmekte olması halinde haklı olacaktır. Ancak sözkonusu işlemler gerekli titizlik gösterilmeden yapılıyorsa tutukluluk 5/1 maddesinin (f) bendine göre izin verilebilir olmaktan çıkacaktır[19].

Özgürlükten yoksun bırakma ayrıca “yasalara uygun” olmalıdır. “Yasayla öngörülen bir usul”ün takip edilip edilmediği hususunu içerir şekilde, tutukluluğun “yasaya uygunluğu” hususunun söz konusu olduğu durumlarda, AİHS esas olarak ulusal hukuka atıfta bulunur ve

ulusal hukukun esasa ve usule ilişkin kurallarına uyma zorunluluğunu getirir. Buna ek olarak, özgürlükten yoksun bırakmanın her halde 5. maddenin amacıyla – bireyi keyfi uygulamalardan korumak amacıyla – uyumlu olmasını gerektiğini öne sürer. AİHS’nin 5/1 maddesi, özgürlükten yoksun bırakmanın “yasayla öngörülen bir usule uygun olarak” gerçekleştirilmesi gerektiğini belirtirken, özellikle, yakalama veya tutuklamanın iç hukukta yasal dayanağı olmasını gerektirir. Ancak, bu sözler, sadece iç hukukla ilgili değildir. Aynı zamanda, yasanın niteliğine ilişkin olup, yasanın AİHS’nin tüm maddelerinin özünde var olan hukukun üstünlüğü ilkesi ile uyumlu olmasını gerektirir[20].

Somut davada, başvuranlar, sınırdışı edilme amacıyla tutuklanmadıklarını ve her halükarda tutukluluklarının iç hukukta yasal bir dayanağı olmadığını iddia etmişlerdir.

Hükümet, başvuranların, Türk yasaları kapsamında tutuklanmadıklarını; ancak, sınırdışı işlemleri devam ederken 5683 sayılı Kanun’un 23. maddesi ve 5682 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca barındırıldıklarını ileri sürmüştür.

AİHM, başlangıç olarak, AİHM tarafından 39. madde uygulanmadan önce, başvuranların Hasköy Emniyet Müdürlüğü’nde 23 ve 30 Haziran 2008 tarihleri arasında tutuklu bulundurulmalarının sınırdışı etme amacıyla özgürlükten yoksun bırakma olarak değerlendirilebileceğini; zira, Muş Sulh Ceza Mahkemesi’nin 23 Haziran 2008 tarihli kararında başvuranların sınırdışı edileceğini kaydettiğini belirtmiştir. Bu bağlamda, AİHM, başvuranların tutukluluğunun iç hukukta yasal dayanağı olup olmadığını tespit etmelidir.

AİHM, davalı Hükümet tarafından yukarıda atıfta bulunulan yasal hükümlerin, geçerli seyahat belgelerine sahip olmayan ve sınırdışı edilemeyen yabancıların İçişleri Bakanlığı tarafından tayin edilen yerlerde kalmaları zorunluluğunu öngördüğünü gözlemlemiştir. Söz

konusu hükümler, sınırdışı işlemleri kapsamında özgürlükten yoksun bırakmayı kastetmemektedir. Türkiye’de belli grup yabancıların tutukluluklarına değil ikametlerine ilişkindir. Ayrıca, sınırdışı etme amacıyla tutukluluk kararı verme ve tutukluluk süresini uzatma yönündeki şartlara ilişkin detay sunmamakta veya böyle bir tutukluluk için süre koymamaktadır. Bu nedenle, AİHM, başvuranların 23 ve 30 Haziran 2008 tarihleri arasındaki tutukluluğunun yeterli yasal dayanağı olmadığı kararını vermiştir.

Aynı değerlendirmeler, başvuranların 30 Haziran 2008 devamındaki tutuklulukları için de geçerlidir. Hükümet, başvuranların söz konusu tarihe kadar olan tutukluluklarının iç hukukta kesin olarak tanımlanmış yasal bir dayanağı olduğuna ilişkin bir iddia veya belge sunmamıştır. Ayrıca, AİHM’nin 30 Haziran 2008 tarihinde 39. maddeyi uygulamasını müteakip, Hükümet, başvuranların yerlerini AİHS’nin 34. maddesi altındaki yükümlülüğünü ihlal etmeden değiştiremezdi [21].

Dolayısıyla, başvuranlara ilişkin olarak yürütülen her türlü sınırdışı işlemi, başvuranların özgürlükten yoksun bırakılmalarının devamı yönündeki muhtemel sonucu beraberinde getirerek durdurulmak zorunda kalırdı. 39. maddenin uygulanmasının başvuranların başka bir

ülkeye gönderilmesine engel teşkil etmediği – söz konusu ülke yetkililerinin başvuranları İran veya Irak’a göndermeyeceklerinin saptanması şartıyla – doğru olmakla beraber, Hükümet bu yönde de bir görüş belirtmemiştir.

Özetle, sınırdışı amacıyla tutukluluk kararı verme ve tutukluluk süresini uzatma ve böyle bir tutukluluk için süre koymaya ilişkin usulü belirleyen açık yasal hükümlerin yokluğunda, başvuranların maruz kaldığı özgürlükten yoksun bırakma, keyfiliğe karşı yeterince korunmamıştır.[22]

Ulusal sistem başvuranları keyfi tutuklamaya karşı koruyamamıştır ve dolayısıyla tutuklulukları AİHS’nin 5. maddesi açısından “yasaya uygun” olarak değerlendirilemez.

AİHM, AİHS’nin 5/1 maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.

3. AİHS’nin 5/2 maddesine uygunluk

AİHM, AİHS’nin 5/2 maddesinin, yakalanan her kişinin özgürlükten yoksun bırakılma nedenini bilmesi gerektiğine ilişkin temel bir güvence içerdiğini yinelemiştir. Bu hüküm 5. madde tarafından sunulan korumanın ayrılmaz bir parçasıdır: AİHS’nin 5/2 maddesi gereğince, yakalanan her kişiye, yakalama nedenleri ve kendisine yöneltilen her türlü suçlama sade ve teknik olmayan bir dille bildirilir ki, bu suretle sözkonusu kişi, AİHS’nin 5/4 maddesi uyarınca uygun görmesi halinde, özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında mahkemeye başvurabilir. İletilen bilginin içeriğinin ve çabukluğunun yeterliliği her davanın özel koşullarına göre değerlendirilmelidir. AİHM, somut davada başvuranları 2. paragrafın yararlarından mahrum bırakmanın gerekli olmadığını; zira 4. paragrafın yakalanarak özgürlüğünden yoksun bırakılan kişiler ile tutuklanarak özgürlüğünden yoksun bırakılan kişiler arasında ayrım yapmadığını kaydetmiştir (bkz., Shamayev ve Diğerleri – Gürcistan ve ‘Rusya, no. 36378/02).

AİHM, başvuranların 21 Haziran 2008 tarihinde yakalandıklarını ve müteakiben tutuklandıklarını gözlemlemiştir. Aynı tarihte, yakalanma nedenleri konusunda bilgilendirilmelerini sağlayan bir belge imzalamışlardır. 23 Haziran 2008 tarihinde, yasadışı girişten dolayı mahkum edilmişlerdir. Ancak, Hasköy Emniyet Müdürlüğü’den serbest bırakılmamışlardır. Dolayısıyla, 23 Haziran 2008 tarihi itibariyle, cezai bir suç nedeniyle değil, göç kontrolü kapsamında tutuklu bulundurulmuşlardır. Bu nedenle, AİHM, söz konusu tarihten sonra, AİHS’nin 5/2 maddesinin gereklerine uygun olarak, başvuranlara bu tutukluluğun bildirilip bildirilmediğini değerlendirmelidir.

AİHM, Hükümet’ten başvuranlara tutuklanma nedenlerinin bildirilip bildirilmediğine ilişkin görüş belirtmesi ve görüşünü destekleyecek ilgili belgeleri sunması yönünde açıkça talepte bulunduğunu kaydetmiştir. Ancak, Hükümet bunu gerçekleştirmemiştir. Hükümet’ten gelen bir yanıt olmaması ve başvuranlara devam eden tutukluluklarının nedenleri konusunda bilgi verildiğine ilişkin bir belgenin dava dosyasında mevcut olmaması nedeniyle, AİHM, başvuranların 23 Haziran 2008 tarihi itibariyle olan tutukluluklarının nedenlerinin, ulusal makamlar tarafından başvuranlara bildirilmediği sonucuna varmıştır.

Dolayısıyla, AİHS’nin 5/2 maddesi ihlal edilmiştir.

4. AİHS’nin 5/4 maddesine uygunluk

AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesinin amacının, yakalanan ve tutuklanan kişilerin, maruz kaldıkları tedbirin yasaya uygunluğu hakkında mahkemeye başvurma hakkını güvence altına almak olduğunu yinelemiştir (bkz., kıyasen, De Wilde, Ooms ve Versyp – Belçika, 18 Haziran 1971). Bir kişinin tutukluluğu esnasında, tutukluluğunun yasaya uygunluğu konusunda ivedi olarak yargısal denetime başvurabilmesini sağlayacak bir hukuk yolu bulunmalıdır. Sözkonusu yargısal denetim, yeri geldiğinde serbest bırakma ile sonuçlanabilmelidir.

AİHS’nin 5/4 maddesinin gerektirdiği hukuk yolunun varlığı sadece teoride değil uygulamada da yeterince kesin olmalıdır. Aksi halde, söz konusu hükmün amaçları açısından gerekli olan erişilebilirlik ve etkili olma özelliğinden yoksun olacaktır (bkz, kıyasen, Stoichkov –

Bulgaristan, no. 9808/02, 24 Mart 2005; Vachev – Bulgaristan, no. 42987/98; yukarıda anılan Chahal).

AİHM, Hükümet tarafından, somut davaya ilişkin olarak, başvuranların tutukluluklarının yasaya uygunluğunun bir mahkeme tarafından incelenmesini sağlayacak bir hukuk yolunun mevcut olduğu yönünde herhangi bir görüş sunulmadığını gözlemlemiştir.

Ayrıca, AİHM, hali hazırda, başvuranların 23 Haziran 2008 tarihi itibariyle olan tutukluluklarının nedenlerinin kendilerine bildirilmediğini ve Hasköy Emniyet Müdürlüğü’ndeki tutuklulukları sırasında adli yardım hakkından mahrum bırakıldıklarını tespit etmiştir. AİHM, tek başına bu hususların, başvuranların tutukluluklarına karşı itiraz haklarının özünden yoksun kaldığı anlamına geldiğini değerlendirmiştir (bkz., yukarıda

anılan, Shamayev ve Diğerleri). Bu nedenle, AİHM, ikinci başvuranın ulusal makamlara yaptığı serbest kalma talebinin, sözkonusu şahsa, AİHS’nin 5/4 maddesinin gerektirdiği güvenceleri içeren bir hukuk yolu sunamayacağını değerlendirmiştir.

Buna göre, AİHM, AİHS’nin 5/4 maddesi anlamı dahilinde, Türk hukuk sisteminin başvuranlara tutukluluklarının yasaya uygunluğu konusunda mahkemeye başvurma hakkı tanıyan bir hukuk yolu sunmadığı sonucuna varmıştır (bkz., S.D. – Yunanistan, no. 53541/07,

11 Haziran 2009)[23].

Dolayısıyla, AİHS’nin 5/4 maddesi ihlal edilmiştir.

V. AİHS’NİN 41. MADDESİNİN UYGULANMASI

AİHS’nin 41. maddesi şöyledir:

“Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollerinin ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.”

SONUÇ

A. Maddi Tazminat

Başvuranlar, 517 Euro maddi tazminat talep etmişlerdir. Yakalandıkları sırada polisin tüm özel eşyalarına el koyduğunu ve onlara ait olan 480 Dolar’ı, cep telefonları ve SİM kartlarını, iki kemeri ve bir güneş gözlüğünü iade etmediğini iddia etmişlerdir.

Hükümet, başvuranlar yakalandıkları sırada düzenlenen üst araması raporunda söz konusu eşyaların kaydının geçmediğini belirterek bu talebe karşı çıkmıştır.

AİHM, başvuranların yakalandıkları sırada söz konusu eşyalara sahip olduklarının kanıtlanmadığı hususunu göz önünde bulundurarak bu talebi reddetmiştir.

 

B. Manevi Tazminat

Başvuranlar AİHS’nin 2., 3. ve 13. maddeleri uyarınca sahip oldukları haklarının ihlali sonucu maruz kaldıkları manevi zarar karşılığı toplam 60.000 Euro tazminat talebinde bulunmuşlardır. Ayrıca, AİHS’nin 5. maddesinin 1., 2. ve 4. paragraflarının ihlali sonucu gördükleri manevi zarar karşılığı tazminat olarak, 23 Haziran 2008 tarihi itibariyle tutuklu olarak geçirdikleri her gün için 100 Euro talep etmişlerdir.

Hükümet, başvuranların yukarıda belirtilen maddelerin ihlal edildiği yönündeki iddialarının temelsiz olduğunu belirterek bu taleplere karşı çıkmıştır.

AİHM, başvuranların tek başına ihlal tespitiyle telafi edilemeyecek ölçüde manevi zarar görmüş olduğunu değerlendirmiştir. İhlallerin ciddiyetini ve hakkaniyet ölçütünü dikkate alan AİHM, bu başlık altında, başvuranların her birine 20.000 Euro tazminat ödenmesine karar vermiştir.

 

C. Yargılama masraf ve giderleri

Başvuranlar, ayrıca, AİHM’de yapılan yargılama masraf ve giderlerine karşılık 6.950 Euro talep etmişlerdir. Bu bağlamda, yasal temsilcileri tarafından yürütülen doksan saatlik hukuki çalışmayı gösteren bir zaman çizelgesi ve masraf ve harcamalar tablosu sunmuşlardır.

Hükümet, ancak gerçekten yapılan masrafların ödenebileceğini kaydederek bu talebe karşı çıkmıştır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına göre, başvuran, ancak mahkeme masraflarının zorunlu olarak ve gerçekten yapıldığı ve miktarının makul olduğu kanıtlandığı durumda mahkeme masraflarının ödenmesi hakkına sahiptir. Somut davada, elinde bulunan belgeleri ve yukarıda belirtilen kriterleri göz önünde bulunduran AİHM, başvuranlara, ortak olarak, AİHM önünde yapılan masraflara karşılık 3.500 Euro ödenmesine karar vermiştir. Bu miktardan, başvuranlara adli yardım olarak verilmiş olan 850 Euro düşülecektir.

 

D. Gecikme faizi

Gecikme faizi, Avrupa Merkez Bankası’nın marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı orana üç puanlık bir artış eklenerek belirlenecektir.

 

E.Karar

AİHM, bu gerekçelere dayanarak oybirliği ile,

1. Başvurunun kabuledilebilir olduğuna;

2. Başvuranların İran veya Irak’a sınırdışı edilmelerinin AİHS’nin 3. maddesini ihlal edeceğine;

3. AİHS’nin 2. maddesi uyarınca ayrı bir konunun gündeme gelmediğine;

4. Başvuranların AİHS’nin 3. maddesi altındaki şikayetlerine ilişkin olarak AİHS’nin 13. maddesinin ihlal edildiğine;

5. AİHS’nin 5. maddesinin 1., 2. ve 4. paragraflarının ihlal edildiğine;

6. a) Davalı Hükümet tarafından, başvuranlara, AİHS’nin 44. maddesinin 2. paragrafı gereğince, kararın kesinleştiği tarihten itibaren üç ay içinde, ödeme tarihindeki döviz kuru üzerinden Türk Lirası’na çevrilmek üzere aşağıdaki miktarların ödenmesine;

(i) Başvuranların her birine 20.000 Euro (yirmi bin Euro) manevi tazminat ile birlikte bu miktarın tabi olabileceği her türlü vergi;

(ii) Başvuranlara, ortak olarak, adli yardım olarak verilmiş olan 850 Euro (sekiz yüz elli Euro) düşülmek üzere, 3.500 Euro (üç bin beş yüz Euro) mahkeme masrafı ile birlikte bu miktarın tabi olabileceği her türlü vergi;

b) Yukarıda belirtilen tutarlar üzerine, söz konusu üç aylık sürenin bittiği tarihten itibaren ödemenin yapılmasına kadar, Avrupa Merkez Bankası’nın o dönem marjinal kredi kolaylıklarına uyguladığı faiz oranının üç puan fazlasına eşit oranda faiz uygulanmasına;

7. Başvuranların adil tatmine ilişkin diğer taleplerinin reddine;

Karar vermiştir.

 

İşbu karar İngilizce olarak hazırlanmış ve AİHM İç Tüzüğü’nün 77. maddesinin 2. ve 3. paragrafları gereğince 22 Eylül 2009 tarihinde yazılı olarak bildirilmiştir.

Sally Dollé                        Françoise Tulkens

Zabıt Katibi                             Başkan

 

  1. ayrıca bkz. Conka – Belçika, 51564/99
  2. bkz. N.A. – İngiltereSaid – Hollanda, 2345/02
  3. bkz. Üner – Hollanda Abdulaziz, Cabales ve ‘Balkandali – İngiltereBoujlifa – Fransa
  4. bkz. Salah Sheekh – Hollanda, 1948/04
  5. bkz. Mamatkulov ve ‘Askarov/Türkiye İHM 2005-I
  6. bkz. Hilal/İngiltere, no. 45276/99, 60. paragraf, AİHM 2001 – II
  7. bkz. Salah Sheekh, 147. paragraf
  8. bkz. Saadi, 132. paragraf
  9. bkz. Mamatkulov ve Askarov, 69. paragraf
  10. bkz., Saadi, 133. paragraf
  11. bkz. Jabari, 41. paragraf, ve N.A./İngiltere, 122. paragraf
  12. bkz. T.I./İngiltere (karar), no. 43844/98, AİHM 2000- III; Salah Sheekh, 141. paragraf
  13. bkz. Saadi, paragraflar 128 ve 129
  14. bkz. Chahal, 81. paragraf; Saadi, 138. paragraf
  15. bkz. Chahal, yukarıda anılan
  16. bkz. Muminov – Rusya, no. 42502/06; , yukarıda anılan; Jabari, yukarıda anılan
  17. bkz. Amuur – Fransa, Raporlar 1996-III
  18. bkz. A. vd. – İngiltere Saadi – İngiltere
  19. bkz. A. vd., yukarıda anılan
  20. bkz., yukarıda anılan Amuur
  21. bkz., yukarıda anılan,
  22. bkz., Nasrulloyev – Rusya, no. 656/06, 11 Ekim 2007; yukarıda anılan ChahalSaadi – İngiltere
  23. Karar henüz kesinleşmemiştir.

 

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi

Roma, 4.XI.1950

 

Aşağıda imzası bulunan Avrupa Konseyi üyesi hükümetler,

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 10 Aralık 1948’de ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi‘ni,

Bu Bildiri’nin, metninde açıklanan hakların her yerde ve etkin olarak tanınmasını ve uygulanmasını sağlamayı hedef aldığını,

Avrupa Konseyi’nin amacının, üyeleri arasında daha sıkı bir birlik kurmak olduğunu ve insan hakları ile temel özgürlüklerinin korunması ve geliştirilmesinin bu amaca ulaşma yollarından birini oluşturduğunu göz önüne alarak,

Dünyada barış ve adaletin asıl temelini oluşturan ve sağlanıp korunabilmesi, her şeyden önce, bir yandan da insan hakları konusunda ortak bir anlayış ve ortaklığa saygı esasına bağlı olan bu temel özgürlüklere derin inançlarını bir daha tekrarlayarak,

Aynı inancı taşıyan ve siyasal gelenekler, idealler, özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü konularında ortak bir mirası paylaşan Avrupa devletlerinin hükümetleri sıfatıyla, Evrensel Bildiri’de yer alan bazı hakların ortak güvenceye bağlanmasını sağlama yolunda ilk adımları atmayı kararlaştırarak;

Aşağıdaki hususlarda anlaşmışlardır:

 

 

Madde 1 
İnsan Haklarına saygı yükümlülüğü

Yüksek Sözleşmeci Taraflar, kendi yetki alanları içinde bulunan herkese bu Sözleşme’nin birinci bölümünde açıklanan hak ve özgürlükleri tanırlar.

 

BÖLÜM I  Haklar ve Özgürlükler

Madde 2 
Yaşama hakkı

1. Herkesin yaşam hakkı yasanın koruması altındadır. Yasanın ölüm cezası ile cezalandırdığı bir suçtan dolayı hakkında mahkemece hükmedilen bu cezanın yerine getirilmesi dışında hiç kimse kasten öldürülemez. 
2. Öldürme, aşağıdaki durumlardan birinde kuvvete başvurmanın kesin zorunluluk haline gelmesi sonucunda meydana gelmişse, bu maddenin ihlali suretiyle yapılmış sayılmaz: 
a) Bir kimsenin yasadışı şiddete karşı korunması için; 
b) Usulüne uygun olarak yakalamak için veya usulüne uygun olarak tutuklu bulunan bir kişinin kaçmasını önlemek için; 
c) Ayaklanma veya isyanın, yasaya uygun olarak bastırılması için.

 

Madde 3 
İşkence yasağı

Hiç kimse işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya işlemlere tabi tutulamaz.

 

Madde 4 
Kölelik ve zorla çalıştırma yasağı

1. Hiç kimse köle ve kul halinde tutulamaz. 
2. Hiç kimse zorla çalıştırılamaz ve zorunlu çalışmaya tabi tutulamaz. 
3. Aşağıdaki haller bu maddede sözü geçen “zorla çalıştırma veya zorunlu çalışma”dan sayılmazlar: 
a) Bu Sözleşme’nin 5. maddesinde öngörülen koşullar altında tutuklu bulunan kimseden tutukluluğu veya şartlı salıverilmesi süresince olağan olarak yapılması istenen çalışma; 
b) Askeri nitelikte bir hizmet veya inançları gereğince askerlik görevini yapmaktan kaçınan kimselerin durumunu meşru sayan ülkelerde bu inanca sahip kimselere zorunlu askerlik yerine gördürülecek başka bir hizmet; 
c) Toplumun hayat veya refahını tehdit eden kriz ve afet hallerinde istenecek her hizmet; 
d) Normal yurttaşlık yükümlülükleri kapsamına giren her türlü çalışma veya hizmet.

 

Madde 5 
Özgürlük ve güvenlik hakkı

1. Herkesin kişi özgürlüğüne ve güvenliğine hakkı vardır. Aşağıda belirtilen haller ve yasada belirlenen yollar dışında hiç kimse özgürlüğünden yoksun bırakılamaz. 
a) Kişinin yetkili mahkeme tarafından mahkum edilmesi üzerine usulüne uygun olarak hapsedilmesi; 
b) Bir mahkeme tarafından, yasaya uygun olarak, verilen bir karara riayetsizlikten dolayı veya yasanın koyduğu bir yükümlülüğün yerine getirilmesini sağlamak için usulüne uygun olarak yakalanması veya tutulu durumda bulundurulması; 
c) Bir suç işlediği hakkında geçerli şüphe bulunan veya suç işlemesine ya da suçu işledikten sonra kaçmasına engel olmak zorunluluğu inancını doğuran makul nedenlerin bulunması dolayısıyla, bir kimsenin yetkili merci önüne çıkarılmak üzere yakalanması ve tutulu durumda bulundurulması; 
d) Bir küçüğün gözetim altında eğitimi için usulüne uygun olarak verilmiş bir karar gereği tutulu durumda bulundurulması veya kendisinin yetkili merci önüne çıkarılması için usulüne uygun olarak tutulu durumda bulundurulması; 
e) Bulaşıcı hastalık yayabilecek bir kimsenin, bir akıl hastasının, bir alkoliğin, uyuşturucu madde bağımlısı bir kişinin veya bir serserinin usulüne uygun olarak tutulu durumda bulundurulması; 
f) Bir kişinin usulüne aykırı surette ülkeye girmekten alı konmasını veya kendisi hakkında sınır dışı etme ya da geriverme işleminin yürütülmekte olması nedeniyle usulüne uygun olarak yakalanması veya tutulu durumda bulundurulması; 
2. Yakalanan her kişiye, yakalama nedenleri ve kendisine yöneltilen her türlü suçlama en kısa zamanda ve anladığı bir dille bildirilir. 
3. Bu maddenin 1.c fıkrasında öngörülen koşullara uyarınca yakalanan veya tutulu durumda bulunan herkes hemen bir yargıç veya adli görev yapmaya yasayla yetkili kılınmış diğer bir görevli önüne çıkarılır; kendisinin makul bir süre içinde yargılanmaya veya adli kovuşturma sırasında serbest bırakılmaya hakkı vardır. Salıverilme, ilgilinin duruşmada hazır bulunmasını sağlayacak bir teminata bağlanabilir. 
4. Yakalama veya tutuklu durumda bulunma nedeniyle özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, özgürlük kısıtlamasının yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar vermesi ve yasaya aykırı görülmesi halinde kendisini serbest bırakması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir. 
5. Bu madde hükümlerine aykırı olarak yapılmış bir yakalama veya tutulu kalma işleminin mağduru olan herkesin tazminat istemeye hakkı vardır.

 

Madde 6 
Adil yargılanma hakkı

1. Herkes, gerek medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir. Hüküm açık oturumda verilir; ancak, demokratik bir toplumda genel ahlak, kamu düzeni ve ulusal güvenlik yararına, küçüklerin korunması veya davaya taraf olanların özel hayatlarının gizliliği gerektirdiğinde, veya davanın açık oturumda görülmesinin adaletin selametine zarar verebileceği bazı özel durumlarda, mahkemenin zorunlu göreceği ölçüde, duruşmalar dava süresince tamamen veya kısmen basına ve dinleyicilere kapalı olarak sürdürülebilir. 
2. Bir suç ile itham edilen herkes, suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılır. 
3. Her sanık en azından aşağıdaki haklara sahiptir: 
a) Kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; 
b) Savunmasını hazırlamak için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; 
c) Kendi kendini savunmak veya kendi seçeceği bir savunmacının yardımından yararlanmak ve eğer savunmacı tutmak için mali olanaklardan yoksun bulunuyor ve adaletin selameti gerektiriyorsa, mahkemece görevlendirilecek bir avukatın para ödemeksizin yardımından yararlanabilmek;
d) İddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia tanıklarıyla aynı koşullar altında çağırılmasının ve dinlenmesinin sağlanmasını istemek; 
e) Duruşmada kullanılan dili anlama dışı veya konuşma dışı takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak.

 

Madde 7 
Cezaların yasallığı

1. Hiç kimse, işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre bir suç sayılmayan bir fiil veya ihmalden dolayı mahkum edilemez. Yine hiç kimseye, suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.
2. Bu madde, işlendiği zaman uygar uluslar tarafından tanınan genel hukuk ilkelerine göre suç sayılan bir fiil veya ihmal ile suçlanan bir kimsenin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel değildir.

 

Madde 8 
Özel hayatın ve aile hayatının korunması

1. Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir. 
2. Bu hakkın kullanılmasına bir kamu otoritesinin müdahalesi, ancak ulusal güvenlik, kamu emniyeti, ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için, demokratik bir toplumda, zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz konusu olabilir.

 

Madde 9 
Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü

1. Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, din veya inanç değiştirme özgürlüğü ile tek başına veya topluca, açıkça veya özel tarzda ibadet, öğretim, uygulama ve ayin yapmak suretiyle dinini veya inancını açıklama özgürlüğünü de içerir. 
2. Din veya inancını açıklama özgürlüğü, ancak kamu güvenliğinin, kamu düzenin, genel sağlığın veya ahlakın, ya da başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması için demokratik bir toplumda zorunlu tedbirlerle ve yasayla sınırlanabilir.

 

Madde 10 
İfade özgürlüğü

1. Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir. 
2. Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.

 

Madde 11 
Dernek kurma ve toplantı özgürlüğü

1. Herkes asayişi bozmayan toplantılar yapmak, demek kurmak, ayrıca çıkarlarını korumak için başkalarıyla birlikte sendikalar kurmak ve sendikalara katılmak haklarına sahiptir. 
2. Bu hakların kullanılması, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması amaçlarıyla ve ancak yasayla sınırlanabilir. Bu madde, bu hakların kullanılmasında silahlı kuvvetler, kolluk mensupları veya devletin idare mekanizmasında görevli olanlar hakkında meşru sınırlamalar konmasına engel değildir.

 

Madde 12 
Evlenme hakkı

Evlenme çağına gelen erkek ve kadın, bu hakkın kullanılmasını düzenleyen ulusal yasalar uyarınca evlenmek ve aile kurmak hakkına sahiptir.

 

Madde 13 
Etkili başvuru hakkı

Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, ihlal fiili resmi görev yapan kimseler tarafından bu sıfatlarına dayanılarak yapılmış da olsa, ulusal bir makama etkili bir başvuru yapabilme hakkına sahiptir.

 

Madde 14 
Ayırımcılık yasağı

Bu Sözleşmede tanınan hak ve özgürlüklerden yararlanma, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasal veya diğer kanaatler, ulusal veya sosyal köken, ulusal bir azınlığa mensupluk, servet, doğum veya herhangi başka bir durum bakımından hiçbir ayırımcılık yapılmadan sağlanır.

 

Madde 15 
Olağanüstü hallerde askıya alma

1. Savaş veya ulusun varlığını tehdit eden başka bir genel tehlike halinde her Yüksek Sözleşmeci Taraf, ancak durumun gerektirdiği ölçüde ve uluslararası hukuktan doğan başka yükümlülüklere ters düşmemek koşuluyla bu Sözleşmede öngörülen yükümlülüklere aykırı tedbirler alabilir. 
2. Yukarıdaki hüküm, meşru savaş fiilleri sonucunda meydana gelen ölüm hali dışında, 2. madde ile 3. ve 4. maddeler (fıkra 1) ve 7. maddeyi hiçbir suretle ihlale mezun kılmaz. 
3. Bu maddeye göre aykırı tedbirler alma hakkını kullanan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, alınan tedbirler ve bunları gerektiren nedenler hakkında Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne tam bilgi verir. Bu Yüksek Sözleşmeci Taraf, sözü geçen tedbirlerin yürürlükten kalktığı tarihi de Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne bildirir.

 

Madde 16 
Yabancıların siyasal etkinliklerinin kısıtlanması

10, 11 ve 14. maddelerin hiçbir hükmü, Yüksek Sözleşmeci Tarafların yabancıların siyasal etkinliklerini sınırlamalarına engel sayılmaz.

 

Madde 17 
Hakların kötüye kullanımının yasaklanması

Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, bir devlete, topluluğa veya kişiye, Sözleşme’de tanınan hak ve özgürlüklerin yok edilmesine veya burada öngörüldüğünden daha geniş ölçüde sınırlamalara uğratılmasına yönelik bir etkinliğe girişme ya da eylemde bulunma hakkını sağlar biçimde yorumlanamaz.

 

Madde 18 
Hakların kısıtlanmasının sınırları

Bu Sözleşmenin hükümleri gereğince, sözü edilen hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamalar ancak öngörülen amaçlar için uygulanabilir.

 

 

BÖLÜM II Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi

Madde 19 
Mahkeme’nin kuruluşu

Bu Sözleşme ve protokollarına, Yüksek Sözleşmeci Taraflarca kabul edilen yükümlülüklere uyulmasını sağlamak için; aşağıda “Mahkeme” olarak anılacak bir Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kurulur. Mahkeme devamlı görev yapar.

Madde 20 
Yargıç sayısı

Mahkeme, Yüksek Sözleşmeci Taraflar sayısına eşit sayıda yargıçtan oluşur.

 

Madde 21 
Görev için aranan koşullar

1. Yargıçlar üstün ahlaki vasıflara ve yüksek bir hukuki göreve atanmak için gerekli niteliklere sahip veya ehliyetleriyle tanınmış hukukçu olmalıdırlar. 
2. Yargıçlar Mahkemeye kendi adlarına katılırlar. 
3. Görev süreleri içerisinde, yargıçlar bağımsızlıkları, tarafsızlıkları ve daimi görevin gerekleri ile bağdaşmayan herhangi bir görev üstlenemezler; bu fıkranın uygulanmasından doğan sorunlar Mahkeme tarafından karara bağlanır.

 

Madde 22 
Yargıçların seçimi

1. Yargıçlar, her Yüksek Sözleşmeci Taraf için, o Yüksek Sözleşmeci Taraf tarafından gösterilen ve üç aday içeren bir liste üzerinden Parlamenterler Meclisi tarafından oy çokluğu ile seçilirler. 
2. Yeni Yüksek Sözleşmeci Tarafların bu Sözleşme’ye katılmaları halinde Mahkeme’yi tamamlamak ve boşalan üyelikleri doldurmak için aynı usul izlenir.

 

Madde 23 
Görev süreleri

1. Yargıçlar altı yıl için seçilirler. Tekrar seçilmeleri mümkündür. Bununla beraber ilk seçilen yargıçlardan yarısının görev süresi üç yıl sonunda sona erecektir. 
2. İlk üç yıllık sürenin sonunda görevleri sona erecek olan üyeler, ilk seçimlerin yapılmasından hemen sonra, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri tarafından kura çekmek suretiyle saptanır. 
3. Yargıçların imkan ölçüsünde yarısının her üç yılda bir yenilenmesini sağlamak için, Parlamenterler Meclisi bir sonraki seçime geçmeden önce seçilecek yargıçlardan bir veya birkaçının görev süresinin veya sürelerinin üç yıldan az veya dokuz yıldan çok olmamak şartı ile, altı yıl dışında bir süre olmasına karar verebilir. 
4. Birden fazla üyenin görev süresinin söz konusu olduğu durumlarda ve Parlamenterler Meclisi’nin yukarıdaki fıkrayı uygulaması halinde, görev sürelerinin üyelere dağılımı, Genel Sekreter’in, seçimden hemen sonra yapacağı kura sonucu belirlenir. 
5. Görev süresi bitmemiş bir yargıcın yerine seçilen yargıç, selefinin görev süresini tamamlar. 
6. Yargıçların görev süreleri 70 yaşında sona erer. 
7. Yargıçlar, yerlerine başkası seçilinceye kadar görev yaparlar. Yerlerine başkası seçildikten sonra da kendilerine havale edilmiş olan davalara bakmaya devam ederler.

 

Madde 24 
Görevden alınma

Bir yargıç ancak, artık gerekli koşulları taşıma dışına ilişkin diğer yargıçların üçte iki çoğunluk ile alacakları kararla görevden alınabilir.

 

Madde 25 
Yazı İşleri ve hukukçular

Mahkeme’de, görev ve kuruluğu Mahkeme içtüzüğünde belirlenen bir Yazı İşleri bulunur. Mahkeme’ye yazı işlerinde görevli hukukçular yardım eder.

 

Madde 26 
Mahkeme’nin genel kurul halinde toplanması

Genel Kurul halinde toplanan Mahkeme, 
a) Üç yıllık bir süre için Başkanını ve bir veya iki Başkan Yardımcısını seçer, bunların tekrar seçilmeleri mümkündür; 
b) belirli süreler için Daireler kurar; 
c) Mahkeme, Dairelerinin başkanlarını seçer, bunların tekrar seçilmeleri mümkündür; 
d) Mahkeme içtüzüğünü kabul eder; 
e) Yazı işleri Müdürü ve bir veya birden fazla Müdür Yardımcısı seçer.

 

Madde 27 
Komite, Daireler ve Büyük Daire

1. Mahkeme, önüne gelen başvuruları incelemek üzere üç yargıçlı Komiteler, yedi yargıçlı Daireler ve onyedi yargıçlı bir Büyük Daire şeklinde toplanır. Mahkemenin Daireleri belirli bir süre için Komiteleri oluşturur. 
2. Başvuruya konu olan Taraf Devlet adına seçilmiş yargıç Daire ve Büyük Dairede vazifeten yer alır; bu yargıcın yokluğunda veya katılması mümkün olmayan durumlarda, anılan Devletin belirleyeceği bir kişi yargıç sıfatıyla Daire ve Büyük Dairede yer alır. 
3. Büyük Daire ayrıca Mahkeme Başkanı, Başkan Yardımcıları, Daire Başkanları ve Mahkeme içtüzüğüne göre seçilecek diğer yargıçlardan oluşur. 43. madde uyarınca Büyük Daireye sevk edilen başvuruların incelenmesi sırasında, Daire Başkanı ve başvuruda konu edilen Devletin yargıcı dışında, bu kararı veren Daire yargıçları Büyük Dairede yer alamazlar.

 

Madde 28 
Komitelerin kabul edilemezlik kararları

Bir Komite, 34. madde uyarınca yapılan kişisel başvurunun, daha fazla incelemeyi gerektirmediği hallerde, oybirliği ile kabul edilemezliğine veya kayıttan düşürülmesine karar verebilir. Bu karar kesindir.

 

Madde 29 
Dairelerin kabul edilebilirlik ve esasa ilişkin kararları

1. 28. madde çerçevesinde karar verilmediği takdirde, bir Daire, 34. madde uyarınca yapılan kişisel başvuruların kabul edilebilirliği ve esası hakkında karar verir. 
2. Bir Daire, 33. madde uyarınca yapılan devlet başvurularının kabul edilebilirliği ve esası hakkında karar verir. 
3. Mahkeme’nin istisnai hallerde, aksine kararları hariç, kabul edilebilirlik konusundaki kararları ayrı olarak alınır.

 

Madde 30 
Yargılanmanın Büyük Daireye gönderilmesi

Daire önünde görülen dava, işbu Sözleşmenin ve protokollarının yorumu konusunda ciddi sorunlar doğuruyorsa ya da sorunun çözümü Mahkeme tarafından önceden verilmiş bir karar ile çelişkili olacak ise, Daire, hüküm vermediği süre içerisinde, taraflar itiraz etmedikçe, yargı yetkisinden Büyük Daire lehine vazgeçebilir.

 

Madde 31 
Büyük Dairenin yetkileri

Büyük Daire, 
1. Daireler tarafından 30. madde uyarınca kendisine gönderilen veya 43. madde uyarınca önüne gelen, 33. veya 34. maddeler uyarınca yapılan başvuruları ve, 
2. 47. maddede öngörülen görüş bildirme taleplerini inceler.

 

Madde 32 
Mahkeme’nin yargı yetkisi

1. Mahkeme’nin yargı yetkisi, 33., 34. ve 37. maddeler uyarınca kendisine intikal eden, işbu Sözleşmenin ve protokollarının yorumu ve uygulanmasına ilişkin tüm konuları kapsar. 
2. Mahkeme’nin yargı yetkisinin olup olma dışı hakkında ihtilaf durumunda, karar Mahkemeye aittir.

 

Madde 33 
Devlet başvuruları

Her Yüksek Sözleşmeci Taraf işbu Sözleşme ve protokolları hükümlerine vaki ve kendisinin diğer Yüksek Sözleşmeci Tarafa isnat edilebileceğine kanaat getirdiği herhangi bir ihlalden dolayı Mahkeme’ye başvurabilir.

 

Madde 34 
Kişisel başvurular

İşbu Sözleşme ve Protokollarında tanınan hakların Yüksek Sözleşmeci Taraflardan biri tarafından ihlalinden zarar gördüğü iddiasında bulunan her gerçek kişi, hükümet dışı her kuruluş veya kişi grupları Mahkeme’ye başvurabilir. Yüksek Sözleşmeci Taraflar bu hakkın etkin bir şekilde kullanılmasına hiçbir suretle engel olmamayı taahhüt ederler.

 

Madde 35 
Kabul edilebilirlik koşulları

1. Uluslararası Hukukun genel olarak kabul edilen prensiplerine göre, ancak iç hukuk yollarının tüketilmesinden sonra ve kesin karardan itibaren altı aylık süre içinde Mahkeme’ye başvurulabilir. 
2. Mahkeme, 34. madde uyarınca sunulan herhangi bir kişisel başvuruyu aşağıdaki hallerde kabul etmez: 
a) Başvuru imzasız ise veya; 
b) Başvuru Mahkeme tarafından daha önce incelenmiş veya uluslararası diğer bir soruşturma veya çözüm merciine sunulmuş başka bir başvurunun konusuyla esas itibariyle aynı ise ve yeni olaylar içermiyorsa. 
3. Mahkeme, 34. madde uyarınca sunulan herhangi bir kişisel başvuruyu işbu Sözleşme ve Protokolları hükümleri dışında kalmış, açıkça dayanaktan yoksun veya başvuru hakkının suistimali mahiyetinde telakki ettiği takdirde, kabul edilemez bulur. 
4. Mahkeme işbu maddeye göre kabul edilemez bulduğu her başvuruyu reddeder. Yargılamanın her aşamasında bu karar verilebilir.

 

Madde 36 
Üçüncü tarafın müdahalesi

1. Daire ve Büyük Daire önündeki tüm davalarda, vatandaşlarından birinin başvuran taraf olması halinde, Yüksek Sözleşmeci Tarafın yazılı görüş sunma ve duruşmalarda bulunma hakkı vardır. 
2. Mahkeme Başkanı, adaletin doğru sağlanabilmesi amacıyla, yargılamada taraf olmayan herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Tarafı yazılı görüş sunma veya duruşmalarda taraf olmaya davet edebilir.

 

Madde 37 
Başvurunun kayıttan düşmesi

1. Yargılamanın herhangi bir aşamasında, Mahkeme, aşağıdaki sonuçlara varılması halinde başvurunun kayıttan düşürülmesine karar verebilir. 
a) Başvuru sahibi başvurusunu takip etme niyetinde değilse; veya; 
b) Sorun çözümlenmişse veya; 
c) Başka herhangi bir nedenden ötürü, başvurunun incelenmesine devam edilmesi hususunda artık haklı bir gerekçe görmezse. 
Ancak işbu Sözleşme ve Protokollarında tanımlanan insan haklarına riayet gerektiriyorsa, Mahkeme başvurunun incelenmesine devam eder. 
2. Mahkeme koşulların haklı kıldığı kanısına varırsa, bir başvurunun eski haline döndürülmesini kararlaştırabilir.

 

Madde 38 
Davanın incelenmesi ve dostane çözüm süreci

1. Mahkeme, kendisine gelen başvuruyu kabul edilebilir bulduğu takdirde, 
a) Olayları saptamak amacıyla, tarafların temsilcileriyle birlikte başvuruyu incelemeye devam eder ve gerekirse, ilgili Devletlerin, etkinliği için gerekli tüm kolaylıkları sağlayacakları bir soruşturma yapacaktır; 
b) İşbu Sözleşme ve Protokollarında tanımlanan şekliyle İnsan Haklarına saygı esasından hareketle, davanın dostane bir çözüm ile sonuçlandırılması için ilgili taraflara hizmet sunmaya hazır olacaktır. 
2. “1 .b” hükümlerine göre yürütülen süreç gizlidir.

 

Madde 39 
Dostane çözüme varılması

Dostane çözüme varılırsa, Mahkeme olaylarla ve varılan çözümle sı-nırlı kısa açıklamayı içeren bir karar vererek başvuruyu kayıttan düşürür.

 

Madde 40 
Duruşmaların kamuya açık olması ve belgelere ulaşabilme

1. Mahkeme istisnai durumlarda aksini kararlaştırmadıkça, duruşmalar kamuya açıktır. 
2. Mahkeme Başkanı aksine karar vermedikçe, Yazı İşleri Müdürüne emanet edilen belgeler kamuya açıktır.

 

Madde 41 
Hakkaniyete uygun tatmin

Mahkeme işbu Sözleşme ve protokollarının ihlal edildiğine karar verirse ve ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın iç hukuku bu ihlali ancak kısmen telafi edebiliyorsa, Mahkeme, gerektiği takdirde, hakkaniyete uygun bir surette, zarar gören tarafın tatminine hükmeder.

 

Madde 42 
Dairelerin kararları

Dairelerin kararları, 44. maddenin 2. fıkrası hükümleri uyarınca kesinleşir.

 

Madde 43 
Büyük Daireye gönderme

1. Bir Daire kararının verildiği tarihten itibaren üç ay içerisinde, dava taraflarından her biri, istisnai durumlarda, davanın Büyük Daireye gönderilmesini isteyebilir. 
2. Büyük Daire bünyesinde beş yargıçtan oluşan bir kurul, dava Sözleşme ve protokollarının yorumuna ya da uygulanmasına ilişkin ciddi bir sorun doğuruyorsa ya da genel nitelikli ciddi bir konu teşkil ediyorsa, istemi kabul eder. 
3. Kurul istemi kabul ederse, Büyük Daire bir hüküm ile davayı sonuçlandırır.

 

Madde 44 
Kesin hükümler

1. Büyük Dairenin kararı kesindir. 
2. Bir Dairenin kararı aşağıdaki durumlarda kesinleşir. 
a) Taraflar davanın Büyük Daireye gönderilmesini istemediklerini beyan ederlerse veya; 
b) Karardan üç ay içerisinde davanın Büyük Daireye gönderilmesi istenmezse veya; 
c) Kurul 43. maddede öngörülen istemi reddederse. 
3. Kesin karar yayınlanır.

 

Madde 45 
Hükümlerin ve kararların gerekçeli olması

1. Hükümler, başvuruların kabul edilebilirliğine veya kabul edilemezliğine ilişkin kararlar gerekçelidir. 
2. Hüküm, tamamen veya kısmen yargıçların oybirliğini içermediği takdirde, her yargıç kendi ayrı görüşünü belirtmek hakkına sahiptir.

 

Madde 46 
Kararların bağlayıcılığı ve uygulanması

1. Yüksek Sözleşmeci Taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkemenin kesinleşmiş kararlarına uymayı taahhüt ederler. 
2. Mahkemenin kesinleşmiş kararı, kararın uygulanmasını denetleyecek olan Bakanlar Komitesine gönderilir.

 

Madde 47 
Görüş bildirme

1. Mahkeme, Bakanlar Komitesi’nin istemi üzerine, Sözleşme ve protokollarının yorumlanması ile ilgili hukuki meseleler üzerinde görüş bildirebilir. 
2. Ancak, bu görüşler, ne Sözleşmenin 1. bölümünde ve protokollarında belirlenen hak ve özgürlüklerin içeriği veya kapsamı ile ilgili sorunlara, ne de Mahkeme veya Bakanlar Komitesi’nin Sözleşmede öngörülen bir başvuru sonucunda karara bağlamak durumunda kalabileceği diğer sorunlara ilişkin bulunabilir. 
3. Bakanlar Komitesinin Mahkeme’den görüş bildirme talep etmek kararı Komiteye katılmak hakkına sahip temsilcilerin çoğunluğuyla alınır.

 

Madde 48 
Mahkeme’nin görüş bildirme yetkisi

Bakanlar Komitesi tarafından yapılan talebin, 47. maddede belirtilen görüş bildirme yetkisine girip girmediğini Mahkeme kararlaştırır.

 

Madde 49 
Bildirilen görüşün gerekçeli olması

1. Mahkemenin verdiği görüş gerekçelidir. 
2. Mütalaa, tamamen veya kısmen yargıçların oybirliğini içermediği takdirde, her yargıç kendi ayrı görüşünü belirtmek hakkına sahiptir. 
3. Mahkemenin mütalaası Bakanlar Komitesi’ne bildirilir.

 

Madde 50 
Mahkeme’nin masrafları

Mahkemenin masrafları, Avrupa Konseyi tarafından karşılanır.

 

Madde 51 
Yargıçların ayrıcalık ve dokunulmazlıkları

Yargıçlar vazifelerinin ifasında Avrupa Konseyi Statüsünün 40. maddesinde ve bu madde uyarınca akdedilen anlaşmalarda öngörülen ayrıcalık ve dokunulmazlıklardan yararlanırlar.

 

BÖLÜM III Çeşitli Hükümler

Madde 52 
Genel Sekreter tarafından yapılan incelemeler

Her Yüksek Sözleşmeci Taraf, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’nin istemesi üzerine, bu Sözleşme’nin bütün hükümlerinin fiilen uygulanmasının kendi iç hukukunca nasıl sağlandığı konusunda açıklamalarda bulunur.

 

Madde 53 
Tanınan insan haklarının korunması

Bu Sözleşme hükümlerinden hiçbiri, herhangi bir Yüksek Sözleşmeci Tarafın yasalarına ve onun taraf olduğu başka bir Sözleşmeye göre tanınabilecek insan haklarını ve temel özgürlüklerini sınırlayamaz, ya da onlara aykırı düşecek şekilde yorumlanamaz.

 

Madde 54 
Bakanlar Komitesi’nin yetkileri

Bu Sözleşme’nin hiçbir hükmü, Avrupa Konseyi Statüsü’nün Bakanlar Komitesi’ne tanıdığı yetkileri olumsuz yönde etkilemez.

 

Madde 55 
Diğer çözüm yollarının dışlanması

Yüksek Sözleşmeci Taraflar, bu Sözleşme’nin yorum veya uygulamasından doğan bir anlaşmazlığı, başvuru yoluyla bu Sözleşmede öngörülenlerin dışında bir çözüme bağlamak hususunda aralarında mevcut anlaşma, sözleşme veya bildirilerden, özel uzlaşma halleri dışında yararlanmaktan karşılıklı olarak vazgeçmeyi kabul ederler.

 

Madde 56 
Ülkesel uygulama

1. Her devlet, onaylama sırasında veya daha sonra herhangi bir zamanda, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne göndereceği bir bildirimle bu Sözleşme’nin, uluslararası ilişkilerinden sorumlu bulunduğu bütün ülkelere veya bunlardan herhangi birine, işbu maddenin 4. Fıkrası saklı kalmak kaydıyla, uygulanacağını beyan edebilir. 
2. Sözleşme, bildirimde belirtilen ülke veya ülkelerde, Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’nin bu bildirimi aldığı tarihten itibaren otuz gün sonra uygulamaya konur. 
3. Bu Sözleşmenin hükümleri sözü geçen ülkelerde yerel şartlar dikkate alınarak uygulanır. 
4. Bu maddenin birinci fıkrası uyarınca bildirimde bulunmuş olan her devlet, sonradan herhangi bir zamanda, bildiriminde belirtmiş olduğu ülke veya ülkelerdeki gerçek kişilerin, hükümet dışı kuruluşların veya kişi gruplarının başvuruları konusunda bu Sözleşıne’nin 34. maddesine uygun olarak Mahkeme’nin yetkisini kabul ettiğini beyan edebilir.

 

Madde 57 
Çekinceler

1. Bu Sözleşme’nin imzası ve onaylama belgesinin sunulması sırasında her devlet, Sözleşme’nin belirli bir hükmü hakkında, o sırada kendi ülkesinde yürürlükte olan bir yasanın bu hükme uygun olmaması ölçüsünde bir çekince kaydı koyabilir. Bu madde genel nitelikte çekinceler konmasına izin vermez. 
2. Bu maddeye uygun olarak konulacak her çekince, sözü edilen yasanın kısa bir açıklamasını içerir.

 

Madde 58 
Feshi ihbar

1. Bir Yüksek Sözleşmeci Taraf, bu Sözleşme’yi ancak Sözleşme’ye taraf olduğu tarihten itibaren geçecek beş yıllık bir süre sonunda ve Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne altı ay önceden haber verilecek bir ihbarla feshedebilir. Genel Sekreter bunu, diğer Yüksek Sözleşmeci Taraflara bildirir. 
2. Bu fesih işlemi, feshin geçerli sayıldığı tarihten önce işlenmiş ve yükümlülüklerin ihlali niteliğinde sayılabilecek olan bir fiil dolayısıyla, ilgili Yüksek Sözleşmeci Tarafın bu Sözleşme’den doğan yükümlülüklerinden kurtulması sonucunu doğurmaz. 
3. Aynı şartlarla, Avrupa Konseyi üyeliğinden çıkan her Yüksek Sözleşmeci Taraf, bu Sözleşme’ye de taraf olmaktan çıkar. 
4. Sözleşme, 56′ ncı madde gereğince uygulanacağı beyan edilmiş olan ülkelerle ilgili olarak, yukarıdaki fıkraların hükümleri uyarınca feshedilebilir.

 

Madde 59 
imza ve onay

1. Bu Sözleşme, Avrupa Konseyi üyelerinin imzalarına açıktır. Sözleşme onaylanacaktır. Onaylama belgeleri Avrupa Konseyi Genel Sekreteri’ne verilecektir. 
2. Bu Sözleşme, on onaylama belgesinin verilmesinden sonra yürürlüğe girecektir. 
3. Sözleşmeyi daha sonra onaylayacak olan imzacılar için Sözleşme, onaylama belgesinin verilmesinden itibaren yürürlüğe girecektir. 
4. Avrupa Konseyi Genel Sekreteri, Sözleşmenin yürürlüğe girdiğini, Sözleşme’yi onaylayan Yüksek Sözleşmeci Tarafların adlarını ve daha sonra gelecek olan onaylama belgelerinin verilişini bütün Avrupa Konseyi üyelerine bildirecektir.

Bu Sözleşme, Avrupa Konseyi arşivlerinde saklanmak ve her iki metin de aynı derecede 
geçerli olmak üzere Fransızca ve İngilizce tek bir nüsha halinde 4 Kasım 1950’de Roma’da düzenlenmiştir. Genel Sekreter bunun tasdikli örneklerini imza eden bütün devletlere gönderecektir.

 

MÜLTECİ HAKLARI GÜNDEMİ