Av. Taner KILIÇ
Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi
Bugünlerde Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Kanununda yapılması düşünülen değişiklikler geniş toplum kesimleri tarafından çokça tartışılmasına, hatta bu konuda kitlesel tepkiler gösterilmesine rağmen tasarı içinde geçen bir kesim kimsenin dikkatini çekmemekte. Aslında onlar, yani gündelik yaşamımızda da –maalesef- çok önemsemediğimiz bir kesim olarak “sığınmacılar” veya daha geniş bir tanımlama ile Türkiye’den “iltica talebinde bulunan kişiler” de insan olmanın getirdiği ne kadar sorun varsa tüm bunlarla baş etmeye çalışmaktadır. Bu kişiler zulüm tehdidi altında vatandaşı olduğu ülkelerden kaçan veya kaçmak zorunda bırakılan kişilerdir ve İnsan Hakları Evresel Bildirgesi (İHEB) madde 14 gereği temel bir insan hakkı olan iltica hakkı ve bu hakkın sağlaması gereken sosyal ve hukuki korumadan yararlandırılmaları gerekmektedir.
Tasarının 84. maddesi ile 5510 sayılı SSGSS Kanunu 60. maddesinde tanımlanan “genel sağlık sigortalısı sayılan kişiler” yeniden tanımlanmış ve kapsam altına alınan kişiler genişletilmek istenmiştir. Ancak bu yazının da konusunu teşkil eden ve Türkiye’de sosyal güvenceleri konusunda en dezavantajlı gruplardan biri olduğuna inandığımız sığınmacılara da değinilmesine rağmen tasarının bu hali –sadece yasa metninin lafzına bakılarak hareket edilmek istenirse- oldukça yetersiz bir kesimle sınırlı kalmıştır. Tasarının 84. maddesinin b/2 bendinde sayılan “vatansızlar ve sığınmacılar” her ne kadar yasa koyucunun bu alana ilişkin bir duyarlılığına ve sosyal koruma altına alma niyetini gösterse de sadece bu yalınlığı ile tasarının kanunlaşması maalesef yeterli olmayacaktır. Tasarının bu hali Türkiye’ye sığınma amaçlı gelen kişiler içinden önemli bir kesimi kapsam dışında tutacak ve sanırız tasarıyı hazırlayan irade ve amacın dışında kalacaktır.
Türkiye’de mülteci/sığınmacı tanımlaması ve hukuki mevzuat düzenlemelerinde ve buna bağlı olarak medya haberlerinde ve hatta konuya ilişkin akademik tartışmalarda genel bir karışıklık gözlemlenmektedir. Bu durum Türk mevzuatında iltica hukukuna yönelik sığınmacı/mülteci tanımlamalarının uluslararası hukuktan kısmen farklı yapılmasından kaynaklanmaktadır. Bunun da yegane nedeni Türkiye’nin hazırlayıcısı ve ilk imzalayıcısı olduğu 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair (Cenevre) Sözleşmesine en başta koyduğu coğrafi sınırlamadır. Her ne kadar 1967 yılında iltica sorununun zaman ve zemin sınırlamasından kurtarılmasına yönelik New York’da ayrı bir Protokol imzalanmış ise de Türkiye sahip olduğu bu coğrafi sınırlamayı 1967 Protokolünü de kabul ederken devam ettirmeyi uygun görmüştür. Bunun pratik anlamı, sadece Avrupa’nın siyasi sınırlarından (Avrupa Konseyi üyesi ülkelerden) ülkemize sığınma amaçlı gelen kişilerin Sözleşmenin 1. maddesindeki mülteci tanımına uygun olmaları halinde “mülteci prosedürüne” tabi tutulmaları, başvurularının kabul edilmeleri halinde 1951 Cenevre Sözleşmesinde tanımlanan hak ve yetkilerin bu kişilere kullandırılmasıdır. Bu kişiler hakkında sadece Türkiye Devleti adına İçişleri Bakanlığı iltica prosedürü yürütmekte ve uygun görmesi halinde “mülteci” statüsü tanımaktadır.
Ancak takdir edilecektir ki, Türkiye’ye yönelik asıl ana iltica nüfus hareketleri Asya ve Afrika ülkeleri kaynaklıdır. Türkiye sahip olduğu bu coğrafi sınırlamadan ötürü bu ülkelerden gelen kişilere karşı -alana ilişkin yegane mevzuat düzenlememiz olan 1994 tarihli Yönetmelikte yapmış olduğu tanımlamalar gereği- mülteci prosedürü yürütmemekte, yapılan tanıma uymadıkları gerekçesi ile “sığınmacı prosedürü” yürütmekte ve bunun için prosedürlerinin bitimine kadar geçen süre zarfında kendilerine “geçici ikamet izni” vermektedir. Türkiye’nin sahip olduğu coğrafi sınırlamadan ötürü bu kişileri “mülteci” olarak tanımayacağını deklare ettiğinden uluslararası toplum adına bu kişilerin iltica taleplerini değerlendirmek ve kabul kararından sonra kendilerini kabul edecek 3. bir ülkeye yerleştirmek üzere Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Türkiye’de –benzeri bazı ülkelerde olduğu gibi- Temsilcilik düzeyinde görev yapmaktadır. Sayı olarak da Türkiye’de asıl sorun yaşayan kesim bu kapsamda bulunan kişilerdir.
Türkiye’de uygulanmakta olan sığınmacı prosedürü asgari olarak 2,5 yıllık bir zaman dilimini içermektedir ve bu sürenin bazen 7-8 yıla kadar uzadığı gözlemlenebilmektedir. Tüm bu zaman diliminde nihai olarak olumlu bir karar çıkana kadar başvuran kişiler sadece iltica talebinde bulunan kişiler veya mülteci/sığınmacı adayı olarak değerlendirilmektedirler. Bu kişilere yönelik ise otomatik olarak devreye giren bir sosyal güvence sistemi bulunmamaktadır. Türkiye, vatandaşı oldukları ülkelerden zulüm tehdidi altında kaçan ve iltica talebinde bulunan bu kişileri tüm prosedürleri boyunca “uydu kent” olarak tanımlanan genel asayiş sorunu olmayan Orta Anadolu şehirlerine serbest ikamet şeklinde yerleşmelerini istemekte ve fakat onlara barınma sorunları başta olmak üzere birçok sorunlarının çözümüne ilişkin etkin çareler üretememektedir. Son yıllarda bu şehirlerde artık gittikçe artan sivil toplum duyarlılığı, Belediyeler ve alandan sorumlu bazı kamu kurumlarının sınırlı çalışmaları ile bu şehirler iltica arayışında bulunan kişiler için daha “yaşanabilir” bir duruma gelmiştir. Ancak bu yardım ve çalışmalar halen olması gereken seviyenin altında kalmaktadır ve bu noktada bu tasarının önemi oraya çıkmaktadır.
Konuyu rakamlarla izah etmek sanırız sorunu daha anlaşılır kılacaktır: BMMYK Ankara Ofisinin vermiş olduğu rakamlara göre, BMMYK ve Türkiye tarafından “sığınmacı” olarak kabul edilmiş kişi sayısı hali hazırda 322’dir. Dolayısı ile mevcut tasarı bu haliyle yasalaşır ve uygulamada sadece lafzi yorum dikkate alınır ise bu kanundan Türkiye’de iltica başvurusunda bulunmuş ancak 322 kişi yararlanabilecektir. Oysa Türkiye’de iltica talebinde bulunmuş olup da durumları değişik aşamalarda bulunan ve herhangi bir sosyal güvence altında bulunmayan kişi sayısı 12.750’dir. Bu sayının 6.000 kadarı BMMYK tarafından “mülteci” statüsü almış ancak henüz Türkiye tarafından prosedürleri sonuçlandırılmamış ve dolayısı ile bir 3. ülkeye yerleştirilmemiş kişilerdir. 5.500 kadar kişinin halen prosedürleri devam etmektedir. Türkiye’de sayıları artık 1.000’e kadar azalmış Irak üzerinden Türkiye’ye sığınan İranlı sığınmacı bir nüfus vardır ve BMMYK tarafından mülteci statüsü almalarına rağmen Türkiye tarafından 3. ülkelere yerleştirme işlemlerine izin verilmemektedir. Yine 1.000 kişi civarı Türkiye’de mülteci statüsü dışında misafir veya tolare edilen kişi statüsü altında bulundurulan Çeçen sığınmacı bulunmaktadır. Türkiye tarafından “mülteci” olarak kabul edilmiş insan sayısı ise ancak 20 kişi kadardır.
Dolayısı ile genel tabloya bakıldığında günümüz Türkiye’sinde 12.750 kişi resmi olarak iltica başvurularını Türkiye Devletine ulaştırmış olmalarına rağmen tasarının bu hali ile onlardan ancak 322 kişi gibi oldukça küçük bir azınlık sosyal koruma altına alınabilecektir. Bu durum ise sanırız bu tasarıyı hazırlayan kişilerin arzuladığı bir sonuç değildir. Ancak mevzuatı ancak lafzi yorumlarla dar olarak yorumlayarak hareket etmeyi seven uygulayıcılar elinde kanunun bu hali oldukça ciddi bir riziko içermektedir. Bu nedenle tasarının “vatansızlar ve sığınmacılar” lafzı ile sınırlı kalmayıp, “mülteciler, sığınma talebinde bulunan kişiler ve Türkiye’de ikincil koruma altında kalmasına izin verilen kişiler” içinde bu sosyal güvencenin sağlandığı açık olarak belirtilmelidir. Böylelikle Türkiye’nin iltica alanındaki göreli iyi tarihine ve zor durumda bulunan insanlara kapılarını açmasındaki tarihi rolüne uygun davranılmış olacaktır. Yine belki bu sayede Türkiye’de oldukça kötü şartlarda yaşam mücadelesi vermeye çalışan, zulümden kaçıp hayata tutunmaya çalışan bu insanlara hak ettikleri insani dayanışma sergilenmiş olacaktır.